ÖNSÖZ
Mevlânâ Hazretleri’nin menkıbeleri ilk defa müridle- rinden Feridun İbn-i Ahmet Sipehsâlar tarafından yazılmıştır. Ondan sonra Arif Çelebi Hazretleri’nin zamanında Şeyh Ahmet Eflâkî bu menkıbelere eklemeler yapıp genişleterek “Menakib ül Arifin” adında bir eser meydana getirmiştir. Sonra Çelebi Abdülcelil Hazretleri’nin zamanında Abdül- vehhab Hemedânî bunu özetleyerek “Sevâ-kib’ül Menâkib” adında bir eser yazmıştır. Mesnevihan derviş Mahmud Konevî bu eseri Türkçe’ye çevirmiştir.
Feridun Sipahsâlar’ın eseri, Hazreti Mevlânâ’dan bizzat gördüklerini ve zamanında geçmiş olayları aktardığı için en sağlam belge sayılır.
“Sefîne-i Mevlevîye” de belirtildiği üzere Feridun İbn-i Ahmet Sipahsâlar Hazretleri’nin lakabı Mecdeddin’dir. Kendisi ataları gibi Selçuklu devletinin komutanı olup cesur, cömert, zarif, bilgili ve güzel ahlak sahibi değerli bir kimse idi. Gençliğinde Sultan’ül Ülema Hazretleri’nin meclislerinde bulunmuş, nefeslerinden etkilenmişti, onu çok severdi. Babası öldükten sonra sultan Alaaddin Keykubat tarafından komutan tayin edildi. Mevlânâ Hazretleri ona
- “Ey Feridun, bir müddet cihad-ı asgarın kumandanı oldun, bundan sonra da ahyar sancağını ele al, ebrar askerinin kumandanı ol!”[1] buyurdu.
O da bu davete uydu, mürid oldu, Hazreti Mevlânâ’nın mübarek nefeslerinin bereketiyle bu makama erişti. Akrabası olan Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin halifeliği zamanında müridlere çok yardımları dokundu, evliya âyini tertiplerine hizmet etti. Mevlevî menkıbelerine dair güzel bir eser meydana getirdi.
Sipehsâlar savaşa gideceği zaman manevi yardımlarını dilemek için gidip Hazreti Mevlânâ’nın elini öptüğünde, savaşta olacak olayları kendisine bildirirdi, sonra aynen söylediği gibi ortaya çıkardı. Zaferle dönüp Hazreti Mevlânâ’nın ayaklarına yüz sürmeye geldiğinde Hazreti Mevlânâ seferdeki olayları bir bir kendisine anlatır, mükâşefelerinin[2] gücünü gördükçe onun da bağlılığı artardı. Çelebi Hüsa- meddin’in halifeliği zamanında da, eskisi gibi, inkârcıların saldırılarına engel oldu, hiçbir kimse Mevlevî âyinine laf söylemeye cesaret edemedi. Kendisinin bu gayretleri Hazreti Çelebi’nin huzurunda anıldığında;
- “Elbette öyle olur; o her sabah iki meleğin hayır duasını almaktadır. Zira Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki Cenab-ı Hakk’ın iki meleği vardır; her gün sabah vaktinde ‘Yarab! Her infak edene dağıttıklarının karşılığını kat kat ver’ diye dua ederler.” buyurdu.
Sipehsâlar bunu duyunca çalışmalarının makbul olduğuna sevinerek bu haberi getirene mallarının hepsini verip yalnız kendisinin geçinmesine yetecek bir miktar alıkoydu ve dünya alakasından elini eteğini çekip, bizzat gördüğü ve işitip kesin olarak doğruluğuna emin olduğu halleri ve kerametleri toplamaya girişti. Yaşı doksana varmışken sema’da bir delikanlı gibi dimdik dururdu.
Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarında oğlu Celâleddin’i elinden tutup huzuruna getirerek mürid etmiş, bakıp gözetmeleri niyazında bulunmuş, dileği kabul edilince vefat etmiştir. Vefatından önce;
- “Devletsiz başımız, o hakikat sultanının iradesinin ayaklarındaydı, vefatından sonra da öyle olmak münasiptir.” diye vasiyet etmiş olduğundan, öldükten sonra Sultan’ül Ülema ve Mevlânâ Hüsameddin ve Selahaddin Efendi’nin merkadlerinin ayak ucunda defnolundu.
Oğlu Celâleddin onu rüyasında görmüş; Mevlevî tekkesinde ağzından bir nur çıkmış, aya kadar yükselmiş, parlaklığının bir kısmı yeryüzüne yansıyıp düştüğü yerleri nura boğmuştu. Bu hali Sultan Veled Hazretlerine arz ettiğinde;
- “O nur evliyanın anılmalarının nurudur ve o yansıma o anılmaların eserleridir ki, kabiliyetli gönülleri aydınlatır. Kalplerin aydınlanmasıyla kalıplar da nurlanır, inkâr karanlığından kurtulurlar.” diye tabir etmiş ve onun yazmış olduğu menkıbelerin toplanıp yazılmasını emretmiştir.
Bunun üzerine rahmet inmesine sebep olan bu zarif eser kitap yapılıp çoğaltıldı, mübarek ve uğurlu sayıldı.
Sipehsâlâr bu menkıbeleri Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarına kadar bizzat yazmıştır. Vefatından sonra oğlu tarafından tamamlanmışsa da bu ilâvelerin neler olduğu belli değildir.
Sipehsâlâr kırk yıl Hazreti Mevlânâ’nın hizmetinde bulunmuş, Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarına kadar yaşamıştır. Doksan altı yaşını geçtiği halde öbür dünyaya göçmüştür. Hazreti Mevlânâ Hicri 672 yılında, altmış sekiz yaşında vefat eylediğine göre bu sırada onun 84 yaşına yakın olması gerekir. Çünkü ondan sonra Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin 12 sene süren halifeliği zamanında hayattaydı. Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlangıçlarında vefat etti.
44 yaşındayken Hazreti Mevlânâ’dan el alıp tarikata girmişti; Hazreti Mevlânâ bu sırada 32 yaşındaydı. (Hicri 636) Bu tarihte Hazreti Mevlânâ bir mürşidi kâmil ve mükemmil idi. Çünkü “Menakıbül Ârifin” de yazılmış olduğuna göre Sultan’ül Ülema Hazretleri Hicri 628 yılında ahirete göçmüştür.
Ondan pek az zaman sonra Seyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî Hazretleri şeyhi bulunan Hazreti Sultan’ül Ülema’nın manevi işaretiyle acele olarak Konya’ya gelip Hazreti Mevlânâ’ya tarikat telkin etti. Dokuz sene beraber bulunarak az vakitte yüksek dereceye ulaştırmıştır ki, tarikata 25-26 yaşındayken girmişti. 6-7 sene sonra da Sipehsâlâr ona bağlanmıştı. Şemseddin Tebrizî’nin Konya’ya gelmesi “Nefehat'ül Üns”de belirtildiği üzere 642 yılında yani Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin Kayseri’ye gitmesinden az bir zaman sonra vaki oldu.
Buna göre Cenabı Mevlânâ kâmil bir mürşid olduğu halde Hazreti Şemseddin Tebrizî’nin sohbet halkasına girmiş, sema’ usullerinde ona uymuştur. Bu tarihi belgelere göre Hazreti Mevlânâ’nın piri Burhaneddin Tirmizî Hazretleri’dir. Şemseddin Tebrizî Hazretleri ise sohbet arkadaşlarındandır. Nitekim bu menkıbelerde geniş olarak anlatılmıştır.
