Epeyce gerilere gidiyor ilk tanışma. Bendeniz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudum. Hazreti Mevlana da ders konuları arasında yer alıyor. Bu vesileyle Farsçaya merak sardım. O zamanlar – müdavimleri hatırlayacaklardır- Beyazsaray’da bir Kitapçılar Çarşısı ve orada da Doğu’dan gelmiş olan bir Hasan Hoca vardı. Hasan Hoca Mesnevi okutur, açıklardı. Bendeniz de bir arkadaşımla onun yanına uğrayıp bir miktar yeri anlayıp çoğunu anlamayarak Mesnevi’yi takip etmiştim. Bu zat aslında herhangi bir resmi tahsili olmayan ama Mevlana’yı, Mesnevi’yi çok seven bir insandı. Biz oraya gidip geliyorduk. Çevresindeki kitapçı arkadaşları da Hasan Hoca’yı küçümsüyorlardı. İlkokul mezunu bile değil; Doğu’da medrese diye tabir edilen birtakım yerlerde biraz Arapça, biraz Farsça öğrenmiş. Çevrede “Bu cahil adam çocuklara ne öğretebilir ki?” gibi şeyler söylüyorlardı. Kendisi de üzülüyordu. Bir gün ders için gittiğimde bir baktım fevkalade neşeli. “Hocam hayırdır, yüzünüz çiçek açıyor. Öğrenebilir miyim?” dedim. Dedi ki “Bu gece bir rüya gördüm.” Rüyada uzun bir sofradaymış. Sofrada Hz. Mevlana oturuyormuş. Yanında büyük oğlu Sultan Veled. Öbür tarafında Hüsameddin Çelebi. Bütün Mevlevi erkanı sofradalar. O de kapı tarafında mahcubiyetten iki büklüm, “Benim gibi cahil bir adamın bu cemiyette işi nedir?” diye sığınacak yer ararken Hz. Mevlana masanın üstündeki meyvelere uzanıp oradan bir portakal almış sonra da Hasan Hoca’ya doğru uzatmış. Arada üç dört metrelik bir mesafe varmış. Kol uzamış ve –hani dervişin kolu uzun derler ya- öyle portakalı Hasan Hoca’ya kadar uzatmış. Tabi bu yoruma göre; Mesnevi okutabilir icazeti verdim, anlamına geliyor. Bunun üzerine hemen yanı başındaki Hüsameddin Çelebi biraz huzursuz olmuş ve “Pirim, bu cahil adam nasıl olur da Mesnevi icazeti alabilir?” demiş. Hz. Mevlana da buyurmuş ki: “Her ne kadar çok fazla Mesnevi’den, Farsçadan anlamasa da onu sever ve sevdirir. Dolayısıyla bu icazeti hak etti.” Hasan Hoca bazen elini kulağına atar ve hoşuna giden yerleri gazel gibi tekrar tekrar okur, heyecan emareleri gösterirdi.
Sizce Hz. Mevlana’nın hala yaşıyor olmasının sebepleri neler olabilir?
İnsan bir ten ve bir candan oluşuyor. Tenler ölüyor, canlar ise ölümsüz. Bazı insanlar baştan başa can kesiliyorlar, ruh kesiliyorlar. Ve ölümsüzlük iksirini elde ediyorlar. Hz. Mevlana insanın bu can ve ten kısmını bir metaforla Hz. İsa ve üzerine bindiği merkebe benzetiyor. Diyor ki: Ten merkebe, can ise İsa’ya benzer. Merkebin gıdası farklıdır, canın gıdası farklı. İnsanın ten bakımından beslenmesi olduğu gibi canı da sevgiye, aşka susuzdur.” Hz. Mevlana da böyle canları besleyen bir feyz ırmağı, can kaynağı. O yüzden hala yaşıyor ve ondan başka da günümüzün Mevlanaları var çok şükür.
Günümüzün Mevlanalarına örnek verebilir misiniz?
