DAVENPORT: “HZ. MUHAMMED’DEN ÖZÜR DİLİYORUM!”
“Kör bir fanatizmin etkisi altında kalarak Allah’ın Birliği esasına dayalı ibadetin yeniden canlandıran o büyük insana saldıran birçok yazar, Hz. İsa’nın pek güçlü ve vurgulu biçimde somutlaştırdığı şefkat ruhuna ne kadar yabancı olduklarını göstermekle kalmamış, yargılarında da bir o kadar isabetsiz kalmışlardır. Oysa, sıradan bir düşünüşle İslâm Peygamberinin Hıristiyanlık ve modernizm noktasından değil, Doğu’dan bir bakışla eleştirilmesi gerektiği görülür. Başka bir deyişle Hz. Muhammed, yedinci yüzyılda ortaya çıkan dinî bir ıslahatçı ve hukuk koyucu olarak düşünülüp yargılanmalıdır. İşte o zaman, Hz. Muhammed, dünyanın şahit olduğu ender ve çok büyük dehalardan biri, en azından Asya kıtasının, mensubiyetiyle iftihar ettiği büyük bir insan olarak kabul edilecektir. Hz. Muhammed’in çıkışından önce Arapların ne halde olduklarını ve gelişinden sonra hayatlarını nasıl değiştirdiğini dikkate alır ve düşünürsek, böylesine olağanüstü ve büyük bir insana karşı hissettiğimiz hayranlığı gizlemenin çok açık bir haksızlık olduğuna dair kuşku kalmaz. Hz. Muhammed’in peygamberliğini kör bir tesadüfe bağlamaksa, İlahi Kudret’in tüm evreni saran egemenliğinden şüphe etmekten başka bir şey değildir!”
John Davenport; 1789-1977 yılları arasında yaşamış bir İngiliz yazarıdır. Batı kültüründe, İslâm ve onun Peygamberi hakkında doğrudan savunma eseri yazan ilk insandır. O tarihe kadar Batı’da özellikle misyonerler tarafından çok ağır bir itham ve iftira kampanyası yürütülüyordu. Müsteşriklerin önemli bir kısmı da buna destek vermişlerdi. Davenport, bu seviyesi çok düşük hakaretler karşısında oturup İslâm Peygamberi’ni incelemiş ve çok da hacimli olmayan ama, doğruları ortaya koyan ve hatta iftiralara da toplu olarak cevap veren bir kitap yazmış ve bunun adını da, “Hz. Muhammed’den Özür diliyorum” koymuştur. Aslında, İngiltere’de İslâm Peygamberi hakkında ilk ciddi düzeltmeyi Thomas Carleyle yapmıştır. O’nun 1840 yılında verdiği konferans, sanırım Davenport’un uyanmasına vesile olmuştur. Carleyle Bu kitapta genişçe yer verdiğimiz şekliyle Hz. Muhammed’i anlatırken yine de kendi inançlarının körlüğünden kurtulamamış, onu öncelikle bir kahraman olarak gördüğünü söylemişti. Bu konferanstan 29 yıl sonra 1869’da kitabını yazarak İslâm Peygamberi’nin gerçek bir peygamber olduğunu ifade etmekten çekinmemiştir.
