Site Haritası
Kur'an-ı Kerim
Hadis-i Åžerif
Hz. Mevlana
Eserleri
Bahâeddin Veled
Seyyid Burhaneddin
Åžems-i Tebrizi
Selahaddin Zerkubî
Sultan Veled
Hüsâmeddin Çelebi
Hz.Mevlâna Dergâhı
Sema
Adab ve Erkan
Yolun Mertebeleri
Çelebilik
Mevlevi Ayinleri
Mevlana İhtifalleri
Akademik
Yükle
Hizmeti Geçenler
Mesnevi Sohbetleri
Mesnevi Hikayeleri
Fihimafih Okumaları
Duyuru&Etkinlik
Haberler
Semazen Video
Semazen Radyo
E-Kart
Projelerimiz
Foto Galeri
Soru ve Cevaplar
Linkler
Evrad-ı Şerif
KONYA
Dinletiler
Ney NaÄŸmeleri



 

Google

Kur'an-ı Kerim

Dinleyelim

Hz. Mevlânâ'nın eserlerinden hangisini okudunuz?
Mesnevi
Divan-ı Kebir
Fihimafih
Mecalis-i Seba
Mektubat
Birkaçını
Hiç Birini
 
Röportaj

Prof. Dr. Mehdi Aminrazavi ile

Sufizm, Felsefe ve Hz. Mevlâna

18 Aðustos 2009

Prof. Dr. Mehdi Aminrazavi ile röpörtaj

Sufizm, Felsefe ve Hz. Mevlâna

Röpörtaj: Mairaj Syed

Mehdi Aminrazavi Mary Washington Üniversitesinde Din ve Felsefe bölümünde profesör olarak görev yapmaktadır. Röpörtajımıza baÅŸlamadan evvel Profesör Aminrazavi’nin geçmiÅŸi hakkında biraz bilgi verelim. İran (MeÅŸhed) kökenlidir. Amerika’ya 1976 yılında geldi ve lisansını Seattle’da Washington Üniversitesi Felsefe ve Åžehir Planlama üzerine yaptı. Akabinde burada Felsefe’de yüksek lisans, Temple Üniversitesi’nde ise Din Felsefesi üzerine yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 1992 yılından itibaren Mary Washington Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Aminrazavi, iki önemli monografi’nin yazarıdır; bunlardan birisi : “Suhreverdi ve İşrakilik Okulu” ve diÄŸeri ise yakın zamanda “Erdem’in Åžarabı: Ömer Hayyam’ın hayatı, ÅŸiirleri ve felsefesi” isimli, Ömer Hayyam üzerine olan eseridir. Aminrazavi aynı zamanda “İran Felsefesi Antolojisi” isimli beÅŸ ciltlik bir antoloji çalışmasının da yardımcı editörlüğünü yapmıştır.

 

Sufizm tam olarak nedir diye sorarak konuşmamıza başlayalım isterseniz.

Evvela, sizlere ve bu programın yapımını saÄŸlayan televizyon kanalına teÅŸekkürlerimi sunmak isterim. Sufizm sadece kendi alanı içinde önem arzeden bir konu olmakla kalmaz, aynı zamanda iliÅŸkili olduÄŸu ve çözüm sunabileceÄŸi yahut getirebileceÄŸi meselelerin geniÅŸliÄŸi açısından da oldukça geçerliliÄŸi olan bir konudur. Sizlerinde bildiÄŸi üzere tüm dinlerde aşırı tutuculuÄŸun (fundamentalizm) yükselmekte olduÄŸu bir devirde yaşıyoruz ve genel olarak tüm dinlerin ezoterik (batıni) boyutu ve bilhâssa İslam’ın ezoterik boyutunda, Sufizm zamanına oldukça uygun bir mesaj vermektedir. İzininizle Sufi ve Sufizm kelimelerinin etimolojisi üzerine bir kaç söz söylemek isterim. Sufi ve sufizm terimlerinin kökeni ve nereden geldiÄŸi konusunda genel olarak üç farklı iddia vardır. İlk görüş Sufi teriminin Yunan kökenli olan ve bilgelik/erdem anlamına gelen “Sophia” kelimesinden türetildiÄŸini savunmakta ve bu yüzden Sufi’yi aklın ve bilginin yolunda yürüyen erdemli kiÅŸi olarak görmektedir. İkinci iddia, Sufi kelimesinin Farsça kökenli olan ve saf manasına gelen afā (safa) kelimesinden geldiÄŸini ve bundan dolayı Sufi, “saf-temiz kalpli olan” görüşünü savunur.  DiÄŸer bir iddia’da, kaba bir kumaÅŸ olan keçe (ūf) kavramı ile iliÅŸkilendirilir, bu üçüncü iddiaya göre, ruhlarının saflığını, temizliÄŸini koruyabilmek için yoksul bir yaÅŸam biçimini seçen Sufi derviÅŸlerin vücutlarını boydanboya örten keçeden basit kıyafet giymeleri bu iddianın kanıtı gibi gösterilmekte ve derviÅŸlerin adlarının, giydikleri keçe (suf) kıyafetlerden geldiÄŸi iddia edilmektedir.

Bu bahsetmiş olduğunuz keçenin dervişler tarafından giyilmesinin sebebi nedir?

Bu kumaÅŸ ten’i tahriÅŸ eder. Sufiler, bu hususta Hristiyan keÅŸiÅŸlerine oldukça benzerlik gösterir… Yine bir iddiaya göre erken dönem sufileri, aynı tip kumaÅŸ giyen Hristiyan keÅŸiÅŸleri ile yakın temas içindedirler ve bir etkileÅŸim söz konusudur. Keçe vücudu tahriÅŸ ettiginden dolayı, bir tür çile cekme biçimidir, yani bir çeÅŸit zühd formudur. Sufizm kelimesinin etimolojisi hakkında mevcut olan üç tanımlamayı dördüncü bir tanımlama izler ve bu tanımlamaya, Sufizm’in nereden geldiÄŸi görüşünü de dahil ederek bir bütünlük içinde ele almaya çalışacağım.

Sufizm’in nereden geldiÄŸi konusunda, ortaya konulan ilk iddia (en azından bazı batılı âlîmler tarafından), Hinduizm ve Budizmin ve de Hristiyanlığın sofu (çilecilik) yahut monastik (keÅŸiÅŸlik) yönünün, İslam üzerindeki etkisi olduÄŸu yönündedir. DiÄŸer bir deyiÅŸle, bu iddia Müslümanlar’ın ilk olarak doÄŸu ortadoks Hristiyanlarla, sonrasında batı kesimle ve doÄŸu kesimde Hindular ve sonrasında Budistler’le olan temaslarına baÄŸlı olarak bunların geleneklerinde olan çilecilik uygulamasını benimsediklerini savunmaktadır.

Yani Sufizm İslam’a özgü deÄŸildir, baÅŸlangıcından itibaren mevcut deÄŸildir, öyle mi?

Bu sâdece bir iddia’dan ibarettir. İkinci bir görüş ki benim için birinci görüşle aynı düzeyde kabul edilemez bir iddiadır, bazılarının“Aryan hareketi” olarak adlandırdığı, İran İmparatorluÄŸu’nun çöküşünden sonra, İranlılar’ın yenilgiyi hazmedememeleri doÄŸrultusunda bir tepki oluÅŸumu ve buna baÄŸlı olarak İslam’ın bir nevi PerslileÅŸtirilmesi giriÅŸimidir.

Sufizm, bir nevi bu Perslileştirilmiş yönelimi temsil mi ediyor?