Bu eseri tercüme etmekten maksadım yalnızca evliyadan şefaat dilemektir, kendimi göstermek, üstünlük taslamak değil. Zira cahillik ve acizlik deryasında boğulmuş bulunan bu fakir, kendisinde ortaya koyabileceği bir yetişkinlik ve övülmeye değer bir bilgi gücü göremez. Gerçi Cenabı Mevlânâ Efendimizin her birisi bir iklim olan, sonsuz güzellikler taşıyan beyitlerini nazım olarak tercüme etmek büyük cüretkârlıktır. Fakat bu da şiir kudreti göstermek için vaki olmadı; belki hakirin istidadı gereği olarak öyle ortaya çıktı. Tasavvuf erbabının bu nükteye göre fakirin eksikliğini yetişkinlik görüp susacaklarına inanıyorum. Kendini beğenmişlerin itirazları ise endişe dairesinden uzaktır. Vallahi veliyyüttevfik
Ahmed Avni
Bismillahirrahmanirrahim
ÖNSÖZ
Sonsuz hamd Allah’a mahsustur ki, onun hüviyeti akıl tasavvurlarından uzaktır. Ahad yani eşi, benzeri olmayan, celali yüce Tek ve Samed yani her şey kendisine muhtaç olup hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır, uluhiyetinin kemali hayal ve vehimlerden ıraktır. O öyle bir Mübdi yani yaratıcıdır ki, insan cevherini “İnin aşağıya!”[1] sillesiyle yücelerin zirvesinden heves ve şehvetlerin alçaklığına indirmişse de tekrar; “Gelin!”[2] kemendi ve cezbesiyle hakikate ve marifete ulaşma yolu vermiştir. İnsanları diğer bütün varlıklar üzerine “Muhakkak ki insanı en güzel biçimde yarattık”[3] ayetiyle şereflendirip seçkin kılmış,, “Sizi en güzel şekilde şekillendirdi”[4] ayetinin nakşıyla süslemiştir.
İnsan türü arasından ilâhlık semasının güneşleri ve rablık göğünün yıldızları olan peygamberleri “Ey Davud seni yeryüzünde halife kıldık”[5] ayeti gereğince peygamberlik tacı ve halifelik tahtıyla süsleyip şereflendirmiştir. Onların kalbini marifet ve hikmet sütüyle doldurup, ezeli hakikatler ve ölmez inceliklerle bilgilendirmiştir. Her dönemde azgınlık ve sapıklığın bağına yakasını kaptıranların olgunluk ve kurtuluş sahiline ulaşmaları ve sonsuz hayattan nasip almaları için o güzel sıfatlı zatlara kitap ve ayetlerini ihsan buyurmuştur. Peygamberler silsilesinden peygamberlerin efendisi, hâtemi ve âlemlere rahmet olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’i bütün peygamberlerin öncüsü, önderi ve sonuncusu kılmıştır. Bütün kemalleri ezel sabahında bütün peygamberlerin yaratılışına katmış, yine bütün kemalleri ezel sabahında Fahr-i Kâinat (s.a.s.) Efendimiz’in pâk zatının tıynetinde birleştirip son peygamberlik yüzüğünü onun mübarek parmağına takmıştır. Nitekim Hazreti Mevlânâ buyurur:
“Ey peygamberlerin önderi, senin ayağının tozu, Arş değerindedir.
Peygamberlik senin kemâlâtınla sona erip mühürlenmiştir.
Zülfünün siyahlığının gölgesi, güneşle beraberlik iddia etmeye tenezzül etmez.
Saba rüzgârı cihadına yardımcı olup sana hizmet etti; halbuki yel hiçbir çerağla barışmamıştı.
Hakikat denizlerinin dalgıcı Cebrail senin kutsal dilinde mücevherci olmuştur.”
Cenabı Hak peygamberliği sona erdirdiği zaman; peygamberlik halkasını cömertliğin özü olan varlığının noktasıyla mühürledi.[6] Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyurur:
“Halkın bütün kemallerini lütf-u Hak olup
Bir şey kılıp da verdi ona nâm-ı Mustafa”
(İlâhî lütuf, yaratılışın bütün üstünlüklerini bir araya toplayıp tertemiz ve çok güzel bir şey yaptı; ona “Mustafa” adını verdi.)
Sahabelerini, ebrarı ve seçilmiş evliyayı ortaya çıkarıp kendi güvenliğinin içine aldı, onları “Şüphesiz ki velilerime korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.. ”[7] ünüyle korudu. Onların mübarek vücudlarını noksan kişilerin nefslerini tamamlamaları için sebep kıldı ve ellerine hidayet meşalesi verdi. Nitekim hadisi şerifte: “Ashabım yıldızlar gibidir; onlara uyan, doğru yolu bulur” buyruldu.
“Mutlu kişi, daha anasının karnında iken mutlu kılındı” hadisinin hükmüne göre ezel sabahında kudret kalemiyle alınlarına ebedi saadet ve sonsuz devlet tuğrası çekilmiş olan kimseler “İyiler iyilere yaraşır”[8] ayeti gereğince o yüksek zatlara uyar ve cahillik çöllerinden geçerler. “insanların göğüslerinde vesvese verirler”[9] den ibaret olan şeytani tabiattan kurtulup güvenlik ülkesinde makamlarını seçerler. Kaplanlarla dolu dağlardan bu ayaklarla değil, yalvarma adımlarıyla geçerler, onların yardım gemilerine binerek timsahların kaynaştığı denizlerden kurtuluş sahiline erişirler. Nitekim hadisi şerifte: “Ümmetim Nuh’un gemisi gibidir, ona tutunan kurtulur, yanaşmayan boğulur” buyuruldu. Hazreti Pir Efendimiz Mesnevi’sinde şöyle buyurur:
“Sen şeyh ile berabersen; gece gündüz sen o gemide bulunduğun halde seyreder, merhaleler geçersin.
Sen can bağışlayan bir canın koruması altındasın. Gemi içinde hem uyur, hem yol alırsın.
Kendi zamanının peygamberinden kopma, ayrılma! Kendi keyf ve emeline az güven de; asıl o peygamberin günlerine itimad et!”
Eğer velilerin üstünlüklerinden ve makamlarından söz açılmış olsa, diller onu anlatmaktan aciz kalırlar. “birbirlerine yardımcı olsalar dahi..”[10]
Ama peygamberlerin en üstünü, “İki yay arası, hatta daha da yakın”[11] süvarisi Peygamber Efendimiz, cevher saçan engin manalı sözleriyle bunların üstünlüklerinden haber vermiş; “Benim ümmetimin üleması Ben-i İsrail peygamberleri gibidir” buyurmuşlardır. Bu alimlerden murad, zahiri ve bâtınî ilimleri toplayıp onlara göre amel eden ve Hak sevgisiyle yokluk potasında kendilerini eritip tam ayar altın olan evliya alimlerdir. Varlıkların övüncü Peygamber Efendimizin “Âdem ve onun altındakiler, kıyamet günü sancağımın altındadır” buyurmaları bu makamdandır. Hazreti peygamberimizden arasıra “Ah, kardeşlerimle görüşmeyi çok özledim” sözleri duyulurdu. Bazan mübarek yüzlerini Yemen tarafına çevirerek; “Şüphesiz Yemen yönünden Rahman’ın nefesini hissediyorum” buyurup vaktin evliyasından olan Üveys (r.a.) dan[12] haber verirlerdi. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in döneminde gelen bu velilerin büyük ve üstün vasıfları sınırsızdır. Bunun için Musa (a.s.) o kadar büyüklük ve yakınlığı ile; “Allah’ım beni Muhammed ümmetinden kıl” diye dua etmiş ve Peygamber Efendimiz de; “Kardeşim Musa hayatta olsa benden başkasına tabi olmazdı” buyurmuştur. Hazreti Mevlânâ buyurur ki:
“Ey şanlı peygamber, Hazreti Musa senin devrindeki parlaklığı, sabah müjdesinin ışıklarını görünce dedi ki: “Yarabbi, bu nasıl bir rahmet dönemidir?
