Hüseyin Hatibî; HarizmÅŸah ülkesinin önemli ÅŸehri Belh’in sözüne, ilmine güvenilir bir ilim adamı. Belh’in önde gelen âlimlerinden Ahmed Hatibî’nin oÄŸlu. Ãœmmetullah Hatun; HarizmÅŸah sultanı Alâaddin Muhammed’in kızı. Babasından ve Hanefî fakîhlerinden imamların güneÅŸi lâkablı Muhammed-i Serahsî’nin kızı olmasından dolayı kendisine saygı gösterilmekte ve “Melike-i Cihân” olarak anılmakta. Bu ilim ve makam sahibi iki gönlün birleÅŸmesiyle 1166 yılında Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled dünyaya gelir. Gelir, ama henüz 2 yaşındayken babasını Hakk’a uÄŸurlar. Annesi, soylu melike onun elinden tutar ve “Sultan kızı olan ÅŸu anneni babanın ilminden dolayı ona verdiler” diyerek kütüphanesine götürür.
Daha bebek yaÅŸlarında kitaplarla tanışan Bahâeddin Veled ilmini dedesi Ahmed Hatibî’den ve döneminin âlimlerinden aldığı feyizle öyle ilerletecektir ki, Belh’te ve bugün Tacikistan topraklarında bulunan VahÅŸ’ta binlerce susuz gönülleri mânâ bilgileriyle doyuracaktır. Hattâ Belhli âlimlerin rüyalarında gördüğü Peygamber (SAV) efendimizin tavsiyesi üzerine kendisine günümüzde de anıldığı ÅŸekliyle âlimlerin sultanı anlamındaki “Sultânü’l-ulemâ” diye hitap edilecektir. Sultânü’l-ulemâ evlilik dönemi gelince Belh Emîri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun ile evlendirilir. Bu kutlu beraberliÄŸin, sırasıyla Fatıma, Alâeddin Muhammed ve Celâleddin Muhammed (Mevlâna) adında 3 meyvesi olur.
Yıllar geçmekte Sultânü’l-ulemâ’nın ilminin derecesi günden güne Belh’te, çevre illerde ve hattâ Sultan Alâeddin Keykubad’ın Anadolu’sunda yayılmaktadır. Ancak sultan soyundan gelmiÅŸ olması nedeniyle HarizmÅŸah tahtında gözü olduÄŸunu söyleyen iftiracılar kendisini hep suçlamaktadır. Ayrıca Belh’teki fikir olarak uyuÅŸamadıkları zâhirî bilim adamlarının dedikoduları da ayyuka çıkmıştır. Gönlünde ilimden baÅŸka, ilâhî aÅŸk makamından baÅŸka bir kaygısı olmayan Sultânü’l-ulemâ eÅŸi, çocukları, öğrencileri ve kendisini seven dostlarını da alarak Belh’ten ayrılır (1212 veya 1213) ve 10 yılı aÅŸkın bir seyahat neticesinde 1222 yılı sıralarında Larende’ye (Karaman) gelir. Ancak büyük kızı Fatıma Hatun evlenmesi dolayısıyla Belh’te kalmıştır.
Sultânü’l-ulemâ Karaman’da ilim taliplileriyle birlikte oÄŸulları Alâeddin ve Celâleddin’i yetiÅŸtirmektedir. Ancak Karaman günleri belki de seyahatten yorgun düşen Mümine Hatun ve Alâeddin’i onlardan ayırır. Her ikisi de orada, geldikleri yer olan topraÄŸa emanet edilir. Genç Celâleddin bir taraftan derslerle, diÄŸer taraftan anne ve aÄŸabey acısıyla piÅŸip olgunlaÅŸmaya baÅŸlarken evlilik yaşına gelmiÅŸtir. Belh’ten birlikte yola çıktıkları Semerkandlı Lala Åžerafeddin’in kızı çocukluk arkadaşı Gevher kendisine eÅŸ olarak uygun görülür. 1225 yılındaki evliliÄŸin ardından ilk doÄŸan oÄŸluna babasının adı Bahâeddin’in (1226), bir yıl sonra doÄŸan ikinci oÄŸluna ise aÄŸabeyi Alâeddin’in (1227) adını verir. Ancak dünyada “dertle piÅŸme”nin sonu yoktur. Birkaç sene sonra (muhtemelen Karaman’da) daha küçük oÄŸlu Alâeddin süt çağında iken eÅŸi Gevher Hatunu genç yaşında topraÄŸa emanet eder. Neredeyse daha kendisi de çocuk yaÅŸlarda olan Celâleddin bu zamansız ayrılıklara dayanır, Yüce Yaradan’ın aÅŸkını ve babasının ilmini gönlüne merhem yaparak acılarını dindirmeye çalışır.