Romanya’ya gittiğim zaman orada serapa nur olmuş, süzülmüş bir arkadaşımızla tanıştık. Kendisi bir müddet Gine denilen Afrika ülkesinde bulunmuş. Bana bir hatırasını anlattı: “Orada eşim ve çocuklarımla pikniğe gittik. Yemek yerken elli yüz metre ilerde yedi sekiz yaşlarında bir sürü zenci çocuğu vardı. Dizilmiş, bize bakıyorlar. Merak ettim, bunlar yaklaşmıyorlar, bir şey de istemiyorlar ama niçin böyle dikkatli bakıyorlar, diye. Nihayet bun oradaki park görevlisine sordum. Dedi ki: “Sizin gitmenizi bekliyorlar. Siz gittikten sonra yemeklerinizin artıklarını yiyecekler.” Çok tesir etti bize. Onun üzerine ertesi gelişimizde çok zengin malzemeyle geldik. Yarım ekmeklerin içine köfte koyarak her birine verdik. Bir tanesi dedi ki: “Ben iki tane alabilir miyim?” “Niçin?” diye sordum. Uzakta çömelmiş bir çocuğu gösterdi; “Bu benim felçli kardeşim. Ona da alabilir miyim?” Şimdi, bakınız, Mevlana’nın gönül zenginliğini günümüzde temsil eden kardeşlerimiz oralarda hepimizin hayranlığını celb edecek işlerle meşguller. Hz. Mevlana insanlara bu duyguyu öğreten, başka her şeyden önce bu duyguyu öğreten bir gönül zengini.
Siz önemli bir akademisyensiniz. Alanınızda ilerlemek adına muhtelif makaleler yazmak varken herkes böyle bir eser yazmak sizin için ‘vakit kaybı’ sayılmaz mı?
Kültürün topluma mal edilmesi için arada bazı kitapları revizyondan geçirmek gerekiyor. İlmi çalışmalarımız çoğu zaman raflarda küfleniyor. Benim doktora tezim eski edebiyatla ilgili. Ondan akademik camiadan çok az insan istifade edecek. Ancak biz bu çağda yaşıyoruz ve bu çağın insanının ihtiyaç duyduğu değerler var. Bizim klasik kültürümüzden taşıyabildiğimiz birtakım şeyler varsa onları bu çağın diline tercüme etmemiz bizim üzerimize bir vecibe.
Bize Mevlana’dan haber veren ana kaynaklar nelerdir?
Hz. Mevlana, kaynak bakımından birçok tarihi şahsiyete göre şanslı sayılır. Mesela Yunus’un hayatı adına bildiğimiz şey neredeyse sıfır. Hacı Bektaş da öyle, hayatı menkıbelere karışmış insanlar bunlar. Ancak yaşadığı zamanlardan başlayarak Hz. Mevlana’nın yaşadıkları, sözleri yazıya geçirilmiş. Benim en çok istifade ettiğim kaynaklardan birisi büyük oğlu Sultan Veledin eserleri. Mevlevilik formel anlamıyla büyük ölçüde onun eseridir diyebiliriz. O, babasının Mesnevi’sine benzer tarzda İbtidaname isminde on bin beyitlik büyük bir eser yazıyor. Burada hem babasının hem çevresindekilerin hayatlarından, mesajlarından söz ediyor. Diğer bir kaynak kırk sene kadar Mevlana çevresinde bulunan Feridun Sipehsalar . Sipehsalar risalesinde Mevlana’dan bazı anekdotları aktarıyor. Menkıbelerde daima bir ihtiyat payı bırakmak gerekir. Çünkü sevenler daima biraz abartmaya mütemayildir. O yüzden değerli eserlerdir ama daima kritik etmek gerekir. Diğer bir kaynak ise Ahmet Eflaki’nin Menakıb-ı Arifin isimli iki ciltlik büyük eseridir. Bu eser Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi’nin siparişiyle yaklaşık olarak Mevlana’nın vefatından elli sene sonra yazılmıştır. Aile çevresinde onu tanıyanların, akrabalarının anlattıkları başarılı bir şekilde yazıya aktarılmış. Bu, defalarca Türkçeye çevrilerek basıldı. Tahsin Yazıcı’nınki en meşhurudur çevrilenler arasında. Buradaki birçok bilgiyi bir araya getirip süzgeçten geçirdiğimizde geriye kalan o kristalize bilgi, Hazreti Mevlana’nın bilgisi oluyor. Bu anlamda onun hakkında epeyce şey bildiğimizi söyleyebiliriz.
