Dine çaÄŸrı yapan kurum ve kuruluÅŸların sürekli olarak Kuran’a ve vahye vurgu yaptığını, canlı Kuran olan Peygamberimize pek deÄŸinmediklerini görüyoruz. Âlemlere rahmet ve âlemlerin yaratılma sebebi olan peygamber telâkkisinden uzaklaÅŸmamız, tasavvufî hayattan uzaklaÅŸmamızla doÄŸru orantılı mıdır?
Bu ayrımı yapıyor olmaları aslında İslâm düşüncesinde sekülerizmin gizli bir uzantısı. Çünkü bu yaklaşımın kökleri de insan algısındaki ve tanımlamasındaki yanlışlıktan kaynaklanıyor. Modern Müslümanım diyen kimselerin vahiy algısı daha çok soyut bir kavramsal şemadır. Oysaki geleneksel İslam anlayışında, daha çok tasavvufi yorumlu anlayışta vahyin muhatabı olan peygamber bir bakıma o vahyin mücessem halidir. Bu nokta önemlidir ama aynı zamanda tehlikelidir. Bu tehlikeden dolayı İsevilik çıkmıştır.
Peygamber Efendimizin biyolojik ve tarihsel bir tarafı vardır; Mekke’de doÄŸmuÅŸ ve Medine’de vefat etmiÅŸ bir varlıktır. Ancak zuhura gelen her varlığın aslında hakikati zuhur planında deÄŸildir. Her gerçeklik, felsefecilerin dediÄŸi arketipler âlemi, sufilerin dediÄŸi misal âleminin yansımasından ibaret olunca hakikati oradadır. Bir Nebinin kalitesi, keyfiyeti o nebinin kendi maneviyatıyla irtibatlıdır. Kuran ayrıdır Hz.Muhammed ayrıdır diyenler; bize esas olan vahiydir, o bir postacıdır diyenler; tamam onu seviyoruz ama bu kadar büyütmeyin çünkü o olmasaydı bir baÅŸkası olurdu, onun vazifesi vahyi getirmekti, biz vahyi alırız Kuran bize yeter diyenlerde sadece metine indirgeyen fundementalist anlayış birçok dinde karşılığı olan bir anlayıştır. Ä°slam’da son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar Türkiye’de mealciler vardı ama çok fazla takipçisi kalmadı.
Burada problem peygamberi tanımlamakta kullanılan modelin yeterli bir peygamber modeli yansıtamamasından kaynaklanmakta. Oysaki sufi modellemeye baktığımız zaman Hz.Muhammed vahyin mücessem hali. Kuran ancak Hz.Muhammed ile zuhura geliyor. O arkadaÅŸlar ÅŸunu bilemiyorlar ki Hz.Muhammed olmasaydı bu Kuran olmazdı, baÅŸka birisine indirilen baÅŸka bir ÅŸey olurdu. Bu Kuran ancak onunla olur. “Ä°nsan ve Kuran ikiz kardeÅŸtirler” hadis-i ÅŸerifinde kastedilenin insanın ve Kuranın adeta aynı genleri taşıyan, aynı hakikati içeren iki varlık kategorisi olduÄŸunu görüyoruz. Tezahürde ayrılık, hakikatte aynılık var. Kuran inmeden Hz.Muhammed’de vardı, onda açığa çıktı. 23 yılda nazil olmadı, 23 yılda onun aÄŸzından çıktı. Åžeyh-i Ekber Ä°bn-i Arabi Hz. Fütuhat-ı Mekkiyyeye kabeyi tavaf ederken hamile kaldı. Bu 37 ciltlik kitap 7 bölümdür, diyor ki “her bir ÅŸavtta bana bir fasıl açıklandı ve kitap bana yüklendi, sonra bana sen bunu ‘print out’ al dediler, benim de yazıya geçirmem 20 küsür sene aldı”.
Bundan dolayı Kuran-ı Kerimin Efendimizle irtibatlı düşünülmesi, onun yürüyen Kuran olması, bugün Kuranın elimizde tuttuÄŸumuz mushafa bu kadar önem verilmemesi önemli. 3.halife zamanında toplanmıştır Kuran, demek ki devletin birinci derecede önemsediÄŸi bir olay deÄŸildi mushaflaÅŸtırma. Peki, mücessem hale gelmeden önce Kuran var mı? Var. Nasıl bir Kuran? Medine sokaklarında dolaÅŸan, namaz kılan, yaÅŸayan canlı bir Kuran. Sonra kitaplaşıyor, modern zamanlarda da bilmem kaç kuruÅŸ hale geliyor ama biz buna Kuran demiyoruz. Sufiler buna “Mushaf” diyorlar. “Şüphesiz O Kuran gizli, bir kitabın içindedir” âyeti var. Allah bir kitabı bohçalayarak göndermiÅŸtir. O yüzden sufiler Levh-i mahfuz - Ummü’l kitab – Furkan – Kuran - Mushaf diye inerler. Bizim elimizde tuttuÄŸumuz mushafın içindedir Kuran. Ben Arapça biliyorum, ÅŸu hocalardan okuyorum diyen birisi mushafa dokunabilir, Kurana dokunamaz.