DoÄŸrudur. Yani böyle bir görüş ortaya atılmış ve iddia edilmiÅŸtir. İslamın ÅŸeriat yönünden memnun olmadılar ve böylece İslam’ın kalbinde yani özünde olanı alarak, kendilerini İslam’ın ÅŸeriat ve fetih yapısından uzak tuttuklarına dair bir iddia ortaya atılmıştır. Elbette bunlar haricinde bir üçüncü tanımlama ve daha temel olan bir anagörüş vardır ki benim de acizane hemfikir olduÄŸum bu tanımla, Sufizmin nereden geldiÄŸi konusunun özünde yatan gerçeÄŸi sunar; bu da Sufizm’in İslam’ın kendi içindeki bütünleyici (integral) bölümlerinden birini oluÅŸturduÄŸu görüşüdür. Sufizm İslam’ın gizemsel olan boyutunu, özelindeki halini temsil eder.

Peki, Sufizm İslam’ın diÄŸer alanlarıyla nasıl bir iliÅŸki içerisindedir?

Çok güzel bir soru. Bu soruya cevap verebilmek için daha geniÅŸ bir pencereden bakmamız gerekmektedir. Son yirmi yıldır karşılaÅŸtırmalı dinler üzerine eÄŸitim veren biri olarak, sâdece sufizm ve İslam’da deÄŸil, hemen hemen tüm dinlerde bir olguya rastlamaktayız; aÅŸina olduÄŸum dinlerde, kendilerinde iki farklı tanımlamaya (izah)’a elveriÅŸli olmaya maruz bıraktıklarını görüyoruz: eksoterik ve ezoterik, yani zahiri ve batıni. Bunun örneÄŸini Musevilikte görebiliriz, Ortadoks MuseviliÄŸi daha çok kurallara harfiyen uyan bir yapı gösterirken, Kabalistler daha ezoterik, daha ılımlı bir Musevilik anlayışı sergiler. Hristiyanlıkta, Protestanlıkla temsil edilen eksoterik bir yapıdan bahsetmek mümkünken, diÄŸer tarafta daha ezoterik, daha ruhsal, ve dinin özüne yönelik daha ılımlı bir yaklaşım olan katolik, daha monastik (keÅŸiÅŸlik) geleneÄŸine yakın bir anlayış görmekteyiz.

Peki bunlar birbirlerine muhalif olmak zorunda mıdır yahut dinî geleneklerin farklı safhalarını ve tavırlarını mı tanımlamaktadırlar? Din alimleri bu konu’da nasıl bir görüş belirtmektedirler?

Güzel bir soru. Muhalif olmak zorunda deÄŸiller, diÄŸer bir deyiÅŸle birçok dindar Katolik olmakla beraber, yine kurallara tam anlamıyla baÄŸlı olan ve uygulayan Kabalistlerde vardır. Fakat dinin ön gördüğü ve iliÅŸkilendiÄŸi yapı dahilinde, dinin ekzoterik yorumcuları, dini uygulanması gereken bir dizi kurallar bütünü olarak görmektedirler. Bir cevizi düşünün, cevizin bir kabuÄŸu vardır ve bir de cevizin içi vardır. Kabuk salt olan sâdece bir yapıdan ibarettir ve bir cevizi cazip kılan kabuÄŸu deÄŸil, o kabuÄŸun içinde olandır. Yani dinin ve İslamın özünde (kalbinde) olan hakikat onu cazip kılan bölümüdür, bir baÅŸka ifadeyle gerçekten dinin kalbi ve ruhudur. Ve dış kabuk hedefe yönelik, amaca ulaÅŸtıran bir vasıtadır. Bu yapı, özellikle İslam’da olmak üzere, Hinduizm, Budizm, Musevilik ve Hristiyanlıkta görülmektedir. Bu bahsettiÄŸimiz kabuk ve kalp en doÄŸru ÅŸekilde Sufi geleneÄŸince temsil edilmektedir.

Somut bir örnekle ele almaya çalışalım. Tahmin ediyorum ki, belki bu dış kabuÄŸa ÅŸeriat diyebiliriz… Åžeriat darken İslami geleneÄŸin yapısı içerisinde ele aldığımız ÅŸeriattan yani ÅŸeriat-ı muhammediyye’den bahsediyorum. Åžeriat, belirli bir ibadet anlayışı ve koÅŸulu tesis eder; mesela namaz kılmak. Namaz kılmak bir emirdir, koÅŸuldur ve müslümanların çoÄŸu günde beÅŸ vakit namaz kılarlar. Peki Sufizm’in bu ibadet yapısına yaklaşımı nedir, yahut bir baÅŸka ifadeyle sufizm bu ibadet anlayışıyla nasıl örtüşmektedir, nereye yerleÅŸmektedir?

Sufizm monolitik yani tek parça olarak davranan, yekpare bir oluÅŸum veya yapı deÄŸildir. Farklı Sufiler olduÄŸu gibi, farklı sufi gelenekleri, farklı düşünce ekolleri, farklı örneklemeler de vardır. Genel olarak ifade edersek, sufizm’in izgesi (kapsamı), Antinomian (ahlak kurallarına karşı gelen) sufilere kadar geniÅŸ bir çeÅŸitlilik gösterir, bu sûfiler geleneÄŸi parçalayarak, geleneÄŸin kalbine inmeyi dayatan bir anlayış sahipleridir.

Yani dış safhanın bir gereksinim olduÄŸunu düşünmüyorlar, yersiz yahut baÅŸka bir deyiÅŸle belki de yollarını kesen bir etken olduÄŸu görüşündeler…. Farzımahal, Gazali’nin ibadet anlayışını ele alalım. Gazali için Sufizm ibadete derinlik katan bir unsur deÄŸil midir? Bir nevi mükemmeliyete ulaÅŸmak için esas oluÅŸturmaz mı?

DoÄŸrudur.

Demek istiyorum ki, Gazali için sufizm, sadece zikir yapmak ve ilahî söylemek gibi ibadet anlayışlarından ibaret değildir, ortadoks bir yapının ayrılmaz ve bütünleyici bir parçası olan, genel olarak kabul edilmiş beş vakit ibadeti de şekillendirir.

Gazali’nin sufizm anlayışında ve Gazali gibi ÅŸeriat anlayışına son derece saygı gösteren diÄŸer birkaç alimde, ÅŸeriatın iki boyutu arasında bir yakınlaÅŸma görürüz. Åžeriatın dahi kendi içinde bir dış boyutu ve iç boyutu vardır. Yani ibadet etmemizi saÄŸlayan, örneÄŸin namaz kılarken araç olarak kullandığımız bedenî bir ibadet söz konusudur, bununla beraber bir de içsel ibadet vardır. Ramazanda yemekten kaçınırız, fakat bir de gözlerin, kulakların ve de dilin orucu vardır… Yani içsel bir oruçtan bahsediyoruz. Gazali oldukça yerinde bir yaklaşımla bu diÄŸer boyutu, ÅŸeriat’ın icrâ usulüne katmıştır, yani sizinde belirttiÄŸiniz üzere, bir derinliÄŸi sunmuÅŸtur.

İslam tarihinde eski ve yeni çagda tanınmış Sufi olan bazı alimler kimlerdir?