Yazar’ı özür dilemeye götüren ana sebebi, kitabının önsözünde şöyle vurgular:
“Bu eser, Hz. Muhammed’in hayatına asılsız iftira ve tutuculuğa dayalı saldırılardan arındırarak, tüm insanlığa iyilikte bulunmuş büyük insanlardan biri olduğu gerçeğini vurgulayan küçük, ancak içten bir çalışmadır. Kör bir fanatizmin etkisi altında kalarak Allah’ın Birliği esasına dayalı ibadetin yeniden canlandıran o büyük insana saldıran birçok yazar, Hz. İsa’nın pek güçlü ve vurgulu biçimde somutlaştırdığı şefkat ruhuna ne kadar yabancı olduklarını göstermekle kalmamış, yargılarında da bir o kadar isabetsiz kalmışlardır. Oysa, sıradan bir düşünüşle İslâm Peygamberinin Hıristiyanlık ve modernizm noktasından değil, Doğu’dan bir bakışla eleştirilmesi gerektiği görülür. Başka bir deyişle Hz. Muhammed, yedinci yüzyılda ortaya çıkan dinî bir ıslahatçı ve hukuk koyucu olarak düşünülüp yargılanmalıdır. İşte o zaman, Hz. Muhammed, dünyanın şahit olduğu ender ve çok büyük dehalardan biri, en azından Asya kıtasının, mensubiyetiyle iftihar ettiği büyük bir insan olarak kabul edilecektir. Hz. Muhammed’in çıkışından önce Arapların ne halde olduklarını ve gelişinden sonra hayatlarını nasıl değiştirdiğini dikkate alır ve düşünürsek, böylesine olağanüstü ve büyük bir insana karşı hissettiğimiz hayranlığı gizlemenin çok açık bir haksızlık olduğuna dair kuşku kalmaz. Hz. Muhammed’in peygamberliğini kör bir tesadüfe bağlamaksa, İlahi Kudret’in tüm evreni saran egemenliğinden şüphe etmekten başka bir şey değildir.” (1)
Yazar, bu girişten sonra şunun altını çizer:
“Bilinen Peygamber ve fatihler arasında, biyografisi Hz. Muhammed’inki kadar en küçük ayrıntısına kadar belgeli bir şekilde kaydedilmiş başka biri yoktur.”
Bundan sonra da Hz. Muhammed’in doğumunda Hıristiyanlığın durumuna değinirken, birbirleriyle boğuşurken yaşanan katliamlara işaret eder;
“Hıristiyan kilisesinin Asya ve Afrika’daki şubeleri derin bir ihtilaf ve bunun yol açtığı perişanlık içinde yaşıyorlardı. Bu kiliseler birbirlerine karşı en acımasız aforoz ve ithamları rahatlıkla sergiliyorlardı Ruhban sınıfı arasında giderek yaygınlaşan mucize ticareti, aşırı günahkarlık, cehalet ve barbarlık Hıristiyanlık adına büyük bir ayıp teşkil etmiş ve halkın terbiyesini bozan bir niteliğe bürünmüştü. Arabistan çölleri cahil ve meczup keşişler ve manastır sakinleriyle dolmuştu. Bu keşişlerin bazıları ömürlerini beyhude hayallerle geçirdikten sonra topladıkları ayak takımının başına geçerek şehir ve kasabaları basar, kiliselerde çılgın fikirlerini anlatan konuşmalar yaparak temelsiz ve tutarsız inançlarını kılıç zoruyla kabul ettirmeye çalışırlardı. Hz. İsa’nın hayatta iken insanları davet ettiği o, Hakîm ve Kadîr, Rahman ve Rahim, eşsiz ve ortaksız Allah’a ibadet inancın yerini çirkin bir putperestlik almıştı.” (2)
