Kıymetli Emin Dedemiz, engin ilim deryanızdan nasiplenmek niyazi ile Asitane dergimiz için röportaj isteğimizi kabul etmenizden dolayı teşekkürlerimizi kabul buyurunuz.
Efendim, Kuran ve tasavvuf yolunda önemli hizmetler verdiniz, hâlen de vermektesiniz. Bu yola girişiniz nasıl oldu? Feyz aldığınız büyüklerden biraz bahseder misiniz?
İnsanın kendisinden bahsetmesi hoş olmaz. Çünkü bizdekiler bizden değil, Rabbimizdendir. Kaderimiz de kısmetimiz de O'nun elindedir. Her şey O'nun takdiri ve lütfü ile meydana gelir. Elhamdülillah, Müslüman bir ana-babadan dünyaya gelmişim. Rahmetli babam, Hatay'ın meşhur hafızlarından hoca Şemseddin efendidir. Yirmi sene kadar köyde, beş sene Kırıkhan'da ve son yirmi sene de İskenderun'da imam-hatip olarak cami görevi yaptı. Nakşibendî tarikatına mensup, dindar bir insandı. Şeriat ehli olmasına rağmen taassup bilmezdi. Aşk ve gönül ehliydi. "Hülasutü'l- Beyan" adlı tefsir kitabı ile "Kuddûsî Divanı" elinden düşmezdi. Mûsikî'ye âşinâydı, sesi de çok güzeldi. Güzel mevlit okurdu. Şarkı ve gazel dâhil, klasik mûsikimizin bütün formlarını severdi. Ben, yanılıp da yanında türkü mırıldanacak olsam, hemen kaşlarını çatar, "Türküyü çobanlar söyler, sen hafız olacaksın, utanmıyor musun, bir şey okumak istiyorsan, adam gibi bir şarkı söyle de dinleyelim!" derdi.
İlk hocam babamdır. Kuran'i ve eski yazıyı, kaçak olarak, kendisinden öğrendim. Çünkü o yıllarda Kuran okutmak yasaktı. İlk okuldan sonra ikinci hocam Kırıkhan müftüsü Mesrur Sılay efendi oldu. Sonra müftü Sabit efendi ile Hatay merkez müftüsü Abdullah efendilerden sarf, nahiv, fıkıh, tefsir ve biraz da Sahih-i Müslim okudum. İki sene Hatay merkez Kuran Kursu'nda Habib Neccar Camii İmamı hacı Emin efendi ile, Ulu Cami imamı Nûman efendilerden tashîh-i hurûf, talim ve tecvit dersleri aldım. O sırada İmam-Hatip okulları açıldı (1952). Benim ders arkadaşlarımdan ikisi Ankara'ya müftülük imtihanına gittiler ve kazandılar. Ben de gidip Adana İmam-Hatip okuluna kaydoldum. Orta kısmını Adana'da, lise kısmını İstanbul'da okuduğum İ.H. Okulu'ndan sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden (1964) mezun oldum.
İstanbul'da Celâl Hoca, Mahir İz, Nurettin Topçu, Yaman Dede, Ali Rıza Sağman, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Midhat Beharî Beytur, Ahmet Davudoğlu, Mehmet Sofuoğlu, Muhammed Hamidullah, Rahmi Şenses, Yeraltı Camii İmamı Ali Üsküdarlı ve Halil Can gibi her biri kendi alanında uzman olan üstatlardan feyiz aldım ve çok istifade ettim. Burada ismini sayamadığım daha pek çok hocam vardır. Her zaman hepsini rahmetle anıyorum. Ve şuna inanıyorum ki; kitaplardan bilgi öğrenilir, fakat kitap okuyarak hâl sahibi olunamaz. İnsanı, hal sahibi yapacak olan, yine hâl sahibi başka bir insandır. Onun için peygamberlere ve onların vârisi olan velilere, mutlak ihtiyaç var:
"Andolsun ki, Allah, kendi içlerinden bir peygamber göndermekle müminlere lütfetmiştir" (Kuran 3/ 164).
Din sadece kuru bilgi değil, îman ve sâlih ameldir. Din açısından, Bir iyi hareket, bin iyi düşünceden daha değerlidir, tonlarca kuru bilgiden de...
Her meslek, o işin ustasından öğrenilir. Sadece tıp kitapları okuyarak, tabip olamazsınız. Çünkü işin bir de amelî (pratik) yönü var. Arz edebildim mi?
Hocam, uzun yıllar Kuran öğretimine hizmet etmiş biri olarak, Kuran okurken nelere dikkat etmeliyiz? Türkçe meal ve tefsirleri okumak yeterli mi?