Mekanın insanı inşa edici bir hususiyeti olduğunu biliyoruz. Hz. Mevlana’nın hayatına dair ipuçları yakalama adına bize biraz Belh’ten söz etseniz.
Hz. Mevlana bir kıvılcım olarak Belh’ten zuhur etti. Bir güneş olarak Konya’da uful etti. Hz. Mevlana olmasaydı Belh belki günümüzde o kadar tanınan, bilinen bir şehir olmayacaktı. Çünkü günümüzde Belh şehir olmaktan çok, kasaba adına layık bir yerleşim birimi. Ama tarihte burası Harzemşahlar diye bilinen büyük devletin büyük kültür merkezi ve sayılı şehirlerinden birisiydi. Aslında İslam’ın ilk fetih çağlarında, henüz Hz. Muaviye zamanında, H. 43 yılında Belh Müslümanların eline geçmiş. Ve 100-150 sene sonra da İslam dünyasının kültür başkentlerinden birisi haline gelmiş. Birçok mutasavvıf burada yaşamış. Bunlardan biri hepimizin İbrahim Ethem olarak bildiği Belh Sultanı İbrahim Ethem. Hz. Mevlana’nın yaşadığı sıralarda Necmeddin ismindeki büyük bir Kübrevi şeyhi ve ayrıca Şakik-i Belhi de burada yaşamaktaydı. Moğolların şehri ele geçirmesi esnasında kaçmayı reddeden Necmeddin, müridiyle beraber onlara karşı çıkmış ve şehit olmuştur. Bu devrede de Hz. Mevlana’nın babası Bahaüddin Veled ilmi saygınlığı bakımından Sultanu’l-ulema lakabıyla çevresinde bilinmekte, sevilmektedir.
Hz. Mevlana nesebi yönüyle adeta altın bir halkanın devamı gibi. Eserinizde de ‘alimler yetiştiren bir aileye mensup olduğunu’ söylüyorsunuz. Bu altın halkayı biraz daha yakından tanımak adına babası Baha Veled’den söz edebilir misiniz?
Menkıbe kitapları bazen onu soy cihetiyle Hz. Ebubekir’e kadar çıkarıyorlar. Tarikat cihetiyle Baha Veled hem alim hem mutasavvıf. Meşhur Gazali’nin küçük kardeşi Ahmet Gazali büyük bir sufidir. Mevlana’nın babası Baha Veled, tarikat silsilesi bakımından Ahmet Gazali’ye kadar ulaşmakta. Baba bakımından saray çevresine mensup ve eşi Mümine Hatun Belh emirinin kızı. Maddi ve manevi otoriteler onda bir araya gelmiş.
2007 yılı itibariyle Hz. Mevlana’nın doğumunun 800. yılını kutladık. Doğum tarihiyle ilgili çeşitli değerlendirmeler var. Net bir bilgiye ulaşmamız mümkün değil mi?
Net olarak bilinen tarih 1207 tarihidir. Kaynaklar arasında adını andığımız Sultan Veled divanında babasının doğum tarihi olarak miladi karşılığı 1207’yi gösteren bir tarih söylüyor. Oğlu bilmeyecek de kim bilecek, diye düşünülebilir. Fakat Mevlana’nın manzum eserleri yanında birkaç mensur eseri de var. Bunların en meşhuru Fi Hi Mafih isimli sohbetlerinin toplandığı eser. Bunlar, kendi ağzından derlenmiş olan sohbetler. Sohbetlerdeki bilgi 1207 bilgisini tereddütlü hale sokuyor. Çünkü diyor ki “Ben Semerkand’ın kuşatılması esnasında o şehirdeydim. Orada düşman ordusu her tarafı yağmalıyordu. Komşumuz olan genç ve çok güzel bir kız vardı. O şöyle dua ediyordu: ‘Allah’ım ben sana sığındım. Beni düşmanın şerrinden zararından sen koru.’ Şehirde neredeyse yağmalanmamış, zarar görmemiş hiçbir ev kalmadığı halde Cenab-ı Hak bu genç kızı mahfuz tuttu…” Bu minvalde sözler söylüyor. Semerkand’ın kuşatılma tarihi 1207 yılı. Yani doğum tarihiyle şahit olduğu tarih bir araya geliyor. Bir çocuğun bunu hatırlayabilmesi için asgari 7-8 yaşlarında olması gerektiğini düşünürsek 1207 değil de herhalde 1200 gibi olması gerekir. Bazıları 1201 demişler, 1203 demişler, Abdülbaki Gölpınarlı ise 1884’e kadar geriye götürmüştür. Günümüzde resmi kabul gören tarih 1207 tarihidir, UNESCO da bu tarihi esas almıştır. Zaten insanların doğum ve ölüm tarihinin pek de bir kıymeti yok, onlar mesajlarıyla önemliler. Nitekim o bir ifadesinde yaklaşık olarak “Biz ölmemek üzere doğduk.” diyor.