Böyle bir ortam yeni bir Peygamberi bekliyordu elbette. İnsanlığın zihnî ve ekonomik tekamülü artık sona doğru gidiyordu. Bunun için son bir hidayet kapısı açılmalıydı. Yüce Yaratıcı insanın kendi kendine yetemeyeceğini, onu bir yönlendiren ve yönetenin gelmesi gerektiğini dikkate alarak o himmeti de kullarından esirgemedi ve Hz. Muhammed’i gönderdi. John Davenport, bunları anlatır ve çözülmeyi gidermek insanlara bir daha doğru yolu göstermek üzere gönderildiğini söyler. Arkasından Hz. Muhammed’in hayatından ayrıntıya girmeden bahseder. Bu konudaki anlattıkları Peygamber’in bilinen hayatını yansıttığı için üzerinde durmayacağız. Sadece bu hayat hikâyesi arasında sözünü ettiği bir olayı burada değerlendirmekle yetineceğiz. Yazar, İslâm Peygamberine isnat edilen aşağılayıcı ifadelerin gerçekdışı oluşuna bir örnek olarak şu olayı nakleder:
“Hz. Muhammed (sav)’in hayatının bu döneminde yaşanan bir hadise, tarafsız ve sağduyu sahibi eleştirmenlerin gözünde, bazıları tarafından O’na yöneltilen sahtekârlık isnatlarını silmeye yeter: Hz. Muhammed’in biricik oğlu İbrahim vefat etmişti. Hz. Muhammed’in soyunun devamını temin edecek bu tek vesilenin de yitirilmesi gerçekten üzücü bir durumdu. Henüz bebeklik çağındaki İbrahim vefat ettiği esnada, tamamen bir tevafuk eseri güneş tutulması yaşandı. İnsanlar, bu hadiseyi, göklerin hüzün ve kederinin işareti saydılar. Hz. Muhammed hurafe kokan bu kanaati teşvik etmesi beklenirken böyle konuşanlara yönelik şöyle buyurdu: “ Müslümanlar! Güneş de diğer yıldızlar da Allah’ın kudretinin eseridir. Dolasıyla bir insanın hayatı veya ölümü sebebiyle asla tutulmaları beklenemez.” (3)
Burada Hz. Resul Yazar’ın da işaret ettiği gibi, Peygamberliğinin güçlendirilmesi, bazıları tarafından yöneltilen suçlamalara karşı bir cevap şeklinde kullanılması halinde ikna edici olacağından şüphe edilmeyen bu olayı kullanabilirdi. Tabii bu yola tevessül etmediği gibi, bunun tabii bir olay olduğunun, oğlunun ölümüyle irtibatlandırılmasının doğru olmayacağını söyledi. Ona saldıranlar, misyonerliğin ve ilk dönem müsteşriklerinin önemli bir kısmı bu ince espriyi anlayamadılar. Onun için de sürekli olarak iftira kampanyalarıyla O’nun etkisini kırıp yayılma alanlarını daraltmaya çalıştılar. John Davenport’un bizce üzerinde durduğu en önemli tarafı, İslâm Peygamberi’ne yöneltilen iftiralardır. Bunları dört ana başlıkta toplar ve sırasıyla hepsine ayrı ayrı cevaplar verir. Bunlardan ilki, “Hz. Muhammed’in kendi eseri olan sahta bir dini, İlahi Vahiy olduğunu iddia ederek yaymıştır” görüşüdür. Bunu uzunca anlatır ve şu noktalara bu müfterilerin dikkatini çeker:
Hz. Muhammed’in hayat şartları O’nun her türlü hırstan arınmış olduğunu kanıtlamaktadır. Bu şununla sabittir ki, Hz. Muhammed dininin kök saldığını gördüğü ve sınırsız bir güce sahip olduğu halde kendini yüceltmek için bundan faydalanmamış, her zamanki sadeliğinden zerre kadar vazgeçmemiştir. Hz. Muhammed’in hayatından söz ederken bu noktaya dair söylediklerimize şunu ekleyelim ki,. bu Peygamber, hiçbir zaman insanüstü bir varlık olduğunu söylememiş, bilakis her vesileyle, “Ben de sizin gibi bir insanım”, (4)” demiştir.