Hayır o dönem, rahmet mertebesini de geçmiş; orada didar tecellisini görmek var..
Yarabbi, ne olur; Musa’nı çağlar ve asırlar denizlerinin içine daldır, daldır da Ahmed’in döneminde ortaya çıkar!”
Şimdi bu kitaptan maksat ne ise onu açıklayalım. Kulcağızların en küçüğü, “Sipehsâlâr” denmekle tanınmış olan Ahmed oğlu Feridun der ki:
Gençliğimde bu derviş taifesinin muhabbet ve ıhlası bu zayıfın gönlünde ve canında büyük tesir bırakmıştı. Nihayet saadet rüzgârı esip bu zayıf, fakir ve hakîri şeyhimiz, seyyidimiz, senedimiz, evliyanın kutbu, en takvalı kişilerin ve muhakkiklerin sultanı, muvahhidlerin bürhanı, ezel sırlarının açıcısı, ebedi gizliliklerin açıklayıcısı, ilâhî sırrın en büyüğü, Hak bürhanının en açık olanı, Cenabı Rabb’ül Erbab’ın sevgilisi, kutuplar kutbu, bütün lakaplardan müstağni, Mevlânâ Celâülhak ve’l millet-i ve’d Din, bütün peygamberlerin vârisi Muhammed bin Muhammed bin el Hüseyniy’ül Hatıybî el Belhî el Bekrî - Allah onların hatıralarını kemâlâtıyla büyütsün ve ruhlarını takdis etsin - Hazreti Hudavendigâr’ımın kutsal dergâhına eriştirdi. Ömrümün hülasasını Hazret’lerine devamlı bağlılıkla, kendimde olmayarak[13] geçirdim. Onların sevgisinin nakışlarını taşa kazınmış nakış gibi gönül sayfama yazdım. “Göz görmedik” bir cemal gördüm ve “kulak işitmedik bir kelâm” işittim.[14] Nitekim kendi mübarek diliyle halinin sıfatını bildirirler:
“Benim fani sözlerimden ezeli istidatlar coşar, esen aşk ve hakikat meltemiyle; cihanda nice aşk ateşi yanar, nice muhabbet nuru parlar.
Ah; benim sözlerimi kulaklar işitir fakat benim canımdan kopan na’raları kimse duymaz.”
Onun mübarek zatında beşer vasıfları kalmamış olduğundan, kendisinden başkasının onu görmesi –hâşâ- mümkün değildi. Nitekim buyururlar:
“Bilin ki pîr serâser sıfât-ı Hak’dır hep
Bu sûret-i beşerîde göründü gerçi o pîr”
(Gerçi pir insan suretinde görünür fakat bilmiş ol ki, pir baştanbaşa Hak sıfatıdır.)
İşte bunun içindir ki, kaçınılmaz olarak onun muhabbet ve aşkından bin defa yandım da kendi varlığım yok oldu. Nihayet içim dışım onun sevgisiyle doldu.
Rubâi
“Aşk geldi damarlardaki kanım gibi oldu
Varlık boşalıp her tarafım yar ile doldu
Zabteyledi yârim bütün eczâ-yı vücûdum
Kaldı kuru bir ad bana bâkî hep o oldu”
Kırk sene bu zayıf kul; her biri dönemin başta geleni, zâhir ve bâtın ilimlerde eşsiz, vera’ ve takvada benzersiz olan diğer kıdemli derviş ve aşıklarla onun huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye katarak, yedi kardeş yıldızı[15] gibi kendi kutbumuz etrafında kendimizi kaybederek başsız ve ayaksız döner dururduk.
Beyt
Öldürüp ben gibi gamdan iki bin âşıkını
Olmadı kan ile âlûde anın engüştü
(Gamıyla iki bin aşıkını öldürdüğü halde parmağına kan bulaşmadı.)
Tâ ki “Biz Allah için olduk ve Allah’a geri döneriz”[16] ayetinin hükmünce Cenabı Hak o güneşi, noksanlı kişilerin gözlerinden gizledi. O karanlık gecenin nurunu yine kendi aslına ve yerine ulaştırıp “kudretli melikin indinde”[17] kutsal yerine yerleştirdi. O güneşin batmasından sonra canları “Ruhlar bölük bölüktür; bilişenler bir araya gelir, tanışık olmayanlar ayrı kalır” mealindeki hadisin gereği olarak ezelde o Hazret’in aşkıyla beslenmiş olan aşıklar ve sadıklar; bu gün küme küme yokluk gizliliğinden varlık âlemine ayak bastılar, can gözünü o Hazret’in aşıklarının müşahedesiyle açtılar. Nitekim buyururlar:
“Canım ile canına evvelce bir
Sâbıka var oldu bu gün âşinâ
Sâbıkadandır bu günün ülfeti
Gerçi unutturdular anı sana”
(Benim canımla senin canın arasında geçmiş ezeli bir tanışıklık vardı. Gerçi o tanışıklığımızın zevkleri, güzel hatıralar sana unutturuldu. Fakat bilmiş ol ki, bu günkü yakınlık, o eski âşinalıktandır.)
İşte Hazreti Pir ile olan o ezeli tanışıklık yüzünden hepsi de ondan sonra gelecek Mevlevî müridlerinin irşadı için bütün vakitlerini; buyurdukları maarif hikmetlerini öğrenmeğe harcarlardı. Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyururlar:
“Benden sonra geleceklerin dinlemesi için söylüyo- rum,
Çünkü ömrümüz onlardan sonra da sürecektir.”
İşte o bahsettiğim zatlar arasında sırlara mahrem ve niyazlara hemdem olan birisi vardı. Bu zayıfa dönerek dedi ki:
- O Hazretin güzel cemalini gören bütün pirler ve azizlerin yüzlerini gayb perdesine çekmeleri vakti yaklaştı. Halbuki onların aynelyakin gördükleri eserler, kerametler ve haberler yazılmadı. Âlemi bundan mahrum bırakmak doğru değildir. Ümit olunur ki, birer birer gayp âleminden gelecek olan inançlıların ve müridlerin okuyarak iki cihanın maksatlarına kavuşmaları için; o Hazret’in temiz ahlakını, babasıyla kendisinin hırka isnadlarını, telkinlerini ve makamlarını toplayıp yazmalısın!
Aczimi ve eksiklerimi itiraf edip özür diledim. Beyt:
“Her mûyum eğer olsa birer dil bedenimde
Binde birinin şükrünü îfâ edemem ben”
(Vücudumda her kılım birer dil olsa da şükretse lütuflarının binde bir şükrünü bile yapmış olamam.)