Hz. Mevlana, kimi araştırmacıların ifadelerine göre 1212, bir kısmının dediğine göre ise 1221 yılında ailesiyle birlikte doğduğu şehir olan Belh’ten ayrılıyor, batıya doğru bir göç yoluna giriyorlar. Bize biraz bu göçten bahseder misiniz?
Hz. Mevlana’nın göç tarihiyle ilgili -doğum tarihinde olduğu gibi- ihtilaflı bilgiler var. Öncelikle bu göçün sebebi olarak iki ihtimalden söz edebiliriz. Bunlardan birisi şu: Bu tarihlerde Belh çevresinde iki büyük akım var. Biri kelamcı akım, diğeri tasavvuf akımı. Kelamcıların o zaman çok tanınan bir ismi var, Fahreddin Razi. Biraz Mutezile ekolüne mensup büyük bir filozof, değerli bir bilim adamı. Padişah daha önce Mevlana’nın babası Baha Veled’e çok iltifatta bulunurken son zamanlarda teveccühünü Fahreddin Razi’ye yönlendirmiş. Bunun üzerine Baha Veled, takdir görmediği böyle bir yerde yaşamamak için Batı’ya doğru göç etmiştir. Bir ihtimal bu, ikincisi ise –daha çok makul olanı bu rivayettir- Moğollar hızla çevreye yayılıyorlar ve ele geçirdikleri her bir yeri hiçbir canlı bırakmamak üzere yakıp yıkıyorlar. Bu tehlike karşısında varlıklı aileler, göç etmeye muktedir olanlar çoluk çocuğunu, taşıyabildiği mal ve mülkünü alıyor, daha güvenli gördüğü Batı’ya doğru göç ediyor. İşte Hazreti Mevlana’nın babası Baha Veled yakınlarını topluyor ve önce İran’a, oradan Bağdat’a, Bağdat’tan Hicaz’a on yıl süren uzun bir yolculuğa çıkıyor. Hazreti Mevlana yaklaşık olarak 7-8 yaşında göç etti, Konya’ya Larende’ye geldiğinde de on sekiz yaşında bir delikanlıydı ve ilk evliliğini de Larende’de yaptı. Kervan Bağdat’a geldiğinde herkes çok mühim bir zat olduğunu fark ediyor ve Baha Veled’e soruyorlar: “Sen nerden gelip nereye gidiyorsun?”. Yaşlı alimin verdiği cevap oldukça manidar: “Biz Allah’tan gelip yine Allah’a gidiyoruz.” Yani sureta Belh’ten çıkıp Bağdat’a, Bağdat’tan çıkıp Hicaz’a gitmemizin çok anlamı yok. Bütün bu yollar aslında tek bir yolun, büyük bir yolculuğun parçası. Nereye gidersek gidelim, doğuya batıya kuzeye güneye, aslında tek bir yere gidiyoruz. Bu yolculuk Hz. Mevlana’yı olgunlaştıran, hayatın da bir yolculuk olduğunu fark etmesini sağlayan uzun, anlamlı bir yolculuk olmuştur.
Mevlana deyince akla gelen diğer bir isim Şems. Eserinizde diyorsunuz ki, “Şemsin ayrılığı, Mevlana’nın kemal yolunda aşması gereken basamaklardan biriydi.” Bu ifadeyi biraz açmanızı istesek sizden?