Hz. Muhammed ve O’nun inanç sistemine sürekli isnat edilen sahtelik suçlamasına gelince; İslâm Peygamberinin de, Hz. İsa gibi, Yüce Allah’ı birleyen Tevhit inancını öğretmesi bu suçlamanın yetersizliğine en kuvvetli delildir. Sahtelik suçlaması, onun Peygamberlik davasına yönelik olarak tevcih ediliyorsa, buna da imkan yoktur: Putperestliği ortadan kaldırarak Allah’ın birliğini öğretmenin, ancak İlahi davet ile yapılabilecek bir iş olduğu herkesin malumudur. Hz. Muhammed, Arabistan’da tevhit inancını o kadar sağlam bir biçimde inşa etmiş ve oradan putperestliği o kadar köklü bir şekilde kazıyıp atmıştır ki, putperestlik orada bir daha herhangi bir formda ortaya çıkmamıştır. Oysa Hıristiyan milletler arasında putperestlik yeniden peyda olunca, diğerleri üstün olan Hıristiyan putları kabul etmeyen Hıristiyanları dinsiz sayacak derecede ileri gitmişlerdir. Hıristiyan yazarların istihzayla sözünü ettikleri bir konu da İsra (Miraç) hadisesidir. Bunlar İblis’in Hz. İsa’yı çöllerde dolaştırdığına inanıyorlar da Hz. Muhammed’in miracına inanmıyorlar?”(5)
Yazar, İslâm Peygamberi’nin üstünlüğünü, tebliğindeki samimiyetini ve tevhit dininin kabul edilmesiyle kendisine kişisel bir çıkar sağlamadığını çok çeşitli örneklerle anlatır. Gelen bütün peygamberlerin bir önceki tebliğ gücünü yenileyip geliştirdiğini söyler. Hz. Adem’den başlayarak Hz. İsa’ya kadar bunun böyle olduğunun üzerinde durur. “Şu halde onunki de bütün Peygamberlerin tebliğ ettikleri hükümlerle aynıdır. Dolayısıyla Hz. İsa’nın akidesi de yeni bir şey olmayıp Hz. Musa tarafından tebliğ edilen akidenin aynısıdır. Aralarındaki şu fark var ki, birbirimize karşı eda edeceğimiz ahlakî görevler, eskisinden daha güçlü bir şekilde vurgulanmıştır”, der ve İslâm Peygamberinin bu yöndeki özelliklerini anlatmaya şöyle devam eder:
“Hz. Muhammed tebliğ ettiği dine kesin bir biçimde inanmıştı. Bu inanç ve ikna oluş temelsiz de değildi. Her türlü alay ve hakaret ile karşılaşan İslâm Peygamberi, yolundan kıl kadar ayrılmamıştır. Tehdit ve işkenceler, O’nu tevhit inancını tebliğ etmekten, o devirde var olan ahlak ile mukayese edilemeyecek ulvilikteki ahlak esaslarını öğretmekten alıkoymamıştır. Hz. Muhammed bir gün taht ve saltanat peşinde koşmadı. Doğu’da bir zaferin en mühim işareti olarak, silahlı silahsız kimselere yönelik kıyım ve katliamlar gösterilir. Hz. Muhammed de gücü ele geçirdikten sonra bunu yapabilir ve kendisi gibi düşünmeyen hemşerilerini Mekke’nin fethinde topluca katlettirebilirdi. Fakat O, olağanüstü bir hoşgörü ve af sergileyerek hepsini bağışladı. Yalnız, “Hak geldi batıl zail oldu”(6) ayetini okuyarak Kabe’ye girdi ve oradaki 360 putu parçaladı: Bu görevi tamamladıktan sonra başkaları gibi Mekke’de taht kurmadı. Putperestlikten kurtardığı Kabe’nin yanında saray da inşa ettirmedi. Bilakis ecdat şehrini, dininin merkezi ve kıblegahını bırakarak zorluk ve sıkıntı anında kendisine yar olanların arasındaki mütevazı hanesine geri döndü.” (7)
İnsanlar her türlü ahlaki değerden yoksun olarak katılaşmış, kalıplaşmış önyargı ile hareket etmedikleri zaman böylesine sıcak ve samimi bir şekilde doğruyu görebiliyorlar. Günümüz İslâm üzerine yorumlarıyla tanınan John L. Esposito bizim sürekli olarak vurguladığımız bir hususu nakleder: “Batı İslâm’ı yok etmenin yollarını arar. Bunu yaparken, Kilisenin rehberliğinde hareket ederler. Kilisenin gücü, İngiltere ve Amerika’nın başını çektiği Batı Bloku’nun iç ve dış politikalarını yönlendirmede belirleyicidir.” (8)