Tasavvufi eserleri okuyacak kiÅŸilerin herhangi bir metot takip etmeksizin yorum yapmaları sakıncalı mıdır? Hz.Mevlana’nın “ÅŸarabı üzüm suyu zannederler” yakıştırması bugün neÅŸriyat imkânlarının artmasıyla daha sık mı gözleniyor?
“Her sözün bir yeri, her meydanın da bir eri vardır” ÅŸeklinde Arapça bir söz vardır. Söz yerinde güzeldir, yerinde olmayan sözü kullanana deli derler. Ayet-i Kerimede “Eve kapılarından giriniz” der. Bu, Descartes’in “Metodoloji” kitabını yazmasından çok daha evvel inmiÅŸ bir ayettir. Allah niye böyle bir ayet indirdi? Zaten eve kapıdan girilir. Bu metodolojik bir ayettir. Her ilmin ve konunun kapısı vardır, o kapıdan bir sürece girilir, o süreç sonucunda istidadın ve kabiliyetin varsa performansına baÄŸlı olarak baÅŸarılı olursun veya olmazsın. Tasavvuf bir metodik ilimdir; kapısı, koridoru, bekleme salonu ve huzura kabul salonu vardır. O süreç izlenir. Her ilmin bir ustasının olması çok doÄŸaldır. Ustasız ilim öğrenilemez. Her çırak önce kalfa sonra usta olur. Bugün araba kullanmasını dahi ehliyet kursunda, yanınıza verdikleri direksiyon hocasıyla öğrenirsiniz. Bundan dolayı da hiç kimse “arabayla arama niye girdin, Allah’la arama niye girdin?” dememektedir. PaÅŸa paÅŸa o dersi aldıktan sonra arabasını kullanır. Biz erkekler berberin önüne otururuz, berber usturayla gırtlağımızın üzerinde dolaşır. Bir yanlış hareketiyle bir saniyede ölmemiz mümkündür. Kimse berbere itiraz etmez, etse kovarlar. Ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduÄŸu gibi teslim olunur. “Allah’la arama niye giriyorsun ey berber, ÅŸirktir bu!” diyen adama defol git derler. Burada teslim olmayı kabul ediyor berbere, diniyle ahiretiyle ilgili bir konuda bir bilene teslim olmayı ÅŸirk sayıyor. Bunu anlamak mümkün deÄŸil.
Ä°nsanların tasavvufî kitaplara yaklaşımlarına baktığımızda büyük uçurumlar görüyoruz. Meselâ kimileri “ben kim, Ä°bn-i Arabiyi anlamak kim” diyerek tek sayfa dahi okumaya yanaÅŸmazken kimileri de “Füsusu okudum, iÅŸi kaptım” havalarında. Bunun orta yolu nedir?
Bu kiÅŸiye göre deÄŸiÅŸir. Bazı insanlar Ä°bn-i Arabi’den, baÅŸkaları Hayyam’dan Hafız’dan Mevlana’dan hoÅŸlanır. BaÅŸkaları da daha fazla ÅŸeriat dili kullananlardan hoÅŸlanır. Bu o kiÅŸinin o ânki haline ve seviyesine göre deÄŸiÅŸir. Herkese ÅŸunu oku, ÅŸundan zevk al denemez. Tasavvufta zevklere müdahale edilemez.
Sufilerin eserlerini yazarken farklı mertebelerde olduÄŸu malumunuz. Tipik misali EÅŸrefoÄŸlu Rumi’nin Müzekkin Nüfus’u ile Divanı. Birinin kuralcılığı ağır basarken diÄŸerinde rindâne bir hava var. Ä°nsanlar ariflerin eserlerini okurken bunu göz önünde bulundurmaları, eseri anlamalarında yardımcı olur mu?