Babalarıyla kendilerinin makam sıfatlarını ve seyr ü sülûklerini, hakikat ve mana denizlerini coşturan o güzel sözlerinden kıyas etmek gerektir. Gerçi bunu da dinleyenlerin istidadı kadar müridlerinin makamından beyan eylemişlerdir. Nitekim buyururlar:
“Söylediğim kudret-i fehmincedir
Fehm-i dürüst nerde ki söz incedir”
(Bu söylediklerim senin idrakine göredir. Yoksa nerede doğru anlayış, nerde sahih bir idrak? Ben bunun hasretinden bittim, tükendim.)
Ne kadar özür diledimse de o aziz ısrar etti ve dedi ki:
“Âb-ı Ceyhun’u bütün nûş eylemek mümkün müdür?
Nûş edilmiş olsa ancak teşnelik miktarıdır”
(Ceyhun nehrinin suyunu tamamen içmek mümkün değilse de susuzluğunu giderecek kadar içmek mümkündür ya.)
O dostun isteği üzerine Cenabı Hak’tan dua edip yardım diledim ve o Hazret’in himmetlerini rica edip başladım. Bu zayıfın günlerinde o Hazret’ten ne meydana gelmişse hatırımın köşesinde kalmış olanı kalem yazdı.
Beyt:
“Derviş sözünü görür de söyler
Âmi işitir de öyle söyler”
(Derviş gördüğünü, avam ise işittiğini söyler.)
Onun yazılmasına başlandığında üç kısma bölündü. Ümit olunur ki, okuyanlar -Allah onları ikramlandırsın- yanlışa rast gelirlerse af eteğini geniş tutarlar. Vallahi veliyüttevfik (Başarıya ulaştırıcı Allah’tır)
MEVLANA HAZRETLERİNİN BABASI
SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN
TARİKAT SİLSİLESİ
Âlimlerin sultanı, zamanının kutbu, Bahaeddin Veled Muhammed el Bekrî Hazretleri’nin babası Hüseyin, dedesi Ahmed el Hatıybîdir. Belh şehrindendir. Soyu sahih rivayetler, sağlam kaynaklarla belgeli olarak Resulullah (s.a.s.) Halifesi Ebu Bekir Sıddık (r.a.) Hazretleri’ne ulaşır. Yüce atalarının hepsi âlim ve müftü olup Belh şehrinde ve Horasan’ın her tarafında tanınmıştı, meşhurdu. Tarikat silsileleri Ahmed el Hatıybî’den itibaren şöyledir:
1. İmam Gazali
2. Ebu Bekir Nessac
3. Muhammed Züccac
4. Ebu Bekir Şiblî
5. Şeyh ü’t Tavâif Cüneyd Bağdadî
6. Sırrı Sakatî
7. Ma’ruf Kerhî
8. Davud Tâî’
9. Habib’ü’l Acemî
10. Hasan’ül Basrî
11. Emir ü’l mü’minin Ali bin Ebi Tâlib Mekkî’ kerem-allahü vecheh
12. Seyyid’ül Mürselin ve Hâtem’ün Nebiyyin Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz
SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN MAKAMLARI
“Lakap olarak Bahaeddin ve Veled isen de; ruhları coşturan ebedi sultansın sen!”
“Vefa şişesini kırma; zira şişe kırılınca mest kişilerin ayağına batar.”
Hakikatleri bilen, kâmil ve keşif sahibi büyük bir padişahtı, bütün bâtınî ve zâhirî ilimlerde eşi benzeri yoktu. Kıyısı olmayan bir hakikat ve maarif deryasıydı.
Bütün gönüllerde tasarruf ederdi. Herkesin sevdiği, beğenip övdüğü idi. Vera’ ve takvâda son haddi bulmuş, çok riyazet ve mücahedeler yapmıştı, kemal sahibiydi. Bütün gönüllerde saygılı bir yeri vardı. Belh şehrinde otururdu. Horasan’ın en uç yerlerinden müşkül fetvaların halli için kendisine başvulurdu. Beytülmal’den aldığı belli bir maaşla geçinir, vakıftan asla hiçbir şey kullanmazdı. Ülema kıyafetinde olup, alim gibi davranırdı. Sabah namazıyla öğle namazı arasında talebelere, halka ders okutur, faydalı bilgilerle faydalandırırdı. Öğle namazından sonra ise dostlarına ve cemaatine maarif ve hakikat öğretirdi. Pazartesi ve cuma günleri bütün halka vaaz ve nasihat ederdi.
Sultan Said Celaleddin Muhammed Harzemşah onun müridlerindendi. Daima yanına gelir, çoğu zaman üstadı olan Mevlânâ Fahreddin Râzî ile birlikte Hazret’in vaaz meclisinde bulunurdu. Hiçbir meclis olmazdı ki, o mecliste bağrı yanık Hak aşıklarından can verenler bulunmasın, halk arasında haykırışlar, ağlamalar olmasın. Vaaz sırasında kükremiş aslan gibi aşıkça naralar vururdu. Öyle yüksek konuşurdu ki, söz o makamdan üç dört mertebe inmedikçe hiçbir kimse o sözü anlayamazdı. Celal tecellilerinin çokluğundan mübarek mizacı celadet ve heybet kazanmıştı. Daima tefekkür halindeydi.
Müridleri, bağlıları ve talebeleri pek çoktu. Hiç biri onun müsaadesini almadıkça yerinden kımıldayamazdı. Sohbeti sultanların sohbeti tarzındaydı.
Kutuplardan ve hesapsız riyazet ve mücahede sahibi bir zat olan Seyyid Burhaneddin Tirmizî el Muhakkık bile kendisine mürid olmuş, Hazreti Hudâvendigârımız’ın atabeyliğini yani lalalığını üzerine almıştı.
Şu olay Hazreti Seyyid’den dinlenmiştir:
“Belh’in alimlerinden, müftü ve meşhurlarından olan inkârcı üç yüz kişi bir gece Peygamber Efendimizi (s.a.s.) rüyada gördüler. Yeşil bir çadır içinde bir taht üzerinde iken Mevlânâ Bahaeddin Hazretleri de önlerinde diz çökmüş olarak oturuyordu. Sonra Peygamber Efendimiz ona iltifat buyurarak kucakladılar, nurlu ellerini Hazretin omzuna koyarak ordakilere şöyle buyurdular:
- Ona “Sultan’ül Ülema” lakabını verdim!”
O üç yüz kişi uykudan uyanınca; Sultan’ül Ülema’nın huzuruna doğru yola çıktılar. Yolda birbiriyle karşılaşıp geceki rüyalarını anlatmakla hayran ve şaşkın kaldılar.
Hazreti Sultan-ı Ülema bunları görünce buyurdu:
- Peygamber Efendimiz (s.a.s.) dervişlerin halini bildirmedikçe; sizde kesin bir inanç hasıl olmadı!
Onlar büyük bir saygı içinde, kusurları için af dileyerek ayakta niyazda durdular ve o an inkâr zünnarını bellerinden çözüp attılar, mürid olup kendisine bağlandılar.
Bu olaydan sonra pek çok fetvaların cevabı altındaki imza yerinde “Ketebe Sultan’ül Ülema” yazıldığı görülmüştür.
Hazret’in büyüklüğü her tarafa yayılınca bütün hükümdarlar, şeyhler, makam ve mevki sahipleri her yandan gelip, vaaz meclisinde hazır bulunmaya başladılar. Hatta Sultan Said Celaleddin Harzemşah üstadı Fahreddin Râzî ile birlikte Sultan’ül Ülema’nın vaazında çoğu zaman hazır bulunurdu. Vaaz sırasında Sultan’ül Ülema Yunan filozoflarını kötüleyip derdi ki:
- Bir cemaat var ki, semâvî kitapları arkalarına atmışlar, felsefenin bıkılmış olan eski hâyide (1) sözlerini önlerine almışlardır. Acaba bunlardan ne gibi bir kurtuluş ümidi ararlar? Bu söz İmam Fahreddin Râzî’nin kıskançlık hislerini kamçıladı. Padişahın Hazreti Sultan’ül Ülema’ya olan teveccühünü ve bağlılığını bozmak için daima fırsat arar fakat bulamazdı. Çünkü Padişahın Hazret’e olan inancını ve saygısını pek abartılı bulurdu.