Bu sorunuzu yanıtlamadan evvel müsade ederseniz, sufi anlayışının yapılanması ve geliÅŸimindeki üç farklı evreden ve herbir evrede önem arzeden birkaç ÅŸahsiyetten bahsetmek isterim. İslam düşünce tarihinde üç farklı evre görürüz. Sufi geleneÄŸinin erken dönemi, zühd evresi yahut asetik-çileci ibadet evresi olarak bilinir. Bu dönemde, sufizm geleneÄŸinin en önemli ÅŸahıslarından biri olan Hz. Rabiat'ül Adeviyye gibi, asetik ibadet anlayışına oldukça ehemmiyet veren ÅŸahsiyetler görürüz. Bu tavır içinde varsayımla, çok bilinen bir hadîs olan “Tukhallafu bi Akhalq Allah” yani Allah ahlakı ile ahlaklanmak” ifadesini irdelemiÅŸ, ve böylece erken dönem sufileri “Ben” ve “Allah” arasındaki fark nedir, asl olanla, asıl mekanımla nasıl birlenebilirim, birliÄŸe nasıl eriÅŸebilirim? Bedenim var, ve bu bedenin tutkuları, arzuları var, Allah’ın yok. EÄŸer ki kendimi, bedensel isteklerden ve arzulardan arındırabilirsem, o daim Allah’ın ahlakı ile ahlaklanırım, O’nunla olurum, anlayışını esas almışlardır. Bu yüzden az yemek yemiÅŸler, az uyumuÅŸlar, Hz. Rabiâ gibi bazıları hiç evlenmemiÅŸ ve cinsel isteklerden ve bedensel arzulardan uzak durmuÅŸlardır. Bu dönem kabaca iki yahut iki buçuk asır sürmüş ve sonrasında zühd sufizmi olarak bilinen bu dönemin yerini aÅŸk sufizmi almıştır.

Ve bu bahsetmiÅŸ olduÄŸunuz ilk evre İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır, yani Peygamber Efendimiz ve eshab-ı kiram zamanından 250 yıl sonrasına kadar olan dönem?

Peygamber Efendimizden ortalama elli yıl sonra Sufizm’in bir nevi tutarlı ve bağımsız kimliÄŸi oluÅŸmuÅŸtur diyebilirim. İkinci dönemin anlayışını izah etmek için herhangi bir ÅŸeyle kıyaslamak gerekirse karma yoga gibi aÅŸk ve sevgi’nin çok güçlü bir dürtü olarak kabul edildiÄŸi bir anlayıştır. Bu sevgi dünyevî sevgiye, aileden birine olan sevgiye veya tekrar Allah sevgisine doÄŸru yönlendirilebilinir. Ve Allah’a doÄŸru yönlendirildiÄŸinde, hubb-i ask-i Rabbaniyye ile ruhu ve aklı açar. Aklın seçeneklerine diÄŸer hakikat gerçekliÄŸini sunar ve bundandır ki bu dönemdeki Sufiler yaratıcıyı ilahi aÅŸk olarak ve kendilerini de ilahi aÅŸkla seven sevgililer olarak görmüşlerdir. Yani aşık ve maÅŸuk iliÅŸkisidir.

Bir de üçüncü dönem olduğundan söz ettiniz

Evet, üçüncü bir evre daha vardır. Bu dönem de yine züht ve takvaya önem verilmiş fakat aşırı riyazet (çilecilik) konusunda aynı tutum görülmemiştir. Bedeni istekler ve arzuların tümü tam anlamıyla yok edilmesi gereken yahut saf dışı edilmesi gereken şeyler değildir

DoÄŸal olarak yani kendiliÄŸinden kötü deÄŸiller…

Çünkü Peygamber Efendimiz Sufilerin hepsi için örnek alınması gereken kişidir ve Efendimiz yemek yemiş ve uyumuştur. Elbette ki kendisi en fazla takva sahibi olandır, fakat sâdece kelimenin anlamıyla ele alırsak çok katı anlamda bir çilecilik yaklaşımı yoktur. Üçüncü bir evre demiştik, bu üçüncü evre hem birinci, hem de ikinci evreyi kendisine katar. Fakat buna dahil olarak üçüncü bir unsur olan ilim unsurunu da bünyesine alır. Bu dönemde irfân yahut ruhani bilgi denilen olguya verilen önemi ve bu konuda önemli eserler yazmış müslüman âriflerin ortaya çıktıklarını görüyoruz.

Allah aÅŸkına duyulan arzunun ilmi nasıl açıklamaya müktedir olduÄŸuna deÄŸindiniz. Allah arayışı ve Allah aÅŸkıyla, ÅŸu yaÅŸadığımız duyumsal âlem ötesindeki hakikate idraksal bir eriÅŸim kazanabiliyoruz, ve bu sanki biraz felsefik gibi…

Doğru. Aslında öyle ve öyle olmasının iki temel sebebi var: Birincisi bu zamana kadar, yani yedinci ve sekizinci yüzyıldan başlayarak sonrasına uzanan bir dönemden söz ediyoruz, İslam medeniyetleri üzerinde Helenistik ve Yunan düşüncesinin ciddi bir tesirini görüyoruz. Eflatun, Aristotales ve özellikle Plotinus etkisi çok çok önem arz ediyor. İkinci sebep; saf olan ilahî bir anlayış sahibi olunduğunda, bu beraberinde hasar verecek bir unsura, bir fenalığa da el verir. Önce de belirttiğim üzere Antinomian sufilerinin davalarında olduğu gibi bu bahsettiğimiz fenalığa örnek teşkil eden bir kuralları yıkma girişimi sözkonusudur. Hakikaten bu tarz bazı anlayışlar aşırıya kaçmış uygulamalardır. Bizim gördüğümüz bir nevi daha mâkûl, daha ilim ve bilgi sahibi Sufilerin frene basarak, duralım ve bekleyelim, burada ruhsal bir kargaşa başlatıyoruz, ve bizim ihtiyacımız olan disiplindir ve bu disiplin zaten kuruludur, hazırdır, evvela şeriat gözlenmelidir diyerek, bu unsuru anlayışlarına dahil etmişlerdir.

Bu Antinomian yönelimine karşı tepki hangi zaman dilimindedir?

12. yüzyıldan itibaren bunu görüyoruz. Bu dönemden itibaren, benim daha bilinçli ve ciddi olarak adlandırdığım bir tepkime yani ilerleme başlıyor. Bundan dolayı bu dönemde felsefî, felsefeleştirme, bazı sufilerce İslamın entellektüel boyutunun oldukça ciddiye alındığına, aynı zamanda, asetik ibadet usullerinin geleneğin bir parçası olarak kabul gördüğüne şahit oluyoruz. Bu dönemde ayrıca aşk unsuru da ciddiyet kazanmıştır; bu yüzden büyük âlîm İbn-i Arabi gibi büyük şahıslar ortaya çıkmış ve ondördüncü yüzyıldan itibaren karşımıza çıkacak olan Isfahan ekolünün tohumları bu dönemde yeşermeye başlamıştır.

 Isfahan ekolü felsefî bir ekol müdür?

 Felsefi bir ekoldür ama batı anlayışında ki felsefî ekol manasında deÄŸil. Yani sâdece analitik felsefe deÄŸildir. Felsefenin, teolojinin, tasavvufun, akli görü (sezgi)’nin birleÅŸiminden oluÅŸan bir felsefî ekoldür. Ve bu mutasavvıflar ayrıca ÅŸiir yazmışlar, çileye soyunmak gibi ibadetlerle de meÅŸgul olmuÅŸlardır.

Fakat Sufizm’in ayrıca sistematik felsefik bir bakışı da vardır.

 DoÄŸru.

Sufizm’in kendi içinde sistemleÅŸtirilmesine yönelik rol oynayan bazı ana ÅŸahsiyetler kimlerdir?