Bu iş adamına göre değişir. Din âlimi olacakların, başta Arap dili ve edebiyatı olmak üzere, Kuran ilimlerini, tefsir metod ve usûllerini bilmeleri gerekir. O da yıllar alan uzun bir tahsil ister. Ancak, ben din âlimi falan olmayacağım, ama kitabımın içeriğini tanımak ve istifade etmek istiyorum derse, elbette yeterlidir. Herkes İmam Gazâlî veya Cüneyd-i Bağdadî olacak değil ya! Her müslüman Kuran okumalıdır. Ancak herkes ondan kendi idrak seviyesi ölçüsünde istifade edebilir. İlim ehli elbette cahillerden daha iyi anlar. Hikmet ehli daha derinden kavrar. Takva ehlinin kalbine daha farklı mânâlar doğar. Kim, onda ne arıyorsa, onu bulur: Meselâ, bir avcı, bir oduncu, bir mobilyacı, bir çevreci birlikte bir ormana gitseler, her biri ormandaki ağaçlara kendi ihtiyacı açısından bakar. Avcı bu ormanda hangi av hayvanları var, oduncu acaba buradan kaç ton odun elde edilir diye düşünür. Mobilyacı meşe ağaçlarına göz koyar, çevreci de bu ormanı korumak için daha neler yapılmalı diye düşünür.
Hiç kimseye, "Sen bilemezsin, anlayamazsın, sen Kuran okuyamazsın!" demeye hakkımız yoktur. Çünkü Kurân'ı gönderen, okunmasını, hattâ sürekli ve çok okunmasını emrediyor. Kuran, okundukça anlaşılıyor.
Hocam, her insan müslümandır, ama her müslüman mümin değildir, denilir. Peki, mümin olmak için ne yapmak gerekir veya gerçek anlamda nasıl mümin olunur?
Hemen belirtelim ki, her insan Müslüman değildir. Elhamdülillah ben müslümanım diyen müslümandır. Müslüman olduğunu diliyle ifade eden Müslüman kabul edilir ve mesele biter. İman, kalbin tasdikiyle gerçekleşir. Peygamber efendimiz, "eşekakte kalbehû?" yani, "Öldürdüğün kişinin kalbini yarıp baktın da mı, mümin olmadığını iddia ediyorsun? " diyerek, katili hesaba çekmiştir.
Hucurat sûresi, İslâm ile îmanın farklı şeyler olduğuna açıklık getirmiştir. İman gizli bir sırdır: Kimin kalbinde ne kadar îman olduğunu Allah bilir. Bir müslüman ölünce, İslâm mezarlığına gömülür, lâkin îman ile göçüp göçmediği bilinemez.
İşte bunun için, Allah'tan îman selâmeti diliyoruz.
Peki, gerçek anlamda mümin olmak için ne yapmalıyız?
İmanımızı kuru bilgi olmaktan kurtarıp, sevgi ve aşk hâline getirmeliyiz, iman, uğruna can verecek kadar sevmek demektir: Ayette " Îman ehli olanlar, Allah'ı pek şiddetli sevgiyle severler"'(Kuran 2/165) buyruluyor.
Fuzulî'nin dediği gibi:
Canı canan dilemiş, vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir, ne benim.
Tasavvufun, özellikle Mevlevi tasavvufunun temel meselesi de zaten budur: Yani, îmanın aşk ve sevda hâline gelmesidir. O zaman sevgilinin istekleri, sana ağır gelmez olur. Bilakis, uğrunda katlandığın en ağır zahmetler bile, sonsuz mutluluk verir. Yunus, "Lütfün da hoş, kahrın da hoş " diyor.
İbnü'l-Fârız şöyle bir niyazda bulunuyor:
"Ey sevgili! Eğer cemâlini göstermek istemiyorsan, bari Musa'ya dediğin gibi, bana da sen beni göremezsin diye seslen de sesini duyayım!"
Vaktiyle bir Bektaşi dedesi, bana şunu demişti: "Din, muhabbetle ibadetten ibarettir. Sizinkiler ibadet dediler, muhabbeti terk ettiler, bizimkiler de muhabbet dediler, ibadeti terk ettiler. İkisi de yarım azizim, ikisi de. Çünkü din, ancak ikisi bir arada olursa, din olur.
Hocam, Peygamber efendimiz "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız " buyuruyor. Bu ne demektir? Mümkün müdür ve nasıl gerçekleşir?