Her bir sözün derecesi, mertebesi var. Âriflerden de söz söylemeye, ÅŸiir söylemeye gençlik zamanlarında baÅŸlamış olanlar var. Mesela Gazali gibi tasavvuf yoluna girmeden önce de yazıları olanlar var. Bugünkü tabirle entelektüel denilen âlim kiÅŸilerden 18 yaşında yazmaya baÅŸlamış olanların, 60 yaşına geldiÄŸinde ÅŸiirlerinin arasında fark olması çok doÄŸaldır. Çağımızın Yunan asıllı önemli bir ÅŸairi Kavafis’in yaÅŸlılık üzerine çok beÄŸenilen bir ÅŸiiri vardır. Ölümünden önce itiraf eder ve ”Ben o ÅŸiiri 45 yaÅŸlarında yazmıştım ve çoÄŸu atmasyondu aslında. Åžu an 70 yaÅŸlarındayım, o yazdıklarım yalanmış meÄŸerse” der. Tasavvufta bazıları da hiç ÅŸair, yazar deÄŸildir; tasavvuf bazı tıkalı kanalları açtığı için o kiÅŸide vâridat kabîlinden deyiÅŸler gelebiliyor. Daha önce ÅŸiiri olmadığı için aynı perdeden geliyor. Niyazi Mısrî gibi bir geliyor, tam geliyor. Bazısına iki yıl geliyor, üçüncü yıl kesiliyor. Ne geliyorsa o oluyor.
“Tasavvufa GiriÅŸ” kitabınızda dikkatimize çarpan birkaç ÅŸeyi sormak istiyorum. “Hz.Muhammed zat peygamberi, diÄŸerleri esma peygamberi” demiÅŸsiniz, bunu açar mısınız?
Allah tektir, birdir ama isimleri de var. Bu isimler Allah’ı çoÄŸaltır mı? ÇoÄŸaltmaz. Bunların hepsinin toplandığı tek bir isim vardır. O isim lafza-i celâldir, bazılarına göre ism-i azamdır. Ä°sm-i azam hepsini kuÅŸatır. O nedir? Hakkında muhtelif görüşler vardır. Birçokları “Allah” derler. Bazıları da O hiçbir isimler kayıtlanamayacak bir varlık olduÄŸu için O’na ancak bir zamirle karşılık bulabiliriz, “O” yani “Hû’dur” derler. Allah mahlûkatı yaratmadan evvel hâlık deÄŸildi, merbub olmadan rab deÄŸil vs. O zaman bu isimlerin hepsi Allaha bir diÄŸerinin gözünden bakmak demektir. Ancak Allah’ın bir de yarattığıyla irtibatlı olmayan bir zâtı var. Onun ismi yok, isimsizlik hali. O hâlden Allah ismi, o isimden “ümmehat-ı seb’a” denen yedi isim, bundan diÄŸer isimler ve onlardan sıfatlar ÅŸeklinde bir ÅŸema düşünün. Aynı ÅŸekilde peygamberlerin hepsi Allah’ın belirli isimlerinin mazharıdırlar. Biz 28 peygamberin adını biliyoruz ama hadiste bir rivayete göre 260 bin, bir rivayete göre 360 bin peygamber gönderildiÄŸi bildiriliyor. O kadar çok peygamber içinde çok az bir peygamber bilgisine sahibiz. Her peygamber bir ismin mazharı, Allah isminin mazharı olması ise hakikat-i Muhammediye olmasından dolayı ve nebilerin imamı olması hasebiyle Hz.Muhammed’e ait bir husustur. Allah mahlûkatı yaratmayı dilediÄŸinde tek bir ÅŸey yaratmıştır, ondan diÄŸer ÅŸeyleri yaratmıştır. Buna felsefeciler “prima materia” (ilk madde) derler. Tasavvuf erbabı o ilk maddeye “hakikat-ı Muhammediye” der. Mümin, kâfir her ÅŸey onun hamurundan yaratılmış oluyor. Bütün nebiler de Hz.Muhammed’in sancağı altında toplanmış oluyor. Sufilerin bakışı bu ÅŸekilde.
“Bu sufilerin zannı” diyecekler. Peki, uygulamaya geçelim. Tarihî süreç içerisinde de Hz.Peygamber’in cemali ve celâli kuÅŸattığı ve bütün isimlerin kendinde açığa çıktığı olaylar görmekteyiz. Mesela Hz.Ä°sa ve Musa’da bir özelliÄŸin öne çıktığını görürüz. Hz.Peygamberde ise bir Ä°sevî rahibi gibi bir hayat da görüyoruz, elinde kılıçlı bir mücahit insan da görüyoruz. Tüm isimler açığa çıkıyor.
Kitabınıza Rene Guenon’un “bilgelik yazıya geçirilmek suretiyle dejenerasyonu baÅŸladı” sözünü almışsınız. Günümüzde bilgelikten uzaklaÅŸmanın en büyük sebebi sizce bilhassa internet vasıtasıyla yerli yersiz her ÅŸeyin yazıya geçirilmesi olabilir mi?