İşrakiyye ekolününde kurucusu olan Åžihabeddin Yahya Suhreverdi var, Muhiyiddin Ibn-i Arabi ve vahdet-i vücud ekolü var ve bunlardan daha ileri gidersek Isfahan ekolü var; Mir Damat ve öğrencisi olan ÅŸeyh Bahai, hepsinin üstadı olan Molla Sadra ve öğrencileri var. Bu saymış olduÄŸumuz bazı Âlimlerin ünü öylesine yayılmıştır ki Hindistan’a kadar ulaşır. Bazı müslüman MoÄŸol liderleri Safevi krallarına istekte bulunarak, bu alimleri Hindistan’a göndermeleri doÄŸrultusunda istekte bulunmuÅŸlardır.

İslam’ın tasavvufi geleneÄŸine özgün bazı ibadet ÅŸekillerinden bahsettiniz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız? Bir sufiyi sufi yapan ÅŸey nedir?

Çok güzel bir soru. Bir kişinin sufi olabilmesi için ilk gerekli unsur alçak gönüllülük, tevazu ve hakikate ulaşmak için duyulan şiddetli bir arzu sahibi olmasıdır. Fakat şunu belirtelim bunlar sâdece gerekli olan koşullardır, yeterli koşullar değildir. Yeterli olan koşullar için gerekli olan şey sufi olacak kişinin tatbike yönelik eğitimi ve dolayısı ile bir tarikate girmesi gerekliliğidir. Kendi başına sufi olunmaz. Tarihte zaman zaman kendi başına bunu başarmış olan kişilere rastlasakta, gerçek sufizm anlayışında bir tarikate intisab etme prensibi vardır. Sufizm anagörüşü içinde farklı tarikatler barındırır.

Yani Sufilerin bahsettikleri hakikat ilmi kitaplardan öğrenilemez.

Kesinlikle, sâdece kitaplardan öğrenilemez. Aslında bu durumu çok güzel ifade eden tasavvufi bir hikaye vardır. Oldukça ilim sahibi bir derviÅŸ, ÅŸadırvanın yanında oturmuÅŸ, çevresinde elyazması kitaplar ve kitabeler vardır. Bu olay, kendisi henüz bir sufi âlîm olmadan evvel oluyor. Bir veli geliyor yanına ve çevrede bulunan ne kadar yazma varsa hepsini havuza atıyor. DerviÅŸ feryatlar içinde, bu yazmaların ne kadar deÄŸerli olduÄŸunu söyleyince, veli suya uzanarak yazmaları teker teker sudan çıkarıyor ve tekrar yerlerine koyuyor. DerviÅŸ yazmaların hepsinin kupkuru olduÄŸunu görünce büyük bir ÅŸaÅŸkınlık içinde veliye bunu nasıl yaptığını soruyor. Veli şöyle cevap veriyor: ‘Bunca senedir senin bu sayfalara bir kalem ile yazdığını ben siliyordum. Ben kalbimi arındırıyordum.”

Yani ana fikrine bakarsak görünen o ki belki hepimizin derinlerinde mevcut olan bir tür ilim var

Parlatılması gereken bir bilgi var.

Ve bir kez parladığında, bir kez o iyi ahlâki yapıya sahip olunduğunda, halihazırda mevcut olan o bilgiye bir şekilde erişim sağlıyorsun.

Doğru bir yaklaşım. Her birimiz 10 yahut 20 km koşacak potansiyele sahibiz , fakat hakikatte bir eğitimden geçmeden, bir dizi antremandan geçmeden bunu yapmamız mümkün değildir. Potansiyel mevcuttur ama hakikatte yapılamaz. Ve böylece bir sufi tâlib denilen mürîd olduğunda yani hakikati arayan olduğunda, tasavvuf geleneklerinin uygulandığı bir yapıya da dahil olur, ve bunu eğitim izler. Bu eğitimler, sıradan yeme alışkanlıkları ve kimlerle münasebette olduğun gibi ve buna benzer geniş içerikli bir dizi uygulamaları içerir. İşte burada mürşidin rolü önümüze çıkar.Bu uygulamalar mürşidin katı ve kurallara dayalı rehberliği, yani önderliği altında olur. Uygulamalar kendi başına olmaz, bu yoldan geçmiş, deneyim ve ilim sahibi olan biri tarafından yakınen denetlenmesi gerekir.

Bu uygulamalara birkaç örnek vermeniz mümkün mü?

Elbette, günlük beÅŸ vakit namaz var, tefekkür, zikir yahut Esma’ül Hüsna zikri, dönemsel olarak tutulan oruç yahut uzun süreli oruç halleri. KiÅŸinin davranışlarının, hallerinin gözlemlenmesi. Nefsi isteklerden uzak durma.

Muhasebe?

Evet, muhasebe. Tasavvufi bir şiirde şöyle denilmektedir:

Sahat wa sawm wa sahar wa khalwat wa zikr bi mudam

Na-tamaman-i jahan ra konad in panj tamam

 

sıhhat, oruç, seher, halvet ve sürekli zikir,

Eksik olan maneviyat, bu beÅŸ kural ile tamam olur.

Yani temel olarak bir eğitim programına benzetebiliriz. Belirli bir eğitmen (mürşidin) himayesi altında, bu derslere katılarak, manen bir gelişme gösteriyor ve manevi mertebeler silsilesinde bir yükselme kaydediyorsunuz.

Evet, hakikat kademeleri

Bu kademelerden bazıları nelerdir?

Sufi kavramında, manevi geliÅŸimine dayalı olarak iki belirgin farklı kavram vardır, bunlara hal ve makam denilmektedir. Hal genellikle bir kiÅŸiye etki eden duyguların haleti ruhiyesini tanımlar, örneÄŸin çok sevdiÄŸiniz bir mûsikî eserini dinlediÄŸinizde, bu sizde belirli duygular uyandırır. Hasıl-ı kelam Sufilere ÅŸiir yazdıran, mûsikî bestelemelerini saÄŸlayan ve bu üretken yaratıcılığın taÅŸmasına sebep olan etken bu duygulardır. Fakat bunlar kalıcı deÄŸildir, gelir ve giderler. Ve bir de makam yahut erdem mertebeleri var. Bu duraklar (mertebeler) aslolan hedefe baÅŸka bir deyiÅŸle amaca doÄŸru uzanan kademelerdir. Bu kiÅŸinin kendi varlığını Allah’ın varlığında yok etmesi, O’na ulaÅŸma çabasıdır. Bu mertebeler iktisab edilir (kazanılır). Bunu askeri kademeler gibi tanımlayayım. Bir kez albay olduÄŸunuzda, artık piyade deÄŸilsinizdir, ve bir kez general olduÄŸunuzda teknik olarak artık geriye dönüş olamaz. Ve böylece, bunlardan bazıları, rıza kademesi gibi, mutavaat (teslimiyet), huzûr, korku, riyazet (kaçınma) ve umut gibi mertebeler ihtiva eder. .. Farklı sufizm ekolleri vardır. Bazı görüşlere göre bu sayı sekiz, bazılarınca oniki, bazı görüşlerce de kırk civarındadır. Fakat sonuçta, hepsinin, sonunda nereye ulaşılması konusunda hemfikir yani mutabık olduÄŸu son, fenafillah dediÄŸimiz kiÅŸinin kendi varlığından geçip Allah’ta yokolmayı arzulaması, Allah ile bir olma isteÄŸidir.

Profesör Aminrazavi, İslam teologlarının, İslam’ın tam olarak ne olduÄŸu hususuna açıklama getirmek adına sıklıkla baÅŸvurdukları meÅŸhur bir hadîs vardır. Ve bu hadîs İslam’ı üç safhaya böler: birinci unsur İslam, ikinci unsur iman ve üçüncü unsur ihsan. Sufizm’in bu hadisle olan iliÅŸkilendirilmesini açıklar mısınız?