Bizden istenen şey, Allah'a yakın olmaktır. Ancak Allah'a yakın olmak mekân ve mesafe ile değildir, güzel huy ve iyi hâl iledir. O'na yakın olmak istiyorsan, dostları arasına katılmalısın. Gece gündüz Rablerine duâ edenlerle birlikte olmaya çalışmalı ve alışmalısın. O zaten, bize şah damarımızdan daha yakındır. "Nerede olursanız olun, Ben sizinleyim " buyuruyor. Bir başka âyette de kendisine secde ederek yaklaşmamızı emrediyor.
Allah, kullarına yalan, yanlış bir şey söylemez: "Allah, doğruyu söyler ve doğru yola iletir". Öyleyse, sen de hep doğruyu söyleyeceksin. Haktan ve haklıdan yana olacaksın. Allah, emirlerine uymayanlara, hattâ kendisini inkâr edenlere bile hemen ceza vermiyor, pişman olup da af dilesinler diye mühlet tanıyor. Birçoklarını da affediyor. Öyleyse sen de hoş görülü, sabırlı ve affedici olacaksın. Birçok sıkıntıya katlanacaksın. Katlanılan sıkıntılar sonunda bir takım başarıların geldiğini göreceksin. Hayra koşacaksın, can yakmayacaksın. Kimsenin malına, canına ve ırzına göz dikmeyeceksin. Velhasıl, Alemlerin Rabbi olan Allah, yarattıklarına nasıl davranıyorsa, sen de öyle davranacaksın! İşte o zaman, güzel huylarınla Allah'a benzemiş ve O'na yakınlaşmış olursun.
Hocam, tasavvuf nedir? Müslümanın hayatında tasavvufun yeri nedir? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Evet, tasavvuf nedir? Tasavvuf, kıyıları sonsuza uzanan ve dibi olmayan engin bir denizdir. Özetlersek, Şeytana kul olmaktan kurtulup, Allah'a kul olmaktır, diyebiliriz. Çünkü seven sevdiğinin kuludur. Kişi neyi seviyorsa, ona kuldur: Sevdiği, bir kadın olabilir, mal, mülk, servet ve şöhret olabilir. İçki, kumar, oyun ve eğlence de olabilir. Hasılı, kime âşıksa, neye tutkunsa, o şey, onun putu sayılır. Nefsinin arzu ve heveslerini de kendisine put yapmış olabilir, Kişi ömrünü ne uğrunda harcıyorsa, ona tapıyor demektir.
Dinimiz pula tapmayı yasaklamış, Allah'a tapmayı emretmiştir: Kabe'ye değil, Kabe'nin Rabbine ibadet ediniz, buyurmuştur. Kuddûs olan O'dur, O'ndan başka tapılacak kutsal yoktur.
Bedenle ilgili haz ve hevesleri, kendine put yapma! Çünkü beden bir saksı, rûh da onun içindeki çiçektir. Beden, ruhun gelişmesine hizmet için vardır. Lâkin sen çiçeğe su verecek yerde, saksıyı boyayıp süslersen, yanlış yapmış olursun. Rûh, bir tohum gibi, gelişmek ve kemâle ermek için beden denilen bu toprak saksıya ekildi. Kemâle erince, geldiği yere geri gidecek: "Hangi meyve oldu da dalında kaldı? Öyleyse ölmekten korkma, ham kalmaktan kork!" diyor Hazreti Mevlânâ.
Tasavvuf ilke ve tedbirlerinin tamamı, insanı, Allah'a lâyık kul yapmaya yöneliktir. Kuran'ın gayesi de bu değil midir?
Tasavvuf, bazı cahillerin zannettiği gibi, dinden ayrı ve ona aykırı bir şey değildir. Tam aksine, dinin ve dindarlığın özüdür. Çünkü "Biz Allah 'a aidiz ve kesinlikle yine O'na döneceğiz. " (Kuran 2/156). Nefsini tertemiz yapmış olarak...
Hazreti İbrahim, "Ben, ufûl eden (batıp kaybolan) şeyleri sevmem. Ben boynumu büktüm, yüzümü de gökleri ve yeri yaratana çevirdim" demişti.
Eğer sen de İbrahim gibi, gelip geçici şeyleri sevmem, yüzümü ve özümü Allah'a döndürdüm, diyorsan, sen de Allah'ın halili olursun.