Önümüzde çay var. Şeker, nasıl çayın içerisinde eriyebiliyorsa seven de sevdiğinin içinde eriyebilir. Acaba yok mu olur? Sureta yok olur ama sireten yine yeni bir varlıkla var olur. Aslında Şems Mevlana’da, Mevlana da Şems’te kendi ruh frekansını bulmuştu. İkisi de hem hocaydı, hem talebeydi. Şems, Mevlana’da, Mevlana’nın gönlünde yeniden doğdu, onda yok oldu. Mevlana da Şems’te yok oldu. Böylece Mevlana Şems gittikten bir süre sonra diyor ki, “Şems gittiyse ne gam, benim içimde bin tane yeni Şems doğdu. Şems bendeki beni fark etmemi sağladı.” Esasında Şems’in Mevlana’nın hayatındaki en temel tesiri budur. Gölpınarlı diyor ki, “Fitili temizlenmiş, gazı konmuş, ayarlanmış bir lamba düşün, yanması için bir kibrit lazım, o kibrit Şems oldu. Şems, ruhen kanatlanmaya hazır olan Mevlana’ya ilk kıvılcımı, ilk fikri verdi. Şems, Mevlana’nın başka kitaplarla meşgul olmasını, başka sözleri nakletmesini kabullenemiyordu. Diyordu ki “Senin içinde bütün bu kitaplardan daha büyük bir kitap var. Sende bütün o büyük insanlardan daha büyük bir potansiyel var. Artık sen kendi kitabını okumalısın. Kendi sözünü söylemelisin. Kendi kanadınla uçmalısın. Sende bir İsa gizli. O İsa’yı doğur.” diyordu. Hz. Mevlana kendi İsa’sını doğuran, goncasını gül haline çevirebilmiş bahtiyar insanlardandı.
Şems-i Tebrizi’nin Mevlana’nın bütün kitaplarını bir suya bıraktığına dair bir menkıbe de var, değil mi?
Evet..Hz. Mevlana, babasının Makalat isimli bir kitabını, Feriddüddin-i Attar’ın İlahinamesi’ni çok okurmuş. Şems, bunları tutup havuza atmış. Mevlana biraz telaş edince “O kadar önemliyse al.” diye oradan o kitapları almış ve kitapların ıslanmadığını görmüş. Bu hadise ne kadar gerçektir, bu işin başka bir tarafı.
Biraz da Mevlevilik ve onun etrafındaki kavramlar etrafında bir ufuk turuna çıkalım istiyorum hocam. Öncelikle, bize Mevleviliğin ne anlama geldiğini ana hatlarıyla ifade eder misiniz, buna bağlı olarak da sema hakkında değerlendirmelerinizi alsak?
Günümüzde Mevlevilik denilince daha çok işin vitrin tarafı, görsel kısmı akla geliyor. Sahneler, sahnede dönen semazenler… Ben şahsen bunun da bir hizmet ifa ettiğine inanıyorum. Ama Hz. Mevlana içle dışı mukayese ederken daima görsel olandan çok muhtevaya, öze önem vermek gerektiğini söylüyor ve bir ceviz benzetmesi kullanıyor. Çocukların gözü cevizin kabuğundadır ama olgun insan için ceviz demek, cevizi kırmak ve içindeki özü yemektir. Ama sen çocuğa içi boş bir ceviz versen, onu ceviz içi vermekten daha çok sevindirirsin. Çünkü o şekline, takırtısına, tukurtusuna takılmıştır. Günümüzde de cevizin kabuğuna takılanlar hayli fazla. Hz. Peygamber nasıl onun mesajı demekse, Mevlana demek de Mesnevi demektir, Divan-ı Kebir, Mecalis-i Seb’a, Fihi Ma Fih demektir.
Günümüzde Mevlana ve Mesnevi denince daha çok sema anlaşılıyor.