Bilgelik ve bilgi arasındaki farkı ortaya koymamız lâzım. Bilgelik, kiÅŸide açığa çıkan kadim bir biliÅŸ tarzıdır. Enformasyon ise o bilgeliÄŸe giden yolda zâhiri malûmat toplanmasıdır. Esas bilgi deÄŸildir o. Bilgi, sizin ontolojinize yapışık olandır. Siz sahtekâr, yalancı, zâni, katil vs. birisi olun, çok iyi bir tıp doktoru olabilirsiniz. Bu özelliklerle o özellikler bir arada gidebilir. Hatta günümüzde daha da makbûldür. Bilgi ve ontoloji birlikteliÄŸi olan biliÅŸ tarzlarında bu mümkün deÄŸil. Yalana devam eden karaktere sahipseniz bilgi yapışmıyor. Teknolojideki, medyadaki, matbuat âlemindeki bilgilerin hepsi bizde bir bilginin açığa çıkmasını saÄŸlıyorsa fonksiyonunu yerine getiriyor. SaÄŸlamıyorsa, bu laf ebeliÄŸi olur. Nasıl ki söz ishaline tutulmuÅŸlar diye bir tabir var, aynı ÅŸekilde kalem ishaline tutulmuÅŸlar da var. Çağımızda yazarlık diye bir meslek var. Tarihte böyle bir ÅŸey yok. Filozofsun, bilgesin, âlimsin, ondan dolayı bir ÅŸey yazarsın. Adam diyor ki “ben yazarım”. Neyi yazıyorsun sen? Nitelik kayboldu, nicelik öne çıktı. Hatta köşe yazarında metre hesabı önemli. Meselâ diyorlar ki bana 60 vuruÅŸluk bir yazı yaz, 15cm.’i geçmesin falan… Bu bilgi deÄŸildir.
Bütün enformatik malûmat kabîlinden ÅŸeyler bilgiye giden adresi vermede bir vasıta olabiliyorlarsa caizdir. Meselâ bir insan-ı kâmil var, falanca dağın başında. Ben ona gidersem bana kendimle ilgili çok güzel ÅŸeyler öğretecek. O bilgeyi bulmam için bir seyahat kitabı, bir GPS cihazı o adresi bulmama yardımcı olacağı için faydalıdır. Kendisi bilgi deÄŸildir onun. Ä°stanbul “guide book”larını Ä°stanbul’a gitmeden ne kadar okursan oku, o, bilgi deÄŸildir. Onun için ilm’el-yakin, ayn’el-yakin, hakk’el-yakin ÅŸeklinde üç bilgi düzeyinden bahsederler. Ä°lm’el-yakinde sen sadece okursun. OkuduÄŸun sende açığa çıkmadıkça ona bilgi denilmiyor. Yazmakla birlikte bazı ÅŸeylerin ruhaniyeti kaybolur. Onun için canlı metinlere ihtiyaç var. “Kitap gibi adam” denir eski tabirle.
Kitabınızın ciddi bir kısmı tasavvufî ÅŸiir ÅŸerhlerinizden oluÅŸuyor. “Åžairler ile ârifler arasındaki en büyük fark, ÅŸairlerin ÅŸiiri ÅŸiir yazmak için kullanmaları ancak âriflerin ÅŸiiri hissettikleri duyuÅŸu paylaÅŸmak için bir araç olarak kullanmalarıdır” demiÅŸsiniz. Biz bu ayrımı nasıl yapabiliriz? Åžiirin muhtevasına göre mi, ÅŸairin ÅŸahsiyetine göre mi?
Birinci derecede muhtevasına göre. Åžiiri okuduÄŸunuzda sizde uyandırdığı tesire göre deÄŸerlendireceksiniz. Bu, diÄŸer ÅŸiirler kötüdür anlamına gelmez. Toplumsal yaralara temas eden ÅŸiirler de vardır. Necip Fazıl’ın, Nazım Hikmet’in, Mehmet Akif’in ÅŸiirleri tasavvufi ÅŸiir deÄŸiller ama çok da güzel ÅŸiirler. Bunlara ÅŸairler deniyor. Âriflerin kullandığı ÅŸiirden dolayı onlara ÅŸairler denmez. Ä°bn-i Arabî ben ÅŸair deÄŸilim der. Fütuhattaki ÅŸiirleri ve divanı toplandığından 5 cilt ÅŸiiri vardır. Keza Mevlâna da ben ÅŸair deÄŸilim der. Bunlarda ÅŸiir araçlardan bir araçtır. Onlarda söz dertleri vardır, yani bir sözü iletmek için insanlara uygun gelen ÅŸiirdir. Buna biz “sebeb-i ÅŸiir” deriz. Mevlâna der ki “ben Belh’te kalsaydım düz yazı yazardım ama buradaki insanlar ÅŸiire hürmet ediyorlar ve ÅŸiir üzerinden daha iyi anlıyorlar” der ve ÅŸiire baÅŸlar. Ä°bn’ül-Arabî der ki, “ÅŸiir sembol yatağı olduÄŸu için rahat hareket etme alanı verir. Onun için ben Fütuhat-ı Mekkiyye’nin her bölümünde uzun uzun anlattığım her konuyu ÅŸiirle özetlerim”. Åžiir bir özet yeridir diyor. Bakın bir gayeden dolayı ÅŸiir tarzını benimsemiÅŸlerdir.