Yine bir gün sultan Said Celaleddin Harzemşah Hazreti Sultan’ül Ülema’nın vaazına gelmişti. Meclis çok kalabalıktı. Padişah’ın Fahreddin Râzi’ye dönüp mecliste haddinden fazla kalabalık toplandığını söylemesi üzerine İmam aradığı fırsatı buldu, dedi ki:
- Efendim, bu kalabalığın dağıtılmasına bir tedbir bu- lunmazsa neticesi kötü olabilir. Zira saltanat erkânının zarar görmesinden korkulur. O zaman meydana çıkacak zarar ve tehlikenin önüne geçilemez. Etraftan, bir çok memleketten hükümdarlar, meşhur zatlar, devlet adamları onun ziyaretine geliyorlar, saltanat merkezinde büyük topluluklar birikiyor. İnsanların içinde kıskançlık tohumları hiç kay- bolmaz. Bir cemaat ansızın kıskançlığa kapılır, diğerleri de ona katılıp askerlerle isyan çıkarır, bir ani harekâtla bastırıp saltanatı gasbederler! dedi. Bu söz sultanı etkiledi, dedi ki:
- Buna çare nedir, ne yapalım? İmam;
- Efendim, hazinelerin, kalelerin anahtarlarını kendisine gönderelim ve diyelim ki: “devlet erkânı halk topluluğu ile birlikte zatınıza bağlıdır; müridler aşk ve şevklerinin gittikçe artmasından dolayı ülkenin mühim işlerinde gevşeklik göstermeye başladılar, elimizde kuru anahtarlardan başka bir şey kalmamıştır. Bu yüzden başkentten çıkıp her hangi bir yerde, bir memlekette ikamet buyurunuz. Biz de memleketin işlerini düzeltip yoluna koyalım ve müridlerinizin her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet edelim.”
Sultan bunu uygun gördü, o yolda haber gönderdi. Sultan’ül Ülema şu cevabı verdi:
- Pek kolay, cuma günü vaazdan sonra gideriz.
Cuma günü vaaz meclisinde buyurdu:
- Yarın burdan gidişimiz kararlaşmıştır; dervişlere katılmak isteyen hazır olsun!
Ertesi günü müridlerden ve talebelerden üç yüz kişi beraberce Hazretin ardında yola düştüler.
Padişah Hazretin gidişini haber alınca yaptığına pişman oldu. Devlet erkânını toplayıp ricaya gönderdi, çok özürler dileyip geri dönmesini dilediyse de kabul etmedi, yoluna devam etti. Yolda hangi şehre uğradıysa hükümdarlar ve memleketin ileri gelenleri karşılamaya çıkar, büyük saygılar göstererek şehre götürürlerdi. Orada kaldığı müddetçe hürmet göstererek hizmet ederler, dünya ve ahiret faydaları kazanırlardı. Şehirden ayrılırken onların isteğine uyarak yakınlarından bir kişiyi orada vekil bırakırdı.
Bu şekilde Bağdat’a kadar geldiler. Bütün vezirler, naipler, kadılar ve şehrin büyükleri karşılayıp büyük saygı göstererek şehre getirdiler. Büyükler sabah akşam huzuruna gelir, benzerini işitmedikleri ince manalar ve yüksek hakikatler dinlerlerdi. Bir ay kadar burada Besmele’yi tefsir etti, her günkü söyledikleri evvelki sözlerine benzemezdi.
Sultan Alâaddin Keykubat’ın adamlarından bazıları Bağdat’a gelmişlerdi. Sultan’ül Ülema’yı dinleyince ona gönülden bağlandılar. Anadolu’ya döndüklerinde oranın hallerini anlatırken Sultan’ül Ülema’dan gördükleri menkıbeleri de Sultan Alâaddin’e arzettiler. Sultan bunları duyunca Hazrete gıyabında derin bir sevgi ve bağlılık duyma- ya ve hep kendisiyle görüşme arzusunda bulunmaya başladı. Sultan’ül Ülema buradan Hicaz’a gitti,[2) Hicaz’dan Şam yoluyla Erzincan’a geldi. Sultan Alâaddin’in halası olan Tâc’ül Melek Hatun’un “Ismetiye” medresesine inip çok az bir süre misafir oldu. Melik Said Fahreddin’in hatunu orada kendisine büyük saygı gösterek hizmet etti ve ve orada kalmalarını istedi. Hazret kabul buyurmayıp ayrıldılar. Erzincan’ın Akşehir’ine gidip kış mevsimini orda geçirdiler. Melik Fahreddin’in hatununun yaptırdığı medresede bir sene kaldı, burada Melik ona karşı çok güzel hizmetlerde bulundu.
Hazreti Sultan’ül Ülema ordan Anadolu tarafına gitti. Sultan Alâddin Keykubat onun yaklaştığı müjdesini alınca mübarek cemalini görme acelesiyle davetçi gönderdi. Hazret de bu daveti kabul eyledi.
Konya ovasına geldiklerinde Sultan Alâaddin bütün devlet erkânıyla karşılayıp büyük merasimlerle şehre getirdiler. Sarayın kapısına geldikleri zaman Sultan Alâaddin atından inip atının yanında yürüdü. Sultan’ül Ülema Hazretleri onun gösterdiği saygının aşırı olduğunu kendisine bildirdikçe padişah daha ziyade tevazu gösterip;
- Kendi saadet ve devletimi elde etmek için bu kulluğu yüce zatınıza sunuyorum! derdi.
Hükümdar o Hazret’e layık bir konak hazırlayıp kendilerini yükseltmek için o kadar hürmet ve hizmet ortaya koydu ki tarif olunamaz.
Hazreti Mevlânâ Hüdâvendigâr’ımız o zaman 14 yaşındaydı.
Sultan Alâaddin, çoğu zaman Sultan’ül Ülema Hazretleri’ne gelir, istifade ederdi, ona gönülden bağlanmıştı. Çoğu kez de Sultan’ül Ülema Hazretleri onun yanına gider, taht üzerinde beraber otururlardı. Konuşurken hükümdara ‘Melik’ diye hitap ederdi. Anlatıldığına göre bir gün kendisine şöyle buyurmuştur:
- Ey Melik, ben sultanım sen de sultansın! Fakat senin saltanatın gözlerin açık oldukça sürer, benimkiyse gözlerimi kapadığım vakit başlayacaktır.
Bu bahiste Hazreti Mevlânâ Hudavendigâr şöyle buyurur:
“Neyem on şâh ki ez taht be tâbut revem
Hâlidîne ebedâ şud rakam-ı menşûrem”
(Ben tahttan inip tabuta binen hükümdarlardan değilim, benim fermanımın yazısı ebediliktir.)