Sultan Alâeddin’in baÅŸkenti Konya’ya kutlu yolculuk…
Sultan Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-ulemâ Bahâeddin Veled’in Karaman’a gelip orada ilim yaymakla meÅŸgul olduÄŸunu duyduÄŸu vakit, elçiler göndererek kendisini Konya’ya davet eder. 3 Mayıs 1228 günü Konya’yı teÅŸrif eden aile, sultanın da aralarında bulunduÄŸu coÅŸkulu bir kalabalıkla karşılanır. Ailesiyle Konya’ya yerleÅŸen Sultânü’l-ulemâ iki yıl kadar sonra 23 Åžubat 1231 günü Hakk’a yürür. Geride henüz ilmini tamamlamamış olan oÄŸlu Celâleddin’i öksüz torunlarıyla birlikte o da yalnız bırakır.
Celâleddin’in çevresi bir bir boÅŸalmaktadır. Bir taraftan babasının makamına geçmiÅŸ medresede öğrencilerine daÄŸarcığındakileri ikram etmekte, diÄŸer taraftan da iki öksüzle ilgilenmektedir. Küçük oÄŸlu 5-6 yaÅŸlarındaki Alâeddin, dedesi (Lala Åžerafeddin) ve anneannesinin (Büyük Kira) yanında emin ellerdedir; Bahâeddin (Sultan Veled) ise okul çağına gelmiÅŸ derslerine devam etmektedir; diÄŸer taraftan da akÅŸamları babasının dert ortağı olmaya baÅŸlamıştır bile. Celâleddin’in dünyalık için kendisine ayıracak ne vakti vardır, nede böyle bir düşüncesi. Ancak asıl derdi, akÅŸam olup da odasında halvete çekilince derslerinde zahirî bilgilerle anlattığı her ÅŸeyin yaratıcısı Yüce Allah’ı ilmî bilgiyle deÄŸil de kalbî bilgiyle hissetmek için ne yapması gerektiÄŸidir… Kitaplardan, hocalardan, kendisine dersler vermek için Kayseri’den gelen babasının talebesi ve Belh’te iken lalası olan Muhakkık-ı Tirmizî’den ve onun tavsiyesi ile gittiÄŸi Halep ve Åžam’daki hocalardan bu kalbî bilginin kapısının anahtarını alamamıştır; daha doÄŸrusu onlardaki anahtarlar bu sır dolu kapıyı açmamıştır.
Medrese âlimi Celâleddin’in Konya’ya yerleÅŸmesinden bu yana 16 sene geçmiÅŸtir. Artık kendisine kol kanat geren hocası Tirmizî de Kayseri’ye dönmek istemektedir. Celâleddin “hamım henüz, daha piÅŸmedim; gitmeyin” dese de o kararını vermiÅŸ ve Kayseri’ye dönmüştür. Zaten kısa bir müddet sonra o da Hakk’a doÄŸru kanat çırpıp, diÄŸer akrabaları gibi Celâleddin’i yalnız bırakacaktır. Mevlâna’nın tek tesellisi ise Meram’da oturan kayınpederi ve kendisine Semâ’yı öğreten kayınvalidesinin evine sık sık gelip dünyalık yalnızlığını gidermeleri ve öksüzlere kol kanat germeleridir. Bu arada onların da tavsiyesi ile daha önce bir kez evlilik yapmış ve kocası ölmüş olan bir çocuklu Konyalı Kira adlı âlime ve gönül sahibi bir hanımla evlenmiÅŸ; bu hanımın öksüz çocuklarına sahip çıkması dünyalık dertlerine biraz olsun teselli olmuÅŸtur. Evlatlık olarak yanlarına aldıkları küçük, ama bilge kız Kimya da evlerinin neÅŸesi olmuÅŸ; Celâleddin’le yaptıkları sır sohbetleri onu evin ayrılmaz bir parçası haline getirmiÅŸtir.
Bu arada Celâleddin, dedeleri Lala Åžerafeddin’i de yanlarına katarak iki öksüz oÄŸlunu eÄŸitimlerine devam etmek için Åžam’a göndermiÅŸ, kendinden daha fazla geçip “kendini bulmaya” vakit ayırır olmuÅŸtur. Çocukları Åžam’dan dönünce Celâleddin’in o yalnız evi ÅŸenlenmiÅŸ, yeni hanımı Kira Hatun, onun ilk eÅŸinden olan çocuÄŸu, ondan olan oÄŸlu Emir Âlim ve kızı Melike’yle birlikte Alâeddin, Bahâeddin ve evlatlıkları Kimya ile dünyalık mutluluÄŸa ermiÅŸtir. EÅŸi Kira öksüzlerle öz annesi gibi ilgilenmekte, onlar da yeni annelerinden doÄŸan iki kardeÅŸleri ve Kimya ile öz kardeÅŸ gibi geçinmektedirler. Dede ve anneanne de eskiden olduÄŸu gibi zaman zaman eve gelip bu mutlu tabloyu perçinlemektedir.