Onun için bunların nutukları okuyan kiÅŸide tesir uyandırır. DiÄŸerleri, kelimeleri yakışıklı ve mütenasip ÅŸekilde art arda dizme sanatını iyi beceren bir büyücü görümündedirler. Söz sanatı aynı zamanda bir büyüdür de. Ä°nsanları sözlerle ikna edebilirsiniz. Ä°htiyacı olmadığı bir ÅŸeye ihtiyacı olduÄŸuna ikna edebilirsiniz ama bu kandırma olmuyor mu? Ali Åžeriati bir kitabında, Afrika’da yolu olmayan kabilelere dahi Renault araba satmak üzere sosyolog kiralar Fransız diyor. Reklamcılık kitaplarında derler ki, kutuplarda yaÅŸayan bir kiÅŸiye buzdolabı, ekvatorda yaÅŸayan kiÅŸiye soba satabilme sanatıdır reklam. Bu bize göre sahtekârlık ve yalancılıktır. Yalanın yeri cehennemdir. O açıdan bilgiyle yalanı ayırt etmek gerekiyor.
Niyazi Mısrî Hz.den şerhler yapmışsınız. Kendisi tekkelerde Yunus Emre ile birlikte güfteleri en çok okunan âriflerden. Şimdi bile üzerine yapılan baya çalışma var. Sufîlerin sadece söze gelenleri şiir şeklinde ifade ettikleri, söze gelmeyenleri kelimelere dökmedikleri gerçeğini göz önünde bulundurursak, Mısrî Hz.nin diğer âriflere nisbeten daha fazla zikredilmesini söze gelmeyenleri daha çok dile getirmesine bağlayabilir miyiz?
Her ârif ÅŸiir ve eser yazmış deÄŸildir. Her ÅŸiiri olan ârifin de çok etkili ÅŸiiri olmayabilir. Burada Niyazi’nin farklılığı çok ızdıraplı bir kimse olması, samimi ifadeler kullanması. Yunus gibi o hali yaÅŸayan insanlarda karşılığını bulan ÅŸeyler var. Birçok baÅŸka güzel ÅŸairler var ama Yunus’un ve Niyazi’nin sözleri gerçekten karşılığını buluyor. “Ey garip bülbül, diyarın kandedir” diyorsa Niyazi Mısri, günümüzde yalnızlığa mahkûm olan entelektüel tavrı çok güzel ifade etmiÅŸtir. Hâli yakalamadadır mesele.
124 bin olduÄŸu rivayet edilen sahabeler içinde ashab-ı suffe’nin sayısından tutalım da, 1925 tekkelerin kapatılması tarihine kadar uzanan bütün zaman diliminde, derviÅŸ sayısının her zaman toplam nüfusa oranla hayli az olduÄŸu tarihî bir vaka. Bununla beraber geleneÄŸimizde tasavvufun topluma yön verdiÄŸini biliyoruz. Günümüzde problem insan-ı kâmillerin yeteri kadar olmayışı mı yoksa insan kalitesinde genel olarak bir düşüş mü?
Günümüzde elbette insan-ı kâmillerin sayısında azalma oldu. Bunun sebebi, ilim iltifata tabiidir. Rağbet o tarafa olmadı, zihinler kaydı ve başka arayışlara geçildi. Yüzyılın başından bu yana Müslümanlar metodik yanlışlar yapıyorlar. Gelenekte Müslümanların dominant olmalarının sebebi, Müslümanların omurgalarında bir düzgünlüğün olmasıdır. İsabetli bir yaklaşımları olmasıdır.
Tasavvufa müsbet fakat tarikata menfi olarak bakan birçok insan var. Kuran ve mushafın ayrılması üzerinden gerçekleşen düalizmin burada da gerçekleştiğini söyleyebilir miyiz?