Yine anlatılır ki, bir gün Sultan’ül Ülema’yı yakınları kendilerinden geçmiş (müstağrak) buldular. Namaz vakti geldi; müridlerinden bazıları namaz vaktinin geldiğini kendisine seslenerek bildirdiler. O aldırmadı ve hiç sesini çıkarmadı, onlar da kalkıp namaz kılmaya başladılar. Yalnız iki mürid şeyhe uydu. Hâcegî adındaki şeyhe uyan müridlerden biri baş gözüyle gördü ki, imamın ve namaz kılanların arkaları kıbleye dönüktü, şeyhe uyan iki müridin ise yüzleri kıbleye yönelikti. Şeyh kendinden geçtiğinde Hak nurunda yok olmuştu ki, bu konuda “Ölmeden önce ölünüz” buyurulmuştur.[3] O demde o zat Hakk’ın nuru olmuştur. Hak nurundan yüzünü çevirip duvara dönen kimse kesinlikle kıbleye yönelmiş olmaz.
Hikâye
Sultan Said Celaleddin Muhammed Harzemşah’ın, Sultan Alaaddin Keykubat ile bir meseleden dolayı araları açıldı. Birbirine düşmanca mektuplar yazdılar. Sultan Celaleddin onunla savaşmaya kalkıp harp hazırlıklarını tamamladı, askerlerini seferber etti. Mükemmel bir orduyla Meraga’dan hareket etti, Anadolu’ya doğru yürüdü.
Sultan Alaaddin Keykubat’ın elçisi kumandan Selahad- din, Harzem askerlerinin harp etmek üzere Anadolu’ya hareket ettiğini bir Harzemli vasıtasıyla sultana iletti Sultan Alaaddin bu haberi alınca kendi ordusunu hazırladı ve mükemmel bir şekilde tertip edip seferber oldu. Harp erkânı ordunun Ermeniyye hududunda mevzilenmesine karar verdi. Düşman askerinin Anadolu şehirlerine saldırılarını ordu burada savunacaktı.
Ordunun hareket edeceği gün Alaaddin Keykubat, Sultan’ül Üleman’ın yanına gelerek yüksek himmetlerini diledi. Ordunun hareket etmesini emreden ilk kös onun huzurunda çalındı. Hükümdar atına binip orduyla beraber yola çıktı.
Erzincan havalisine ulaştıklarında birkaç gün orada kaldı, sonra düşmanın durumunu öğrenmek için casuslar gönderdi. Harzem askerleri Erzurum hududuna geldiler. Casuslar düşman askerinin sayısını, hazırlıklarını, donanımını öğrenip Sultan Alaaddin’e bildirdiler. Ordu Harzem- lilerin çokluğunu duyunca evham ve endişelere düştü. Sultan dedi ki:
- Bu böyle olmaz; ben kendim casus olarak gidip düşmanın kuvvetini, hazırlık derecesini, harp düzenini anlamalıyım.
Sultan Alaaddin Türkmen kıyafetine girip, birkaç tane cins küheylan at seçti. Yanına da birkaç Türk alıp dağ yolundan doğru Türkler’den geliyormuş gibi Harzem ordusuna ulaştı. Harzem komutanları bunları görünce kim olduklarını öğrenmek için soruşturdular. Bunlar Harzemli- lere dediler ki:
- Biz bu civarın Türk’lerindeniz. Eskiden beri atalarımız Ermeviye’lidir. Bir kaç senedir Sultan Alaaddin’in bize karşı muamelesi değişti, bizlere acımıyor, yardım etmiyorlar. Yükledikleri vergilerin çokluğu geçimimizi zorlaştırdı. Cenabı Hak’tan kurtuluşumuzun sebebi olacak askerlerinizin gelişini diliyor ve bekliyorduk. Çok şükür dualarımız kabul oldu; sancağınız bu beldeleri şereflendirdi. Bu güvencenizin şükranesi olarak şu birkaç atı, sultanın emrine hediye olarak sunuyoruz.
Kapıcılar bunu hükümdara arz ettiler. Hükümdar buna pek sevindi, iyiye yorumladı. Onlara özel bir sofra hazırlamalarını emretti. Sultanların adeti üzere bütün emirler, vezirler, komutanlar, hepsi kendi yerlerinde durdular. Sultan Alaaddin Türk hizmetkarlarıyla beraber hepsinin arkasında duruyordu. Sultan Said Celaddin’in otağına yaklaştıklarında usul ve adet gereğince yeri öperek dualar ettiler ve padişahı övdüler. Getirmiş oldukları atları da sultanın huzuruna sundular.
Sultan onları iltifata boğdu, güzel vaadlerde bulundu. Sultan Alaaddin bunların düzenlerini, harp tekniklerini inceledi.
Devlet erkânı dağıldığında misafirlere özel bir çadıra götürüp yemekler verdiler. Gece yarısı Harzemşah’ın aklı başına geldi. Dedi ki:
- Sakın bunlar casus olmasınlar? Zira sultan Alaad- din’in hangi memleketinden geçtikse halkın sözleri ve halleri hükümdarın muamelesinden razı ve memnun görünüyordu. Bu adamlar niçin şikayette bulunuyorlar? Hem de sultan Alaaddin’in birkaç günden beri ordusuyla beraber bu havaliye geldiğini duyduk, bu adamlar neden onun hizmetine gitmediler? Eğer gittilerse, ondan izinsiz buraya gelmeye nasıl fırsat bulabildiler? Yarın bunların durumunu iyice araştırmak lazım.
Hemen Erzurum beyi Melik Muğisiddin’i yanına çağırdı, durumu ona anlatıp danıştı.
Harzemşah’a bu düşünce gelmeden önce; Sultan Alaaddin rüyasında, Hazreti Bahaeddin Veled’i gördü. Ona;
- “Ey Melik kalk, hayvanına bin, yatacak zaman değil!” diyordu.
Sultan Alaaddin uyandı;
- Yarın şunların durumunu araştırayım, geceleyin kalkar gideriz diyerek yattı. Yine rüyasında Sultan’ül Ülema Hazretlerini gördü. Mübarek elinde bir asa olduğu halde gelip
- Niye hâlâ yatıyorsun? diye göğsüne vurdu.
Sultan hemen korkuyla titreyerek uyandı, arkadaşlarını uyandırdı. Hayvanları eyerlemelerini emretti. Hatta kendi hayvanını kendi eliyle eyerledi, binip yola düzüldüler.
Harzemşah seher vaktinde misafirlerin bulunduğu çadırı gözetlemeleri için nöbetçiler konulmasını emretti. Sabah yaklaştı; o kadar dikkat ettiler, onlardan bir hareket görmediler. Çadıra gelince kimseyi bulamadılar, derhal şaha arz ettiler. Harzemşah hemen takip ve yakalamaları için birçok süvari gönderdi. Gündüz olunca kendi de ordusuyla birlikte hareket etti.
Sultan Alaaddin ve arkadaşları arkalarından takip edil- mekte olduğunu görünce hayvanlarını ılgara başladılar, akşam üzeri kendi askerine yetişti. Takip eden askerler, bunların orduya katıldıklarını görünce dönüp gitmeye mecbur oldular.
Sultan Alaaddin askerlerine iltifat edip gönüllerini aldı. Yardıma mazhar olacaklarına dair sözlerle morallerini yükseltti.
Erzincan’ın Yassıçimen mevkiini cenk mevzii olarak uygun gördüğünden orasını ordu karargahı yaptı.