Yüzlerce anahtarın açamadığı kapıyı bir “çilingir” iÄŸneyle açıverir…
Celâleddin’in dünyalık hayatı düzene girmiÅŸtir. Bir taraftan medrese hocalığı, saygın bir âlimlik ve cami vâizliÄŸi… dersler, öğrenciler, cemaat; diÄŸer taraftan evinde belki uzun yıllar sonra ilk kez bir baba olarak mutluluÄŸu. Ancak, o sır kapısının anahtarını henüz bulamamıştır, tek derdi budur; iÅŸin kötüsü bu anahtarı nasıl, yada kimden alacağını da bilememektedir. BaÅŸta babasının eseri Maârif, Attâr’ın Esrârnâme ve Arap şâiri Mütenebbî’nin divanı olmak üzere okuduÄŸu ciltler dolusu kitaptan istifade etse de kapı hâlâ açılmamıştır. EÅŸi Kira, onunla bu konuda dert arkadaşı olmakta, fakat kocasının derdinin ne olduÄŸunu bile tam olarak kavrayamamaktadır.
29 Kasım 1244; ve çilingir gelir, üstü başı yırtık dökük kıyafeti, “deli-dîvâne” davranışları, horlanmaktan çekinmeyen -hattâ bilâkis isteyen- gönlüyle Åžems-i Tebrizî Åžam’dan, Halep’ten, Erzurum’dan geçerek “avını” yakalamak için, Celâleddin için gelir. Gelir ama, dönen zahirî çarka mânâ sopasını da “arsızca” daldırır…
Artık “müderris” Celâleddin, o eski Celâleddin deÄŸildir. Medreseyi terk eder, öğrencilerini bırakır, vaazlarına gitmez; tam tersine “basitlikten” ibaret gördüğü ÅŸiire kendini verir, söyler de söyler. Semâ’ya kendini kaptırır, “döner” de döner. Âlimlik kürsüsünden inip hırkasını çıkarır, yeniden öğrenci olup derviÅŸlik kisvesini giyer… Ve Åžems-i Tebrizî ile iki buçuk yıllık “mânâ eÄŸitimi”nin sonunda “Mevlâna” olarak tekrar terk ettiklerinin karşısına çıkar. Yıllardır aradığı anahtarı bulmuÅŸtur; artık mânâ evine sadece dışarıdan bakıp anlatmaya çalışmaz, içine ta en ücra köşelerine kadar girip nerde ne varsa “izin verildiÄŸi” ölçüde taliplilere tarif etmeye çalışır. Bazıları belki anlamazlar, anlamak istemezler, ama kendisiyle çekine çekine o eve girip gezen kiÅŸiler de gördükleri karşısında zihinlerinin aldığı miktarca “sarhoÅŸ” olurlar.
Bu sarhoÅŸların miktarı günden güne artar; yıllar yüzyıllar geçer, o “bâkî” olan mânâ evini merak edenler Mevlâna’nın eserleriyle o eve girmeye çalışırlar. Bu girenlerden bazısı o evde Hüseyin Hatibî’yi, Sultânü’l-Ulemâ’yı, Necmeddin-i Kübrâ’yı, Åžems-i Tebrizî’yi, Mevlâna’yı, Sadreddin-i Konevî’yi, Selahaddin-i Zerkûb’u, Çelebi Hüsâmeddin’i, Sultan Veled’i, Alâeddin Çelebi’yi, Kira Hatun’u, Kimya’yı ve diÄŸerlerini bir odada oturmuÅŸ kendilerine bakar halde görür, müze ziyaret eder gibi onları tek tek incelemeye çalışır; bazıları ise bu simalardan hiçbirine takılmadan, hattâ evde hiçbir sûret görmeden evin güzelliklerini temaÅŸa ile tam “sarhoÅŸ” olurlar ve kendilerini o eve davet edenlere şükürlerini gönüllerinden dile getirirler. O evin asıl ana giriÅŸ kapısı orada oturan kiÅŸilerin girdiÄŸi “Kur’ân-ı Kerim kapısıdır; ikinci kapısı ise Hadis-i Åžeriflerdir. Bu kapılardan girmeye “mecali” olmayanlara ise Mevlâna bir “edep kapısı” açmıştır ki, samimi olarak bu kapıdan girip koridoru takip edenler ana kapının da vardığı makama ulaÅŸacaktır…