Sizin de belirttiÄŸiniz üzere oldukça esas alınan bir hadistir ve Sufiler birçok muhtelif ortam ve durumlarda bu hadîsi yineler ve aktarırlar. Elbette ki bu bahsedilen üç unsur Sufizm’i ilgilendiren alan dahiline uygun ve İslam’la baÄŸdaşık bir ifadedir. İlk olarak teslimiyet vardır, Allah’ın iradesine olan teslimiyet.

Ve bu teslimiyet İslamdır…

Bu İslam. Allah tarafından verilmiÅŸ olan varlığımızın doÄŸasına ve O’nun kurallarına teslim olma. Yani eksoterik tabiatlı bir kiÅŸiseniz, kuralları takip etmeli ve onlara uymalısınız. Batıni yapılı biriyseniz, sizde mevcut olan daha içe yönelik bir yolu takip etmek zorundasınız. Fakat, İslami kısımı ilgilendiren asıl unsur teslimiyettir, yani kendini kaderinde belirlenmiÅŸ olan takip etmen gereken yola vermektir.

İman yani inanca deÄŸinelim: İnanç, Sufizm’in en temel ve gerekli ilkelerinden birisidir; Yaradanın ilahî hakikatına olan inânç, varlık hakikatına iman, İslam’ın temellerine dahil olan yaratılışa ve tekrar kavuÅŸma umuduna (vuslata) olan inanç. Fakat ihsan belki de bu saydığımız üç unsur içinde, sûfiler açısından en çok temel alınan unsurdur, Çünkü kabaca tanımlaması rikkat, salih amel gibi alınsa da, bizim aklımıza gelen en iyi tanımlama fazilet, erdemliliktir. Bu kavram geniÅŸ sayıdaki etik ve felsefî ekollerinin temel prensibini oluÅŸturur. Aristocu etik genellikle “erdem etiÄŸi” olarak adlandırılır.

İslami bir ifadeyle buna ahlak diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Bu konsept ÅŸu anlama gelir, kiÅŸiliÄŸiniz birkez alicenab (yüce gönüllü) olduÄŸunda, cilalandığında ve parladığında, bundan kaçınılmaz olarak yeni bir ahlâki yapı ortaya çıkar. BildiÄŸiniz üzere Immanuel Kant’a atfedilmiÅŸ “deontolojik etik” yahut “meslek ahlakı”  ekolü var. Bu ekol, bir iÅŸi ona inandığım yahut inanmadığım için deÄŸil faka vazifem olduÄŸu bilinci ile yaparım anlayışını savunur, yani kiÅŸi yapmaya mecburdur; zorunlu hisseder. Bu bir çeÅŸit ahlak anlayışıdır. Bir de faydacı bir ahlak ekolü vardır ki, bu da bir ÅŸeyin iyiliÄŸini ve doÄŸruluÄŸunu belirleyenin, fayda saÄŸladığı insanların çokluÄŸuna baÄŸlı olarak deÄŸerlendirilmesini öngörür. Erdem etiÄŸi ise, durup bu diÄŸer ekollere bakmayı ve gözden geçirmeyi öngörerek, bunların kendi içinde bir nevi sorunsal bir yapıya sahip olduÄŸunu söyler. Ve bir kiÅŸinin asıl yükümlülüğünün, edeb dahilinde keskin olan yönlerinin, yani fenâ ve kötü huylarının bilenmesi olduÄŸunu savunur. Rezâil yani ahlak-ı rezile ve onun saiklerinden uzak kalma.

Ahlâki bozuklukların giderilmesi…

Evet. İnsan ahlakının en temel unsuru. Ve bir kez parlayan bir yıldız haline geldiğinizde, bir kez ışıldadığınızda, sizden de ışık saçılacaktır.

Ve böylece daha iyi bir insan olma yolunda fazladan bir çaba sarfetmek gerekmeyecektir. Ne yaparsanız yapın, tanım gereği iyi bir karekter içerir çünkü ahlâki mükemmeliyete erişmişsinizdir. Sanki bir yerde neredeyse bunu denemek için çok fazla bir çaba sarfetmek gerekmeyecek.

Evet. Hz. Mevlâna’nın bu hususu örneklediÄŸi çok güzel bir hikayesi vardır. Mesnevi’deki hikayelerin hepsi aslında çok güzel açıklayıcı örneklerdir. Hz. Mevlânâ bizlere iki saray yaptıran bir padiÅŸahdan bahseder. Sarayların çok ihtiÅŸamlı süslenmesini, dekore edilmesini ve boyanmasını arzu eder. Bunun için sarayın birisini, çok titiz özenli, bir o kadar da detaycılıkları ile tanınmış olan Çinli ressamlara verir ve Çinli ressamlar örtülerle gizlenmiÅŸ olan sarayın içinde, sarayın her bir köşesini oldukça etkileyici ve güzel motiflerle süslemeye ve boyamaya baÅŸlarlar. PadiÅŸah diÄŸer sarayı Perslere verir ve bunlar da örtülerle gizlenmiÅŸ olan sarayın içinde ellerinde sâdece bir zımpara kağıdı ile sarayın her yerini zımparalamaya baÅŸlarlar. Sarayların padiÅŸahın beÄŸenisine sunalacağı gün gelir. PadiÅŸah Çinli sanatkarlardan örtüyü kaldırmalarını ister ve kaldırdıklarında, son derece görkemli motiflerle bezenmiÅŸ saray tüm ihtiÅŸamı ile görülür. PadiÅŸah ardından Perslerden örtüyü kaldırmalarını ister. Persler kendilerine verilen sarayı öylesine zımparalamışlardır ki, bütün saray bir aynaya dönüşmüş, sâdece Çinlilerin motiflerini deÄŸil, fakat diÄŸer sarayın tamamını yansıtmıştır. Burada bahsedilen saray insanın kalbidir. Erdem etiÄŸi gerçekte budur; kalbinizi, iç varlığınızı bir kez cilaladığınızda, bir kez dinî bütün ve faziletli olduÄŸunuzda, sizden güzellik ve takva yani züht ve saygı yansıyacak ve yayılacaktır.

Ve sufizm bize bu cilalamanın nasıl yapılacağını öğretiyor…

Kesinlikle. Sufizm, ruhun arınmasına yönelik olan pratik bir öğretim, bir başka ifadeyle talimattan başka birşey değildir.

Kant felsefesi yahut deontolojik etik diye bilinen ahlak anlayışının faydacı ahlak anlayışı ve buna karşı olan erdem etiği hakkında bilgi verdiniz ve sufizm, bahsedilen bu mükemmeliyetçiliğin başarılmasına yönelik uygulamalı bir yol. Yani, Sufizm ve hatta erdem etiği için, kuralları takip etmek yahut insanların menfaatine yönelik olarak bir takım kurum ve kuruluşların belirlenmesine yönelik bir içerik belirlemez diyebilir miyiz?

DoÄŸru.

Kendi içine hükmetmek, nefsini kontrol etmekle ilgilidir. Fitrata uygun yaÅŸama, doÄŸru iÅŸtiyak (arzu)’lara sahip olma ve hilkat üzere olmanın oluÅŸumudur. Bunu bir kez baÅŸardığınızda, iç benliÄŸinize bir kez hükmetmeye baÅŸladığınızda, neredeyse otomatik olarak faziletli ameller üretmeye baÅŸlarsınız.

Evet. Hayatın ve düşüncenin her alanında bir denge sağlamak lazım. İşte bu nedenledir ki, Sufizm insanların günlük hayatlarında da çok değerli bir unsurdur. Denge yapısını gündelik hayata sokmakla kalmaz, fakat aynı zamanda kişiyi ahlâki arınmaya teşvik eder, yani bu arınmayı sağlar.