John Davenport, bunu 150 yıl önceden görmüş ve daha net ifadelerle sınıflandırarak anlatmış. Onun, Batılıların ikinci iftirası olarak yer verdiği; “ Hz. Muhammed’in dinini kılıçla yaymış, bu yüzden de çok kan akıtmış ve birçok insanı sefalete itmiştir”, cümleleriyle anlattığı konudur. Buna cevabında da öncelikle Yahudilik ve Hıristiyanlığın bu konuda dinî emir haline getirilmiş kaynaklarını nakleder, onların yaptıklarını anlatır:
“Hz. Muhammed’in savaşlara girdiği kesindir. Ancak O’nun savaşları, Hz. Musa’nın savaşları gibi ‘temizlik’ savaşları değildir. Hz. Muhammed’in takdir edilmesi gereken büyük hedefi, Arabistan’ı birleştirilmek, tek bir devlet kurmak, bu devletin vatandaşlarına da her şeyi yoktan yaratan Allah’a layıkıyla kulluk etmeyi öğretmekti. Hz. Muhammed Müslümanlığı kabul edenler en ufak bir saldırganlıkta bulunmamayı emretmiş, hepsine kardeş muamelesi yapılmasını istemişti. Hz. Musa ise, bunun aksine kesinlikle merhamet göstermeyerek bazı kavimlerin kökünü kazımıştı. Hz. Muhammed tarafından böyle bir şey asla yapılmamıştır. Hıristiyanlar özellikle de İspanyollar Peru ve Meksika’nın işgali sırasında bu tür bir etnik temizlik siyaseti uygulamışlardır. (İspanyollar on iki milyon yerliyi katlederken İsrail oğullarının Kenanilere yaptıklarını örnek almışlardı.) Kur’an-i Kerim’in hiçbir yerinde bütün insanlığın kabul ettiği adalet ve merhamet ilkeleriyle çelişen bir emir görülmez. Halbuki bugün elimizde dolaşan Kitab-ı Mukaddes’te şöyle emirler mevcuttur: “ Musa dedi ki: Rab emrediyor: Her adamın yanıbaşına kılıcı koyunuz. Sonra çadırın içine giriniz, çıkınız, her adamı ve kardeşini, her adamı ve arkadaşını, her adamı ve komşusunu öldürünüz.” (9)
“Yuşa İsrail’in Rabbi tarafından verilen emre uyarak bütün memleketi kırıp geçirdi. Bütün hükümdarları öldürdü. Geride bir şey bırakmadı. Her canlıyı imha etti.” (10)
“Samual Saul’a dedi ki: Git ve Amalika’yı vur. Neleri varsa imha et. Hiçbirini koruma. Erkek, kadın, emzikli yavru, inek, keçi, deve, merkep hepsini kes.” (11)
“Rabbinin sana miras olarak verdiği bütün şehirlerin halklarından nefes alan hiçbirini koruma. Hititleri, Amurileri, Kenanileri, Hivitleri ve Yebusileri Rabbinin emri gereği imha et!” (12)
Yazar, bunun hemen devamında, Hıristiyanların işlediği ve cinnete dönüşen zulümleri anlatır. Bu dehşet verici ifadeleri bir Hıristiyan’ın yazması düşündürücü değil midir? Bakınız John Davenport, Hıristiyanların din zulmünde neler söylüyor:
“Peki, Hz. İsa tarafından dağda verilen ve başlı başına merhamet kokan vaazın neresinde, daha sonra onun adıyla işlenen zulüm ve işkenceleri destekleyen, ya da böyle yapılmasını özendiren bir şey vardır? Bu sorunun cevabı gayet basittir. Elbetteki yanlışlıkları ‘Büyük’ lakabıyla anılan İmparator Constantin’e! Sırf politik amaçlarla Hıristiyanlığı kabul eden ama işlediği zulümlerinden dolayı -İkinci Neron- lakabıyla anılan Canstantin, M. 324 yılında toplanan İznik Konsülüne başkanlık etmiş ve ilk kez bu konsülde Hz. İsa’nın -haşa- ilahlığı kabul edilmiştir. Ardı arkası gelmeyen kısır fakat kanlı dini mücadeleler esnasında en ağır işkencelerle binlerce Hıristiyan kanı dökülmüş, birbirlerini kardeş ve dost bilmesi gereken bu insanların perişan hallerini gören Poictiers Psikoposu ve kilise büyüklerinin eskilerinden olan St. Hilary dördüncü asırda bu vaziyeti şu sözlerle tenkit etmişlerdi:
‘Bu ne içler acısı ve ne tehlikeli vaziyettir! İnsanların fikirleri sayısında mezhepleri, arzuları miktarınca akideleri, hata ve kusurları adedince sapıklıkları var! Bunun sebebi, mezheplerimizi keyfi bir süratte oluşturmamız ve yine keyfi bir şekilde açıklamaya çalışmamızdır. Her yıl, hayır her ay yeni mezhepler üreterek göze görünmeyen sırları keşfe çalışıyoruz.”