Sema ve musiki caiz olup olmadığına dair çok uzun tartışmalara konu olmuştur. Semanın İslam dünyasında uzun bir geçmişi var. Geçtiğimiz yıllarda rahmetli oldu, Annemaria Schimmel’in sema hakkında yazdığı uzun bir incelemesinde Mevlana’dan yaklaşık üç yüz sene evvel Bağdat’ta bir semahane olduğunu öğreniyoruz. Demek ki sema İslam dünyasında oldukça eski. Bugün ismini bildiğimiz büyük sufilerden pek çoğu sema yapmış kişilerdir. Demek ki Mevlana’nın icadı olan bir şey değil sema.. Ama o sema ile bugünkü sema arasında şöyle bir fark var: Hz. Mevlana öyle şekle girecek bir insan değildi, günümüzdeki gibi formel bir sema töreni yapmadı hiçbir zaman. Bir ruh cezbesiyle heyecanın bir yansıması olarak değişik zaman ve mekânlarda kendi etrafında döndüğünü biliyoruz. Zaman içerisinde bu dönüş şekillendi, biçimlendi, kurallı kaideli hale geldi. Günümüzdeki şekliyle sema aşağı yukarı 1457 tarihine kadar uzanıyor.
Günümüzde Mevlana ile ilgili çok yanlış anlamaların olduğunu görüyoruz. Nasıl değerlendiriyorsunuz bunları?
Kimisi bilgi yetersizliğinden, çok az bir kısmı da kasıtlı olmaktan dolayı onu yanlış algılayabiliyorlar. İslam’ın bizden beklediği birtakım görevler var. Günümüzde bazı insanlara İslam zor geliyor. İnsanlar bir yandan bunları yapmakta zorlanıyor, bir yandan da Mevlana’dan geçemiyorlar ve kendi yaptıklarına bir dayanak, bir mesned ve cevaz bulmak üzere Mevlana’nın da öyle olduğunu vehmediyorlar. Mevlana, ibadet ve taatte kendisiyle yarışılabilecek bir insan değil. Dinin bütün rükünlerini en geniş, en derin anlamda tatbik eden bir insan. Bütün toleransı, hoşgörüsü ise dinde zaten mevcut olan şeyler. Hiçbir zaman o dinin dışında değildi, dini vecibeleri lüzumsuz bulmak gibi bir şey ona isnad edilemez. Bütün bunlar yanlış Mevlana portreleri.
Hz. Mevlana hakkında kaleme aldığınız eserinizin en çarpıcı kısımlarından, en fazla ilgiyle okunacak kısımlarından biri “Mevlana’nın fikir dünyasında kısa bir gezinti” başlıklı bölüm. Bu kısımda özellikle, “Unutmaman gereken tek şey” başlıklı, Fihi Mafih adlı eserden alınan bölüm çok dikkat çekici. Unutmamamız gereken tek şey nedir hocam, bu konuda Hz. Mevlana bize neler söylüyor?
Adımız insan olduğuna göre, insan olmayı unutmamalıyız. Gerçekten insan denilen yüce ismin içeriğini doldurmalıyız. Çünkü şekil bakımından insan olmak, insan olmaya kafi değil. Mevlana diyor ki sana bir padişah elmas bir kılıç verse, sen de onunla bayat et doğrasan o elmas kılıca zulmetmiş olursun. Kör bir bıçakla da doğrayabilirdin o bayat ekmeği. Sana altın bir kupa verseler, sen onun içinde turşu kaynatsan yazık olur. Bunu adi bir çanakla da yapabilirdin. Kocaman bir alim, kocaman bir kitap yazsa bu kitabı her türlü amaçta kullanabilirsin. Yastık olarak da kullanabilirsin ama alim onu yastık olsun diye yazmadı, göz nurunu onun için dökmedi. Cenab-ı Hak da insanı sadece kendisine hizmet etmek üzere yarattı, insan kendisini başka her ne için harcayacak olursa olsun kendi değerini düşürmüş, israf etmiş, elmas kılıçla bayat et doğramış gibi olur. Kocaman bir kitabı yastık yerine kullanmış gibi olur. “Sen çok kıymetlisin, kıymetinin farkında ol. Sen Cenab-ı Hakk’a layık bir varlıksın. İşte bunu unutma.” diyor Hz. Mevlana.
Röportaj: Yüsra Mesude Arslan
On5yirmi5.com