Sohbetimizde bahsetmiÅŸ olduÄŸumuz Arabi, Hz. Mevlana ve Gazali gibi alimler, bir biçimde bu geleneÄŸi farklı ÅŸekillerde kullanmışlar. Hz. Mevlana’nın ÅŸairlik yönü var. Arabi’ve Gazali‘de de öyle fakat Arabi’nin sanki daha sistematik bir uslubu var.

Saymış olduÄŸunuz alimlerden herbiri ahlak üzerine ilmî bir eser yazmıştır. Gazali’nin “İhyâ’ Ulûm ed-Dîn” adlı eseri İslami ilimlerin yeniden ortaya konulması açısından ve genel olarak ahlak üzerine oldukça önemli bir eser olarak tahlil edilmektedir. Bununla birlikte Hz. Mevlana ve diÄŸer birkaç Sufi aliminde de olduÄŸu gibi, ahlaki unsurlar ÅŸiirlerinde çokça iÅŸlenilmiÅŸtir.

“ÇoÄŸu kez ve özellikle günümüz akademik çevrelerindeki ÅŸiir anlayışında felsefeye karşı muhalif bir tutum söz konusudur. Åžiir ve felsefenin birbirlerinden tamamen farklı dallar ya da deÄŸiÅŸik çabalar ve uygulamalar içinde olduklarına, farklı insâni arzuları da tatmin ettiklerine dair bir inanış vardır.” Bu ifadeler yeni kitabınızdan. Yakın zamanlarda yayınlanmış olan “Ömer Hayyam” isimli eserinizde bu her iki unsure da deÄŸinmiÅŸsiniz. Ömer Hayyam genel olarak ÅŸairliÄŸi ile bilinir ve tanınır fakat diÄŸer yönleriyle anılmaz ya da tanınmaz. Siz ise kitabınızda Hayyam’ın ÅŸiirinin yanında felsefesini de tanımladınız ve açıkladınız. Gördüğüm kadarı ile aynı ÅŸeyi Rumi’nin ÅŸiirleri için de yapıyorsunuz. Tasavvufi ÅŸiirin felsefe ile olan iliÅŸkisi tam olarak nedir?

Bu öne sürmüş olduÄŸunuz husus oldukça hassas bir konu ve meselelerin özünün kavranması açısından oldukça önemli bir nokta.  SorduÄŸunuz için müteÅŸekkirim. BildiÄŸiniz üzere içsel bir deÄŸerlendirme yapmadan dışarıdan bakıldığında Kur’an’da ÅŸairler kınanmıştır, hatta ÅŸairlerin kınanmasına dair meÅŸhur bir ayet de vardır. Bu husus geniÅŸ çapta bir kesimin aklını karıştırmış ve sorgulamaya itmiÅŸtir, çünkü Arap ÅŸiiri, kültürün öylesine ayrılmaz bir parçası ki, İslam ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) nasıl ve neden ÅŸiiri kınamıştır?. Çünkü ÅŸiir vardır ve bir de ÅŸiir vardır. Åžu da bir gerçek ki, Eflatun ve Sokrates’in  “Sokrates Diyalogları” olarak bilinen erken dönem yazılarına baktığımızda, Sokrates’e karşı yöneltilen suçlamalardan birisi de ÅŸair olmasıdır. Ve o dönemde ki ÅŸairlik Sofist olmakla doÄŸrudan iliÅŸkilidir. Sofistler para karşılığı duyguları kışkırtıcı yahut ayartıcı ÅŸiirler yazan ve hitabetler yapan ÅŸahıslardır.

Yani onlar tam olarak hakikatle muhattab deÄŸillerdi.

Kesinlikle

Onlar, şu yahut bu siyasî veya politik bir düşünceye yönelik olarak halkı etkilemek ve aklını çelmek üzere mevcuttular ve eserleri buna yönelikti.

Bir nevi onlar, o dönemin bugünkü tabiriyle modern politakacılarıydı

kalemşör…

YandaÅŸ evet… Duygu esaslı bir ÅŸiir var, yani duyguları tahrik ederek belirli hedeflere varmayı temel alan yahut buna yönelik ÅŸiirler yazan filozofların ÅŸiirleri Kur’an  tarafından kınanmıştır. Ve bu tip ÅŸiir anlayışı hakikati amaç edinen bir araç, bir ÅŸiir anlayışı deÄŸildir. Bir de diÄŸer ÅŸiir anlayışı vardır ki, ÅŸiir sâdece ÅŸairin yazdığından ibaret deÄŸildir, ÅŸair ÅŸiirin ta kendisidir. Benlik bir kez ahenkli hale geldiÄŸinde, ahenkten ahenkleÅŸir, güzellikten güzelleÅŸir, Bir’den birlenir. Bundan dolayıdır ki, ahengin en muhteÅŸem ÅŸekillerinden olan ÅŸiir, erdem safhalarından geçmiÅŸ, çile çekmiÅŸ ve benliÄŸin temizlinmesi için çalışmış olan Sufilerde öylesine parlaktır ki, öylesine ahenklidir ki, ÅŸiir onlardan sadır olur yani yayılır. Sema zikrinde olduÄŸu gibi. Sema zikri genellikle oldukça hatalı bir yaklaşıma maruz kalarak, düzenli olarak prova yapmış bir grup dansçının ortaya koydukları bir dans gösterisi olarak algılanılıyor ve biliniyor. Bu anlayış katiyen sema’nın aslı deÄŸildir. Zaviyelerde, dergahlarda ve tekkelerde yapılan gerçek sema bir silkinme, bir vecd halidir…

Vecde gelme, içten gelerek kendiliÄŸinden olan bir hal…

Kesinlikle. Saat on ile onbir arası sema edeceÄŸim diyemezsiniz. Bu hakiki olan sema deÄŸildir. Aynı ÅŸekilde bir ÅŸair de yarın saat on ila onbir arası güzel ÅŸiir yazacağım gibi bir ÅŸey diyemez. EsinlendiÄŸinde, ilham aldığında, heyecan duyduÄŸunda ancak yapabilir. Bu yüzden Hz. Mevlâna’nın, Hafız’ın ve Gazali’nin yazmış olduÄŸu ve bu alimlerle birlikte daha nice doÄŸuda ve batıda bu anlayış üzerine eserler vermiÅŸ olan ÅŸairlerin ÅŸiirleri, kalpten yazılmıştır. Buradaki kalp ifadesi kelimenin duygusal manasınca algılanan kalp anlamında deÄŸildir.

Dışa yönelik bir amacı yok. Yahut şiir halkın dış olan, dünyevi amaçlar için, kışkırtılmasına yönelik bir hedef için kullanılmamış.

Kesinlikle. Şiir, bu âlimlerin yahut erenlerin hallerinin, tasavvufi olarak geçtikleri aşamaların, mertebelerinin ve hayatın neresinde olduklarının bir tefsiri, bir izahıdır.

Sufizm ve İslam’daki bu gelenek hakkında konuÅŸtuk. Sufizm’in bu modern çaÄŸda, modern topluluklarda ve ÅŸehirsel alanlarda yaÅŸayan bireyler ve de genel olarak toplum için saÄŸladığı fayda nedir? Yeni çağın farklılığı nedir ve Sufizm bu farklılığa yahut deÄŸiÅŸime nasıl bir yaklaşım içindedir?