Bir ÅŸey zuhurat planında meydana geliyorsa o ÅŸey oluÅŸ ve bozuluÅŸa tabidir, tefessühe açıktır. Binaenaleyh bir vahyin peygamberden çıkıp ikinci ÅŸahıslara emanet edilmesiyle beraber peygamberin bazı çevrelerin o mesajını daha 40 sene geçmeden ne hale getirdiklerini bilmekteyiz. Peygamber ben emaneti size teslim ediyorum dedi, onu iÅŸlemek ve yüksek deÄŸerlere çıkmak veya yerin dibine batırmak sizin elinizdeydi. Aynı ÅŸekilde tasavvuf, tarihi boyunca, tasavvufun müesseseleÅŸmiÅŸ ÅŸekli olan tekke ve dergâhlarda mücessem hale geldiÄŸi için ister istemez bazı problemler olmuÅŸ olabilir. Peygamberin kurduÄŸu devlette bile olmuÅŸsa tekkelerde de olabilir. Sanki Darülhadislerde problem yoktu, ÅŸeyhülislamlıkta her ÅŸey güllük gülistanlıktı ÅŸeklinde bakıp suçu sadece tekkelerde olana yüklemek yanlıştır. 30 Kasım 1925’te dergâhlar kapatılıncaya kadar Ä°stanbul’da kayıtlı 360 küsur dergâh varsa, bu kadar çok dergâh içerisinde bir ikisinde, bir iki zatın ehliyetsizliÄŸi neticesinde bazı problemler olmuÅŸ olabilir, bu da doÄŸaldır.
Bugün silahlı kuvvetler camiası içerisinde iyi yetiÅŸmemiÅŸ iki tane albaydan dolayı askerlik sanatını iptal edelim, silahlı kuvvetleri ortadan kaldıralım der misiniz? Doktorun iÄŸnesi neticesinde belden aÅŸağısı tutmayan hastalar oldu. Tıp fakültesini kapatalım, tıp ilmini kaldıralım demiyorsak tasavvuf camiası için de insaflı, merhametli olmak lâzım. Güzel ÅŸeylere bakmalı. Ben problemler yoktur diyenlerden deÄŸilim. Hatta daha cesaretle ÅŸunu söyleyeyim, “19.yy’dan sonra günümüze doÄŸru yaklaşıldıkça tasavvufu en fazla problemli hale getiren bu tekke ve dergâh nizamındaki tefessühlerdir.”
Tasavvuf ile havas ilimleri arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kâinatta her ÅŸeyin tesiri vardır. Seslerin, renklerin her ÅŸeyin bir rezonansı vardır. Allah’ın isimleri için de söz konusudur bu. Sufi, esmalarla belirli güçler elde eder. Lâkin fizik âlemi üzerinde güç elde etmek için esma çekmek haramdır. Allaha ulaÅŸmak için esma çekilirken sana eÅŸantiyon olarak güçler veriliyorsa ona eyvallah denir. Binaenaleyh havas ilmi dini ve manevi ilimlerin ayrılmaz parçasıdır. Peygamberin havas yönü vardır. Niye abdest alır? “Görünmez varlıklara karşı ÅŸunu okuyun” tarzında her dinin havas tarafı vardır ama ana prensibe tâbidir. Bir din sadece havas demek deÄŸildir. Havas onun ÅŸamanistik uzantısıdır, içinde mündemiçtir. Siz onu içinden çıkarıp müstakil hale getirirseniz problemlidir. Bugün “ben havasçıyım” diyenler ana prensibi kaybettikleri için sonları hüsran olur. Ana gayesini kaybetmediÄŸi sürece bir ekol, onun içinde havas olabilir.
Cüneyd-i BaÄŸdadi Hz.nin tasavvufu “seni sende öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesi” olarak tanımladığını, yine tasavvufun “ben ÅŸuuruna erme” olarak da tanımladığını görüyoruz. “Ben ÅŸuuruna erme” nedir? Tarihsel süreçte metotları deÄŸiÅŸmiÅŸ midir?
Tasavvufun ve dinlerin kastettiÄŸi “ben” ile ego anlamında psikolojinin kastettiÄŸi ben arasında fark vardır. “Ben size kendi ruhumdan üfledim”, “Ben size ÅŸah damarınızdan daha yakınım” diyorsa Allah orada “ben”im kim olduÄŸum ortaya çıkar. Bir ÅŸey yok oluyorsa ona var denilemez. Var, ontolojik olarak hiç yok olmayana denir. Hz.Ä°brahim yıldızlar çekip gittiÄŸinde “batıp gidenleri sevmem” demiÅŸtir. Kayıp gidenler sevilmez, yalnız Allah vardır. Binaenaleyh tasavvufun kastettiÄŸi ben, senin biyolojik varlığın deÄŸildir. Nerelisin, nerede oturuyorsun, annen baban kim, Türksün kürtsün kastedilmiyor. Tesadüfen Çin’de doÄŸabilirdin. Bugün “genome” projesiyle damağınızdan alınan bir dokuyla geçmiÅŸe dair genleriniz çıkıyor ortaya. Amerika’da yaÅŸayan Çorumlu bir arkadaşım yaptırdı, %98 Çinli çıktı çocuk. 40 yıldır kendimi Türk bilirdim dedi. Åžimdi neyin milliyetçisi olacaksınız? Irklar sosyolojik vakalardır, güzel bir folklorik düzeyi vardır ama metafiziÄŸe çıkarmamak lazım. Öldüğü zaman herkes âdemoÄŸlu olacaktır.