Ertesi gün Harzemşahlar buraya ulaştılar. Üçüncü gün her iki taraftan savaşçılar meydana çıktı. O gün zafer Harzemli’lerdeydi. Dördüncü gün yine tekrar olundu. Bu sefer zafer Rûmî’lerde göründü. Beşinci gün her iki tarafın askeri harbe hazırlandılar. Sağ ve sol cenahlara güçlü, tecrübeli kumandanlar tayin ettiler. Cenk başladı. Davul ve nekare sesleri, süvarilerin haykırışları, atların kişnelemeleri birbirine karışıp ufuklara aksetti. Yıldırım gibi koşan atların ayakları altından kopan tozlardan gökyüzü görünmez oldu. Ansızın evliya nefeslerinin kudsal heybetlerinden saadet rüzgarı esip Rûmî’lerin tarafındaki tozları Harzemli’ lerin gözlerine savurdu. Manevi kuvvetleri kırıldı, dayana- maz hale geldiler. Korku ve dehşet yüreklerini kapladı, kaçmaya mecbur oldular. Sultan Alaaddin’in ordusu zafer kazanıp sevindi. Hicri 617
İnanç sahibi bilmelidir ki, harp donanımı mükemmel olan böyle bir heybetli ordunun hezimete uğrayıp darmadağın olması ancak o vaktin kutbunun kutsal himmeti bereketiyledir. Evet, kesin olarak bilinmelidir ki, evliya taifesinin yüksek yardımları; din ve dünyada saadet, uğur ve kurtuluş sebebidir. Beyt:
“Yaratılmışların seçkinisin, gözümüzü açan sensin,
Bir bakışla iki cihan bağışlarsın.”
O Hazret’in kerametleri o kadar çoktur ki, hepsini anlatmak lazım gelse büyük bir kitap yazmak gerekir. Manevi cemallerinin aşıkı olanların toplandıkları irfan ve hakikat meclislerinde Hazret’in mübarek dilinden çıkıp da o kudsi huzura devam edenler tarafından kaydedilen mübarek sözlerden birini örnek olarak alıyoruz:
“Bismillahirrahmanirrahim
İhdines sıratal müstakim[4]
Yarabbi, benim her parçamı hoşluk ve rahatlık şehrine eriştir. Bin tane hoşluk kapısını benim vücuduma aç. İnsanı hoşluk şehrine eriştiren yol doğru, eriştirmeyen eğri yoldur.
Bu münacatım üzerine gördüm ki, Allah bütün güzellerin gıdası olan sevgisini benim vücudumun cüzlerine layık gördü. Sanki bütün cüzlerim onların cüzleriyle karıştı. Rahmet ve feyz sütleri bütün cüzlerimden kaynamaya başladı. Cemalden ve kemalden, zevk, muhabbet ve letafetten cisimleşen her suret sanki Rabbi Teâlâ’nın zatından benim altı cihetimde ortaya çıkıyor. Mesela, bir kimse mavi bir elbise giyse, o elbise çeşitli nakışlarla süslü olsa işte bunun gibi Hak Teâlâ kendinden bende yüz binlerce suret gösteriyor.
Güzellik ve irfan zevkinden, cemal nurlarının ışıklarıyla parlayan güzellerin suretlerinden, onların ölçülü tavırları, halleri ve cilveli hareketlerinden, hurilerden, cennet köşklerinden, hoşça akan ırmaklarından, aklî suretlerden ve daha nice sonu olmayan garip güzel şeylerden bende, kendisinden sayısız suret gösteriyor. Bunca süslü güzellikler bende ortaya çıkıyor.
Gördüm ki, yüz binlerce reyhanlar, güller, gülistanlar, sarı ve beyaz kokulu yaseminler meydana getirip benim cüzlerimi bir gül bahçesi kıldı. Ondan sonra kudret eli bunların hepsini sıktı; misk kokulu bir gül suyu meydana getirdi. Onun güzel kokusundan cennet hurilerini yarattı. Benim cüzlerimi de onlarla yoğurup karıştırdı, macun etti.
Şimdi hakikat gözüyle gördüm; bütün güzel suretler ilâhî meyvenin suretidir, Şimdi bu cihanda Allah’ın bütün saddet ve lütuf reyhanları bana ihsan olunuyor.
Bana; “Allah’ı görüyor musun, yoksa görmüyor musun?” diye sorsalar, cevap olarak derim ki, ‘Ben kendiliğimden göremem, zira (Lenterani: Beni göremezsin!)[5] buyurur. Fakat o gösterirse ben görmem de ne yaparım?’ ”
Onun yüksek sözlerinden faydalanmak isteyenler; cemaati tarafından toplanmış olan sözlerini inanarak okumalı, mana ve hakikatinde tefekkür etmelidirler ki, o kutsal fidanın temiz meyvesinden pay alarak berhudar olabilsinler.
HAZRETİ MEVLÂNÂ’NIN DOĞUMLARI
Evliyaların sultanı Hazreti Hudavendigâr Efendimiz 604 (1207) senesinde, mübarek bir saatte dünyaya gelmişler, 68 yaşında 672 yılında cemaziyelâhir ayının 5. günü (17.12.1273) Rabb’ın rahmetine kavuşmuşlardır.
HIRKA İSNADLARI VE SOHBETLERİ
Hazreti Hudavendigâr’ımızın tarikat silsilesi; yukarıda gösterildiği gibi, babası Sultan’ül Ülema Bahaeddin Veled Hazretlerinden feyizlenmiş olarak Resul-u Ekrem’e (s.a.s.) ulaşır.
Gençliğinin başlarından hallerinin ortasına kadar, Sey- yid’ül Aktap, Fahr’ül Evliya ve Kâmilin, Tâc’ül Meczûbin Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî Hazretleri’yle sohbet buyurmuşlardır.
[6]
Resmi ilimleri, lügat, arabiyat, vb. tahsil edip parmakla gösterilen bir alim olduktan sonra Hazreti Seyyid Burha- neddin; şeyhi Sultan’ül Ülema’dan aldığı hakikatleri ve maarifi ve ledün ilimlerini ona öğretti.
Kendisine ledün ilmi açıldı, riyazet ve mücahedeyle yüksek makamlara erişti. Hakk’ın sırlarını kabul edip, hazinelerinin mahremi oldu. Yer yüzünde halife olan Hızır (a.s.) ile görüşürdü. İlâhî sırlardan bir müşkülle karşılaşsa Hazreti Hızır gelip ona açıklar, rümuz sırlarından konuşup sohbet ederlerdi. Nitekim Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Hızr ile sohbet edip ilm-i ledünn’ü anladım
Gizlemem o ilmi ben oldum ona kaimmakam”
Bir gün büyük oğlu Bahaeddin’in sarığını sararken ucu denk gelmediğinden bozup bozup tekrar sardığını görünce uzaktan heybetle ona şöyle seslendi:
- Bahaeddin, sarığını tekrar tekrar sarıp durma! ben de gençliğimde bir defa sarığımı tekrar sardım ve bu yüzden bir süre Hızır’ın sohbetinden mahrum kaldım.
Mevlânâ Efendimiz Şam’da bulundukları vakit Bera- niye medresesindeki hücresinde, bir çok kimse Hazreti Hızır’ı görürlerdi. Şimdi bile o hücre Hızır hücresi diye anılır, halk ziyarete gelir, hacet dilerler, duaları kabul olunur.
Hazreti Pir Efendimiz, Şemsi Tebrizî Hazretleriyle de pek çok sohbetlerde bulunmuşlar; sema’ yapmak, sarık ve feraciye giymekte ona uymuşlardır.
Şam şehrinde kaldığı süre içinde; Şeyh Muhyiddin Arabi, Sadeddin Hamavi,[7] Şeyh Osman Rumi, Şeyh Evhadeddin Kirmani,[8] Şeyh Sadreddin Konevi ile sohbet eylemiş, anlatılması uzun sürecek olan ilâhî hakikatleri birbirine söylemişlerdir.