Åžuna inanıyorum ki, Sufizm günümüzde olduÄŸu kadar baÅŸka hiç bir devirde toplumlar için böylesine kaçınılmaz bir gereklilik oluÅŸturmamıştır. Medeniyetler çatışması gibi oldukça tehlikeli ve destrüktif (yıkıcı-zararlı) teorilerin geniÅŸ kitlelere yayıldığı ve bu görüşlerin birçok taraftarı ve destekleyecisi olduÄŸu bir zamanda yaşıyoruz. Batıda İslam’ın, ÅŸiddet içerikli saldırgan tutumuyla, baÅŸarısı ÅŸiddete baÄŸlı olan, bunu destekleyen ve göz yuman bir din anlayışına sahip olduÄŸu resmedilmekte. Hergün, televizyonda izlediklerimizde olsun, gazetede okuduklarımızda yahut radyoda dinlediklerimizde olsun, dünyada müslümanlar tarafından iÅŸlenen ÅŸiddet olaylarına tanık oluyoruz. Ve elbette doÄŸal olarak bunları izleyen, dinleyen yahut okuyan birinin “İslamın doÄŸası nedir?, Bu gördüğümüz, tanık olduÄŸumuz ÅŸey gerçek İslam mıdır?” gibi soruları sormaya hakkı vardır. Bununla birlikte ÅŸu da var ki, İslam kendi sanatını ve felsefesini, kendi dilini ve kültürünü oluÅŸturmaktan ibaret bir medeniyet bir uygarlık deÄŸildir. Sadece din ve medeniyetten ibaret deÄŸil, fakat kendisini birçok farklı yorumlamaya da maruz bırakmıştır. İslam’ın tasavvufi yanını kenarda olan birÅŸeymiÅŸ gibi görmeden gündeme getirmek, tanımlamak ve sunmak ve dolayısıyla Sufizm’in bir “ayrıca” anlayışı içinde deÄŸilde, İslam anlayışının bir tefsiri olarak idrak ettirilmesi mecburiyeti vardır. Bu tasavvufi yan, sufi yan, oldukça merkezidir, ve hatta İslam’ın kalbi ve ruhudur.

Yani İslam’ın baÅŸlangıcından beri vardır.

En başından beri vardır ve yüzlerce Sufi eksiksiz bir biçimde baÄŸnazlıkla nasıl baÅŸa çıkılması gerektiÄŸini, dışlayıcılık ve aşırı tutuculuk üzerine görüş bildiren eserler yazmış, tanımlamış ve örneklendirmiÅŸ, hem Müslümanlar hem de dışında olanlar için tahripkar olan tek yanlı, dar görüşlü dogmatik anlayışa karşı mücadele etmiÅŸlerdir. Hz. Mevlana üzerine bir oturumda olduÄŸumuz için, müsadenizle tekrar Hz. Mevlana’dan bir örnek vermek istiyorum. Hz. Mevlana bizlere hakikati takip etmenin ve ona ulaÅŸma çabasının, hakikat yolcuları için yapılması zorunlu olan bir görev olduÄŸunu söylüyor. Ama sonuna varacağınızı, ve orada söz sahibi olarak ben hakikati biliyorum ve size ne olduÄŸunu söyleyeyim diyebileceÄŸiniz bir yer olduÄŸuna hüküm vermeyin. Rumi bir ÅŸiirinde şöyle demektedir: “Cihanda, basamak basamak ta göklere kadar yükselen gizli merdivenler vardır. Her topluluÄŸun ayrı bir merdiveni vardır. Her gidiÅŸin baÅŸka bir göğü bulunmaktadır.Herbiri öbürünün halinden habersizdir.Gökler geniÅŸ, çok geniÅŸ bir ülkedir. Öyle geniÅŸ, öyle sonsuz ki, ne başı vardır ne de sonu.” Ve der ki bu dünya üzerindeki alemleri yüzyıllar ötesinde olanı istersen yahut ararsan, unutma ki sende diÄŸer hakikat takipçileriyle birlikte aynı merdiven üzerindesin. Yani mükemmelliyete doÄŸru yol alma dahi bir görev, bir arzu olduÄŸu halde, mükemmeliyete asla eriÅŸilemez, çünkü baÄŸlama göre tanımladığımızda mutlak ve mükemmel olan sâdece Allah’tır. Bizlerde hepimiz bu merdiven üzerindeyiz. Bir düşünün lütfen ne kadar müthiÅŸ bir tasvir, sonu olmayan bir merdiven düşünün ve insanlar tamamen manevi kıdemlerine baÄŸlı olarak sıralanmış ve buna Allah dışında hiç kimse karar verip belirlemiyor, hiç kimse son sözü söylemiyor, hiç kimse “hakikati ben biliyorum ve herkes beni izlemeli” demiyor. Bundan dolayı, günümüzde aşırı tutucu bir tavır sergileyerek fetvalar veren ve Müslümanlara İslam’a aykırı beyanlarda bulunarak ÅŸunları bunları yapın diye emirler saçan, ÅŸiddet yanlıları bazı lider ÅŸahısların, geleneksel İslam anlayışının temelinde yatan prensiplerce, ve buna baÄŸlı olarak kesinlikle Sufizm anlayışında ve Sufiler arasında bir yeri yoktur.

Modern zamanlarda Sufizm’e duyulan daha büyük bir ihtiyaçtan bahsettiniz. Bunu söylerken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Tarikatlara katılmamız gerektiÄŸi görüşünde misiniz yahut kastettiÄŸiniz daha güncel kurumsal bir Sufizm mi? Ahlaki ve manevi mükemmelliyetçiliÄŸin ciddiye alınması gereken ama sınırları belli olmayan manevi ve yöndemsiz bir anlayıştan mı bahsediyorsunuz?

Bu söylediklerinizin hepsi olabilir. Buna karşı deÄŸilim, fakat öncelikli görüşüm sufizmi evrensel ve dinler arası diyalog için örnek bir model olarak tanıtmak. Evrensel bir köyde yaşıyoruz. Son yirmi yıldır çeÅŸitli evrensel müzakerelere katıldım ve bu bahsetmiÅŸ olduÄŸum görüşe ciddi bir ilgi söz konusu. HerÅŸeyde bir hayır ve keramet vardır ve bu 11 Eylül’den çıkan bir hayır var ise batıda ve özellikle Amerika’da genel anlamda İslam’a karşı duyulan ciddi bir merak oluÅŸumudur. Son zamanlarda Yahudi, Hristiyan ve İslami kesimler arası diyaloglar fazlalaÅŸtı. Bence Sufizm, eksik kalacak olan bir terimle tanımlamaya çalışırsak daha liberal, kapsayıcı, İslam’ın hoÅŸgörüsel yanını ortaya koyarak dinler arası diyalogların yapılabileceÄŸi evrensel bir alan sunuyor.

KonuÅŸmalarımızdan anladığım kadarı ile Sufizm’in oldukça zengin kaynakları var. Alimler ve Sufi kuramcıları, diÄŸer inançlarla karşı tutumumuz konusunu çoktan ele almış ve bu probleme atıfta bulunmuÅŸlar, yani İslam’ın temelinde olan fakat müslüman olmayan diÄŸerlerine merhamet gösteren bir anlayışla, dığer inanç geleneklerine karşı tutumumuzun nasıl olması gerektiÄŸi konusunda bizi bilgilendirmiÅŸler.