Ben derken tasavvuf insanın ilâhi kökenini kasteder ve insan o kökeni keÅŸfedinceye kadar cahildir der. KiÅŸi o ilahi kökenini idrak ettiÄŸi noktada bütün esaret kayıtlarından kurtulur. Aksi takdirde düşünce esareti, ideoloji esareti, maddiyat esareti gibi esaretler içerisindedir. Hürriyet, kiÅŸinin bu tip esaretlerden kurtulmasıyla olur. Aynı zamanda dile getirilmesi sakıncalıdır; çünkü anlayamayan, o noktaya gelmeyen kimse tarafından kıskanılabilir, “Ene’l-Hak” diyen Hallac gibi. Ancak o kiÅŸiler de kanlarıyla abdest almaya hazırdırlar. Hallac kökenini çaktı ama keÅŸke dilini tutabilseydi… Allah sırrını tasdik etsin.
Dante’nin Ä°lahi Komedyasında Ä°bn-i Arabi Hz.den etkilendiÄŸi hep konuÅŸuldu. Simyacıyı yazan Paulo Coelho’nun Hz.Mevlâna’dan etkilendiÄŸini biliyoruz. Medeniyetler arası etkileÅŸim günümüzde ne durumda? Asrımızda hangi medeniyetin hâkimiyeti söz konusu?
Bu “challenge” meselesidir. Ayasofya’nın karşısına Sultanahmed Camii koymak demektir. Sen modern Müslümanlar olarak ÅŸu ana kadar ne koydun? El-Kaide ürettin, 17-18 yaşında parmak ve kol kesen Åžebab diye bir hareket ürettin, Afganistan daÄŸlarında elinde metre onun bunun sakalını ölçen bir Müslüman tipi ürettin; o zaman sorgula kendini. Ne ürettiÄŸine baÄŸlı. Tarihte benim Osmanlı kıyafetimi giyerek resmini çizdiren asilzadeler modası vardı. Ä°ÅŸte buna challenge, meydan okuma denir. Åžimdi Amerikan bayrağı yakarak challenge yapanların, meydan okumalarının köklü, gelenekten kaynaklanan, bir meydan okuma olmadığını, tamamen beÅŸerî ve öfke kaynaklı olduÄŸu kanaatindeyim. Asil bir duruÅŸ olduÄŸu kanaatinde deÄŸilim.
Günümüzde Müslümanların karşı tarafa sundukları model sorunlu. Kendilerine check-up yapmaları, kendilerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Bunu söylerken ‘baÅŸkalarına yaranmak için deÄŸiÅŸiklikler yapsınlar’ı kastetmiyorum. BaÅŸkası sevsin diye bir ÅŸey yapacak deÄŸiliz. Åžu anki görüntüde, Müslümanların, Müslüman olmayanlarla iliÅŸkisini bir kenara bırakalım, ben 40 yıllık Müslümanım, ‘Allahuekber’ diyen adamdan, acaba kafama odun iner mi diye korkuyorum. BaÅŸkasının korkması da tabiidir. Kendimize bakıp sormamız lâzım: Ne ürettin? Bir Mevlâna yok, Hafız yok, Hayyam yok, Gazzali yok; halâ yok. 20yy.da bana model olarak kimi çıkardın? Evrensel kiÅŸileri kastediyorum, âlemşümul olarak bütün halklarda karşılık bulmayı kastediyorum. Lokal bazı yazarları kastetmiyorum. Evrensel kiÅŸi çaÄŸ açan ve herkes tarafından okunan kiÅŸi demektir. Zihnî metodolojimizde bir problem var.
Eskiden bir ilme başlamadan önce düzgün bir ilim hiyerarşisi kurulurdu. Onu kaybettik biz şu an. Dini ilimlerde ayak olacak baş oldu, baş olacak ayak oldu. Bugün çek ve senet üzerine tez yapmış bir İslam hukukçusu kalkıp İslam metafiziği üzerine söz söylüyor. Bu iş, başka bir iş. O kadar çorba ki her şey! Tasavvuf vardır veya yoktur gibi bir lâf söylüyor, faizsiz bir bankada uzun yıllar danışmanlık yapmış birisi. Sen git çek senet işine bak. Bu işi anlamazsın!