Aslen saldırgan olmayan Müslümanlar ve Türklere karşı düzenlenen 9 Haçlı Seferi ve bunların yol açtığı kıyım ve yıkımlar. Bu savaşlar yüzünden iki yüz yıl esnasında milyonlarca insan ölmüştür.
Engizisyon katliamları, dini mücadeleler sebebiyle yapılan çarpışmalar, yirmi sene boyunca papaların papalarla, piskoposların piskoposlarla kavgaları yaşanırken insan zehirleme, gizli adam öldürme gibi suçlar yaygınlık kazanmış, her biri Neron’ları Caligula’ları geride bırakan on ikiden fazla sözde Papa, türlü günah, cürüm ve cinayeti işlemiştir. Bu dönemde sadece Yeni Dünyada (Amerika) on iki milyon insan öldürülmüştür! İtiraf etmeliyiz ki on dört asır devam eden bu korkunç ve aralıksız dini savaş ancak Hıristiyan milletlerde görülmüştür. “Putperest” kelimesiyle aşağılanan milletlerin hiçbiri fikir farklılıkları sebebiyle böyle kan dökmemiştir.”
Yazar bu açıklamalarını çeşitli öneklerle çoğaltır ve sonunda, “Bundan anlaşılan odur ki, Hz. Muhammed’in dinini kuvvet kullanarak yayması tenkit ve yargılamaya konu olacak husus değildir. Çünkü güç kullanımı fena bir şey olsaydı bizim de bundan istifade etmememiz gerekirdi”, diyor ve Hz. Muhammed’in Sina rahipleriyle Hıristiyanlara verdiği bir beratın metnini yayınlıyor. Arkasından 3. iftira olarak gördüğü, “Hz. Muhammed, Kur’an’da tensel ve çekici bir cennet portresi çizmiştir”, hususuna cevap veriyor ve bu konuda da şunları söylüyor:
“Hz. Muhammed’e yöneltilen bir diğer iftira getirdiği şeriata uyanlara ve öğretilerine göre yaşayanlara vaat edilen cennetin baştan sona maddi zevk ve lezzetlerle dolu olmasıdır. Fakat dikkatle düşündüğümüz zaman Hıristiyanların aptalca tasavvurlarının ne kadar yersiz olduğunu görürüz. Madem Kıyamet günü bedenimiz ve duyularımız geri verilecektir, o halde duyularımızın orada da zevk almayacağını kim söyleyebilir? Ruh bedenden daha asil olduğu için bedene zevkler sunulduğu gibi ruha da yüksek zevkler temin edilmiştir. Bunların en büyüğü de Yüce Allah’ı görmektir. Bu en yüce zevk cennetin öbür zevklerini unutturacaktır. Cennette bahçeler, köşkler, nimetler vb. şeylerle yetinenler, cennet halkının en aşağı düzeyindedirler. En yüksek makamı kazananlar, her gün Allah’ı görmeğe erişenlerdir. Bu yüzden cennetin yalnızca maddi zevklerle dolu olduğunu söylemek doğru olmadığı gibi Müslümanlar da ahiret zevklerinin yalnızca maddi olmadığına inanırlar. Birçok İslâm bilgini, maddi zevkleri sayıp dökerken kelimelerin sembolik ruhi zevkleri gösterdiğini söylemektedirler. Hz. Muhammed tarafından anlatılan cennetin O’nun karakterini gösterdiğini söyleyenler yanılıyor ve çok haksız bir saldırıda bulunuyorlar. Çünkü Hz. Muhammed, bunun tersine yoksul, çalışkan, insanların genelince yegane hedef sayılan şeylere önem vermez bir insandı.”