Kesinlikle. Aslında belki de yöneltmiÅŸ olduÄŸunuz bu soruya vereceÄŸimiz cevapla sözlerimizi bitirmek yerinde olacaktır. Hz. Mevlâna’nın yine Mesnevi’de anlatmış olduÄŸu çok güzel kinayeli bir hikayesi vardır. Bu meÅŸhur hikâye Hz. Musa ve çoban arasında geçmektedir. Hazreti Musa Sina dağında “O olan” Yehova ile görüşmüş, bu ilahi oluÅŸ karşısında kendinden geçmiÅŸ bir halde yürürken, cahil bir çobanın dua ettiÄŸini görür ve söylediklerine kulak misafiri olur. Çoban Allah’a dua etmektedir ve O’na ÅŸu gösteriÅŸsiz evime gelirsen sana ÅŸimdiye kadar yapılmış en güzel keçi peynirini yapacağım, ÅŸimdiye kadar piÅŸirilmemiÅŸ en güzel ekmeÄŸi piÅŸireceÄŸim, çarığını dikeceÄŸim gibi ÅŸeyler söyler. Hazreti Musa bunları duyunca öfkelenerek çobana kızar ve Allah’ın onun ekmeÄŸine ve çarıklarına ve çobanın duasında vaat ettiÄŸi diÄŸer sözleri de tekrarlayarak Allah’ın bunlara ihtiyacı olmadığını söyler. Çoban bu sözler karşısında özür diler ve kalbi kırılır. Hazreti Musa yoluna devam eder. Ve sonra sema’dan ÅŸiddetli bir ses “Musa ne yaptın?” deyince, Musa şöyle der: “Onun yaptığını düzeltmeye çalıştım.” Buna karşılık şöyle buyurulur: “Bırak Musa’nın Tanrısı, Musa’nın olsun ve bırak çobanın Tanrısı çobanın olsun” herbirinin kendi anlayışınca. Ve bu hikâyeki böylesine güzel bir betimleme, bizlere manevi demokrasinin olabileceÄŸi, birbirine saygı duyan, diÄŸerinin varlığını kabul ederek, kendi görüşünü zorla baÅŸkasına empoze etmeye çalışmayan bir anlayışın olabileceÄŸini göstermektedir.

Profesör Aminrazavi, gerçekten çok keyifli bir sohbetti. Müsade ederseniz tartışmış olduÄŸumuz konuları kısaca bir özetleyelim. Biraz sufizm üzerine konuÅŸtuk; tam olarak ne olduÄŸu, İslam’ın diÄŸer açılar ve boyutlarıyla olan iliÅŸkisi. Biraz İslam felsefesi ve Sufizm arasındaki baÄŸlantıyı konuÅŸtuk. Sufizmi nitelendiren çeÅŸitli temel uygulamaların bazılarını ele aldık, bir Sufi’nin ne yaptığını, bir kiÅŸiyi Sufi yapan etkenleri ve bunu gerektiren uygulamaları konuÅŸutuk. Rumi’den ve Mesnevi’den, Mesnevi’de yer alan erdem incileri’nden söz ettik. Ve son olarak Sufizm’in modern zamanlarla olan son derece ciddi bir önem arzeden bağıntısını da konuÅŸtuktan sonra, Mesnevi’den bir beyit ile bu sohbetimizi sona erdirsek ne dersiniz.

Elbette, Mesnevi’den en çok sevdiÄŸim ÅŸiirlerden birisi şöyle:

Dün veli şaşkın bir halde şehrin sokaklarında insan aramaktaydı.

Ona dedim ki, “Ben aradım…onu bulamazsın.”

Bana dedi ki “Bulamadığım, aradığımdır” (Bulamadığım kiÅŸi, aradığım kiÅŸidir)

Ve bu manevi veli, Hz. Mevlâna’yı nihayetinde görüşleri çaÄŸları aÅŸarak, asırlarca kabul görecek yüce bir kiÅŸiliÄŸe dönüştürmüştür.

 

Bu röpörtaj’ın yayınlamasına izin veren Profesör Dr. Mehdi Aminrazavi’ye teÅŸekkürlerimizi arz ederiz.

Çeviri: Semazen.net

 

Bu Ropörtaj 3333 defa okundu.
Diğer Röportaj Başlıkları
Ö. Tuğrul İnançer ile Söyleşi 03.06.2013
Mahmud Erol Kılıç ile söyleşi 30.12.2012
Bilal Kemikli ile Tasavvuf ve Şiir Üzerine Söyleşi 20.09.2012
H. Nur Artıran ile Bayram üzerine 21.08.2012
Ömer Tuğrul İnançer ile 31.07.2012
Mehmet Fatih Çıtlak ile... 24.05.2012
MEHMET DEMİRCİ İLE... 15.05.2012
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile... 04.04.2012
Cemalnur Sargut ile söyleşi 09.03.2012
Emin Işık Dede ile bir Röportaj... 28.12.2011
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile... 04.10.2011
MUHSİN İLYAS SUBAŞI İLE RÖPORTAJ: 13.06.2011
Prof. Dr. Cihan Okuyucu ile Ropörtaj 13.04.2011
MAHMUD EROL KILIÇ ile 05.01.2011
Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler 13.12.2010
Prof. Dr. Dilaver Gürer ile Mülakât 15.09.2010
H. Nur Artıran ile Ropörtaj 23.07.2010
Mehmet Fatih Çıtlak ile Edeb üzerine Mülakât 13.06.2010
EMİN IŞIK HOCA İLE TASAVVUF VE MEVLEVİLİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ 24.04.2010
İsmail Güleç ile Mesnevi Üzerine... 24.03.2010
İbrahim Gamard ile 18.02.2010
Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU ile bir mülâkat 22.01.2010
Postnişin Mustafa Holat ile Ropörtaj... 14.12.2009
SavaÅŸ Åž. Barkçin’le Ropörtaj 05.11.2009
Dr. Safi ARPAGUÅž ile... 01.10.2009
Cemalnur Sargut ile Aşk Üzerine 27.05.2009
Ö. Tuğrul İnançer ile... 11.04.2009
Mahmud Erol Kılıç ile... 06.03.2009
Nur Artıran ile Söyleşi 15.01.2009
Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi 19.12.2008
Üftâde Sempozyumu
Mehmet Demirci
Hz. Muhammed (s.a.v.) 'den Özür...
Muhsin İlyas Subaşı
GERÇEK VE SAHTE DİN REHBERLERİ
Misafir Yazar
BeÅŸ Duyu ile Yetinmek
M. Sait Karaçorlu
Hüdhüd ile karga arasındaki kavga
İsmail Güleç
MESNEVÎ HİKÂYELERİ
Adnan K.İsmailoğlu
CELALEDDİN ÇELEBİ (II)
Lokman D. Solmaz
Sufi ve Tasavvuf
Cemalnur Sargut
KİMİN MÜRŞİDİ YOKSA
Mahmut Erol Kılıç
Hz. Mevlâna'yı yadediyoruz
Bilal Kemikli
MEVLANA DOSTLARINA TARİHLER-I
İsmail Yakıt
Bir zamanlar adalet deyince
Cuma Mektupları
MESNEVÎ HİKÂYELERİ ÜZERİNE
Nuri ÅžimÅŸekler
Sahte Åžeyhler
Editör'den
DerviÅŸ...
Mehmet Fatih
Dünyanın düğünü var
H. Nur Artıran
İSLAM TASAVVUFU - Soru ve Cevaplar
Editör'ün Seçimi
MEVLÂNA'YA GÖRE HZ. MUHAMMED (SAV)
Yakup Åžafak
Anasayfa | Hakkımızda | Site Haritası | İletişim | E-mail
Semazen.net'in resmi web sitesidir.
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Copyright © 2005, Tüm Hakları Saklıdır.
Sayfa oluşturma zamanı: 0.0412 sn.
Programlama: CMBilişim Teknolojileri Görsel Tasarım: Capitol Medya