Hollywood sineması tasavvuf imgesini filmlerinde yıllardır kullanıyor. Matrix, Avatar, Inception gibi filmlerde her bir “ben” metaforu var. Bize ait olan deÄŸerleri yitiriyor muyuz? Tasavvufun sinema ile ilgili olan iliÅŸkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Müslümanlar tasavvufu tanımıyorlar ki filme geçsinler. Atlama yapmamak lazım. Niye Müslümanlar sinemada başarılı olamıyorlar? Çünkü bireysel, sosyolojik Müslümanlar. Kavramsal olarak İslâmın ne olduğunu bilmiyorlar. Batılı rejisör, senarist; rejisör, senarist olmadan evvel ya mason, ya kabalist bir yerlerden bir şeylerin talimini görüyor, o gördüğü şeylerin doğrultusunda film yapayım diye meydana çıkıyor. Müslümanların o manada düşünsel çerçeveleri yok. Müslümanım diyen gencin Müslümanım sözünden öteye bir İslam kültürü yok ki. Tasavvuf ve felsefe gibi İslam dininin özel konularını çalışmamış.
Günümüzde bazı Müslüman doktorlar var, “Müslüman doktorlar” diyorlar kendilerine. Müslüman olması oturup namaz kılmasından kaynaklanıyor. Tıp konuÅŸtuÄŸu zaman hiç de Ä°slamî olmadığını görüyorsunuz. Tıp anlayışının, tıp felsefesinin, insana bakışının, alternatif tıpla hiç uyuÅŸmadığını, konvansiyonel ve materyalist tıp anlayışını ideolojik olarak sürdürdüğünü görüyorsunuz. DeÄŸiÅŸik gruplara baÄŸlı doktor arkadaÅŸlar var. Ben onların hiçbirinden Ä°slamî tıbbın karşılığını görmüş deÄŸilim.
Tasavvufî okullar açılmaya başlandı. Hatta bu yıl Türkiye Yazarlar Birliği de açtı. Bunları nasıl yorumluyorsunuz? Kapanan irfan ocakları yüzünden toplumun susuzluğunu meşru yollarla gidermesi olarak mı yoksa modern zihnin bir ürünü olarak mı bakıyorsunuz?
Tasavvuf “okulları” kolay bir ÅŸey deÄŸil. Açılır açılmasına ama kim kapattı? O da var. Uzun bir konu bu. Bir müesseseye kilit vurmakla o düşünce kapanır mı, kapanan nedir, kapanmayan nedir, uzun konular. Bazı derneklerin, vakıfların “tasavvuf okumaları kursları” adı altında bir yerler açıyor olmalarını ben olumlu görüyorum. Neticede düşünce geleneÄŸimize bir dönüş olarak görüyorum.
Tasavvuf Osmanlıda, dini ilimler içerisinde önemli bir yeri olan bir alandı. Tasavvufsuz hadis yapılmazdı, fıkıh yapılmazdı, Åžeyhülislamların tamamı tasavvuf erbabındandı. Tasavvuftan koparılmış fıkıh kuru bir alandır. O açıdan, bence bunlar güzel ÅŸeyler, olumlu ÅŸeyler. Ä°slam dünyasında maalesef, özellikle Arap dünyasında tasavvufu dini ilimler içerisinden kovma gayreti var. Suudi Arabistan’da hala tasavvuf dersleri diye bir ÅŸey yoktur. O zaman da ÅŸemada bir problem çıkmaktadır. Biz güzel bir Osmanlı mirasına, düşünce mirasına sahibiz. Burada tasavvufun rolü ne idiyse o yerin teslim edilmesi gerekiyor. TaÅŸköprülüzade’nin Mevzuat-ul Ulüm kitabında tasavvufun yeri ne idiyse o yer. Fazla bir ÅŸey istemiyoruz. Osmanlı ÅŸeyhülislamı Molla Fenari kim idiyse, Davud-u Kayseri kim idiyse, Zenbilli Ali Efendi kim idiyse, PaÅŸmakçızade Ali Efendi kim idiyse (burada Osmanlı ÅŸeyhülislamlarını sayıyorum, tekke ÅŸeyhlerini saymıyorum) onların tasavvufunu talep ediyoruz.
Bir omurga kırıldı, o omurgayı düzeltmeye çalışıyoruz. Omurga kırıldığı zaman uzun yıllar onunla yaşayanlar onu aslî omurga zannetti, sakat ve kamburu çıkmış bir hâlde değneklerle zor yürüyorlar ama alıştılar bu hâllerine. Vesselâm.
http://ekremsakar.blogspot.com |