Yazar İftiralar sıralamasının sonuncusunda çok evlilik meselesini ele alır. Bu konuya İslâm öncesi semavi dinlerin bakışını anlatarak başlar ve Helen ve Roma kültüründe, bunun savunulduğunu söyler. Yazarın kendi inancından gelen eğilimlerinden birkaç cümle ile söz etmekte fayda vardır. Şöyle diyor:
“Çok eşlilik gerçekten iğrenç ve şüphe doğuran bir şey olsaydı, Yehova, hikâye şeklinde de olsa, bunu konu etmezdi. O halde gerek Tevrat, gerekse İncil’de hiç kimse için yasaklanmayan bir şey, niçin utanılacak ya da namus zedeleyici sayılıyor? Meseleyi başka açıdan da muhakeme edebiliriz: Çok kadınla evlilik, ya nikah ya da zinadır. Saydığımız bunca Peygamber birçok hanım almış olduklarından, onlara zina isnat etmemize imkan yoktur. Öyleyse çokeşlilik nikahtır. Nikah ise meşru ve şerefli bir bağdır. Bu yüzden Hz. Muhammed, Cenabı Hakkın eski şeriatlara uygun görülen bir emrini düzenlemekten öte bir şey yapmamıştır.”
Burada, Yazar’ın İslâm Peygamberi’ni fazla hanımla evlendiği için savunma tarzı, sanki İslâm’da çok eşlilik bir dini kuralmış gibi algılanmamalıdır. İslâm, bu evliliğe zorunlu şartlar altında izin verse de, bundan söz eden ayet, “Beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın; haksızlık etmekten korkarsanız bir tane kadın veya mülkiyetinizde bulunan câriye (ile yetinin); bu, adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır (13)”, mealindedir. Burada, önemli bir ayrıntı dikkatten uzak tutulmamalıdır. Ayette, haksızlık etmekten korkulması durumunda bir evlilik tavsiye edilmemektedir. Bugün yer yüzünde iki farklı dünyası olan kadınla birlikte yaşamanın sorumluluğuna kim katlanabilir? Nitekim günümüzde İslâm devletlerinin önemli bir bölümünde bu tür evlilik uygulamadan kalkmış durumdadır. İslâm Peygamberi’nin fazla hanımla evliliği ise, sosyal, ekonomik ve siyasi gerekçelerle defalarca izah edilmiştir. Bunun üzerinde burada durmanın bir anlamı yoktur. Yazar çok önemli bir gerçeği de dile getirerek bu yorumlarını tamamlar ve “Batı’da modaya bağlı olan kadın, çokeşliliği cezasız ve yasal kabul eden ülkelerden daha fazla alınıp satılmaktadır”, der. (14)
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
muhsinilyas@gmail.com
__________________________ 1 John Davenport: “Hz. Muhammed’den Özür Diliyorum (Çev. Muharrem Tan) Moralite Yayınları İstanbul- 2007; s.9., 2 age. s. 11 3 age. s. 53. 4 Kehf; 110. 5 Hz. Muhammed’den Özür Diliyorum, s. 127. 7 age. s. 130. 8 Richard P. Mitchell, The Socierty of the Muslim Brothers (London: Oxford University Pres. 1969) s. 229 (bk. İslâm Tehdidi Efsanesi, John L. Esposıto, (Çev. Ömer Baldık, Ali Köse, Talip Küçükcan) Ufuk Kitaplar, İstanbul- 2002, s. 132.) 9 Çıkış (Exodus) Kitabı xxxı.27 10 Yuşa, x., 40. 11 1. Sauel, xw., 3. 12 Tensiye (Deuteronomy) xx., 17. 13 Nisâ: 4/2-3. 14 Hz. Muhammed’den Özür Diliyorum, s. 125. vd.
|