Tenekenin sahtesi olmaz. Altın ve gümüş gibi değerli şeylerin sahtesi olur. Bir şeyin sahtesi varsa, hakikisi çok değerli demektir. Cahil şeyhler ve sahte mürşitler yüzünden, tasavvuf yolunu ve yolun ulularını inkâr etmek, sahteleri var diye, hakiki altının kıymetini inkâr etmek gibidir. Hurufîlik ile Batınîliğe, hattâ tasavvufa karşı savaş açmış olan İbni Teymiye bile "Tasavvuf, eğer Cüneyt'in dedikleriyse, ona. itiraz edilemez" diyor.
Evet, tasavvuf Cüneyt ile Attar'ın, Mevlânâ ile Yunus'un dedikleridir. Tasavvuf ehlinin örneği ve önderi Hazreti Peygamberdir.
Seyyit Tirmizî, "Bir mürşit, sizi, Allah'a bağlamaya çağıyorsa, o Allah dostudur, onun peşinden gidin. Eğer kendisine bağlamaya çağırıyorsa, o, şeytanın dostu ve ortağıdır. Ondan uzak durun!" diyor.
Hocam, Kabe'nin tasavvuftaki yeri ve anlamı nedir?
Kabe, Allah'ın birliği (tevhit) inancı, yani İslâm dini adına yapılmış olan ilk mabettir. İslâm dininin kutsal mekânı ve kıblesidir. İslâm dünyasının kalbi demektir. Tevhit adına yapıldığı için, Allah'ın birliğini temsil eden bir semboldür. Ayrıca yeryüzündeki bütün Müslümanları tek hedefe odaklayıp, birleştirdiği ve tek ümmet yaptığı için, İslâm birliğinin de sembolüdür. Nasıl ki, evimizin en mahrem yeri, yatak odası ise, oraya aile bireyleri dışında kimse giremezse, diğer adı Mescid-i Haram olan Kabe de aynen öyledir. Dinimizin en mahrem bölgesidir. Müslüman olmayan oraya giremez. Biz Müslümanlar, namazda Kabe'ye yönelirken, hep birlikte bir olan Allah'a yönelmiş oluruz. Tavaf ederken de, Kabe'nin temsil ettiği kutsal mânânın etrafında, pervane kesiliriz. Sevdiğimiz Allah'a hep birlikte saygımızı ve şükrümüzü sunarken, aynı zamanda din kardeşi olduğumuzun bilincine varırız.
Kabe, birlik bilincinin güçlenmesine yardım eden mübarek makamdır.
Bire tapanlar, ister istemez, bir olurlar.
Hacı Bektaş da "Gelin dostlar bir olalım!" demiyor mu?
Allah birdir, ama iki tane evi var; biri Kabe, öbürü de müminin kalbi. Madem ki, müminin kalbinde Allah var, o hâlde, mümin kendi kalbini tavaf edilebilir ve etmelidir. Semâ eden, aslında kendi kalbini tavaf eder: Allah zikri ile pervaneler gibi dönerken, kalbinde taşıdığı sevgiliye aşkını sunmuş olur.
Hangi âşık, sevgilinin etrafında pervane olmak istemez.
Tevhit zikri kalp üzerine darp edilir. Semâzen her çarhta bir kere Allah demek suretiyle döner, nazarını da kalbi üzerinde sabit tutar. Gözünü sağa sola kaydırmaz, sadece kalbi üzerine odaklar.
İslâm dünyasının kalbi mesabesindeki Kabe'ye kâfir giremez. Aynı şekilde, müminin kalbine de küfür giremez.
Dönen her cisim, üstündeki yabancı maddeleri fırlatıp atar. Semâ eden de içindeki yabancı duygu ve düşünceleri atarak kalbini arındırmaya çalışır.
Çünkü Allah, "Evimi temiz tut!" (Kuran 2/125) buyuruyor.
Görüldüğü gibi, semâ, tavaftan, tavaf ise kâinat düzeninden alınmıştır. Hakikat ehline göre semâ, tavaf gibi, beden diliyle yapılan bir ibâdettir.
En küçük zerre olan atomdan, en büyük gök cisimlerine, güneş ve galaksi sistemlerine kadar, her varlık âşık olduğu varlığın etrafında dönüp durmakta ve hâl diliyle yüce yaratana sevgi sunmaktadır.
İlâhî! Bu, ne görkemli ahenk,
Ne kadar büyük bir aşk!.
Mithat Baharî merhum diyor ki;
Sanma beyhude döner vecde gelen âşıklar.
Mest-i cânân olarak akla veda eylerler.
Nâydan bâng-i elestîyi duyup, âh ederek,
Hakk 'ı âgûşa sarar, öyle semâ eylerler
Röportaj isteğimizi kabul etmenizden dolayı teşekkürlerimizi kabul buyurunuz
|