HAZRETİ PİR EFENDİMİZ’İN ÖZELLİKLERİ
Şiir:
“Ey kemâlâtı bütün kâinatın övünç sebebi olan zat, senin sözlerin peygamber mucizelerinin delilidir.
Değerinin büyüklüğünden dolayı; Ruh ül Kuds[9] kemalinin kutbu etrafında yedi yıldız [10] gibi tavaf eder.
Ey hakikat ayetlerini açan zat, sözlerinin güzelliği karşısında ab-ı hayat ve nur kaynakları kıskanıp utanmıştır.
Ey Ahmed ahlakının tümünü kendisinde toplayan zat, ben senin vasıflarını nasıl anlatayım? Söz biter, vasıfların bitmez; çünkü sayısızdır. Sonsuz bir şey, sonu olan bir şeyle çevrelenebilir mi?”
Hazreti Pir Efendimizi hangi dil ve ifade ile övmeye güç getirebilirim?”
Şiir:
“Gül suyuyla yıkadım ağzımı bin def’a yine
Kıyamam nâmını bu hal ile zikreylemeye
Onun şinâsı hakikatte kendin övmekdir
Ki kendi çeşmini medheyler âfitâbı öven
(Ağzımı bin defa miskle, gül suyuyla yıkadım, temizledim.
Fakat hâlâ senin o sevimli yüksek adını ağzıma almaya kıyamam.
Onu medhetmek aslında kendini övmektir.
Zira güneşi öven kendini medhetmiş olur.)
Bazısı ayn-ı yakin ile görülmüş ve bazısı ilm-i yakin ile bilinmiş olan sonsuz kemal sıfatlarından hangisini bu kesik kalem dili ile açıklayabilirim? Zira her bilinen görülmez, her görülen söylenmez ve her söylenen yazılmaz.
İşte buna bir delil: Evliyanın her biri mücahede ve riyazetleri ölçüsünde müşahedeye mazhar olmuş, gönül aynalarını masiva kirinden temizleyerek kibriya nakışlarını kazanma kabiliyeti bulmuş, Hak sıfatıyla sıfatlanmışlardır. Beyt:
“Kim ki âyineye çok verse cilâ
Sâfiyâne görünür sûret ona”
Nitekim Resulullah (s.a.s.) buyurur: “Allah ile oturmak isteyenler tasavvuf ehli ile otursunlar.”
Şeyhim Hazreti Mevlânâ buyurdu:
“Oturmak isteyen nezd-i Huda’da
Otursun o huzûr-ı evliyâda”
Bu yüksek taife beşer sıfatını tamamen yok ettiklerinden Hak ile dirilip Hak ile söylemiş, Hak ile işitmişlerdir. Nitekim Resulu Ekrem (s.a.s.) Efendimiz bir hadis-i kudsi- sinde haber vermiştir ki: “Bir kulumu sevdiğim vakit, onun işitmesi ve görmesi ve eli ve dili olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle söyler.”
“Her kim ki , rubûde-i elestdir
Tâ ahd-i elestden o mestdir
Bağlanmış ayağı dert evinde
Can vermek için küşâde destdir
Kendinden o fâni dostla bâkî
Hayret ki o nîstdir ve hestdir.
Bu zümredir ancak ehl-i tevhid
Bâkîsi cihanda hodperestdir”
(Elest bezminin kaptıkları; günümüze kadar hep sarhoştur. Bu dertli dünyaya ayakları bağlanmıştır; onlar, can vermeye can atarlar. Kendinden yok olmuş, Hak’la bâkî olmuşlardır, bunların hali şaşkınlık vericidir; hem yok, hem de vardırlar. İşte tevhid ehli bunlardır, geri kalanlar kendini beğenmiş kimselerdir.)
Tevhid ehlinden sırların hallacı; Hüseyin bin Mansur’ un şu sözü bu makamın sıfatından haber verir:
“E ente em ene hâzel aynü fil ayni
Hâşâke hâşây min isbâtı isneyn”
(Ey benim ayn-ı sâbitemde görülen, bu sen misin yoksa ben miyim? Hâşâ hâşâ seni de, kendimi de ikilikten tenzih ederim.)
Evhadeddin Kirmani buyurur:
“Sen bu ipliği iki kat zannetme, aslına ve fer’ine iyi bak;
Onun tek kat olduğunu anlarsın.”
Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Evliyayı Hak’tan ayrı sanan kimse,
Ne olur gönlünde Hak evliyasına hüsn-ü zan etsen?”
Gerçek şudur ki, evliya, Hak sıfatının ortaya çıkışıdır. Fakat bazıları onun yüksek zatını baş gözüyle görmeyebilirler. Nitekim Kur’an-ı aziymüşşan’da buyruldu: “Ey Resul, sen onları sana bakıyor görüyorsun, halbuki onlar basiretsizdir, seni görmezler”[11]
Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Bir kimse senin ayağınla –inayetinle- yürümezse sana nerde erişebilir?
Bir gönül senin kanadınla -cezbe ve muhabbetinle- uçmazsa, ne vakit senin kuşun olabilir? O hayal ötesi güzel cemalinin gülistanında nasıl uçabilir?”
Yine buyurur:
“Senin yüzünü görmek ne kadar nadirdir.
Ah ne mutlu o kulağa ki senin namını işitti.”
Onun cemalini görmek için görür bir göz edinmeli, ondan sonra ona bakmalı. Bununla beraber bu basiret elde edilse de o kendini göstermedikçe görmek mümkün olamaz.
Hazreti Mevlânâ Efendimiz başka bir yerde buyurur:
“Gönüllere kendini O gösterir. Dervişin hırkasını o diker- kırık gönlünü o onarır.”
Dünyada bir kısım evliya gizlidirler. Onları Hak’tan başka kimse bilmez. Veliler;
- “Yarabbi, o izzet kubbende örtülü birini göster” diye niyaz ederler. Bazısına gösterilir olur. Nitekim anlatılır:
Şeyh Ebubekir Kettâni (kds.) bir gün Kâbe oluğunun altında oturmuştu. Ben-i Şeybe kapısından yaşlı bir zat heybetli bir tavırla onun yanına gelip dedi ki:
- Ey şeyh, niçin İbrahim (a.s.)makamı olan yere gitmi- yorsun? Orada hadis-i şerif dinliyorlar. Yaşlı bir zat gelmiş, sahih hadisleri râvîleriyle naklediyor, sen de gidip dinlesene!
Şeyh Ebubekir Kettânî;
- O dediğin kimsenin hadis râvîlerini sayması uzun gider, ben hadisleri doğrudan dinlerim! dedi.
- Kimden dinlersin?
- Kalbim, Rabbimden alıp bana bildirir.
- Peki buna delilin nedir?
- Delilim şudur ki, sen Hızır’sın!
Hızır (a.s.)bunun üzerine şöyle buyurdu:
- Ben Hakk’ın bütün velilerini tanıdığımı zannederdim, Şeyh Kettanî’yi gördükten sonra anladım ki, beni tanıyan ama benim tanımadığım Hakk’ın nice kulları vardır.
Ancak mana ve tevhid gözüyle görülebilen özellikleri dile getirmek taş atılmasına sebebiyet verir. Şiir:
“Defalarca zamanın bütün sırlarını açığa vurmak istedim;
Fakat ne yapayım, fena gözlerden, eza cefa korkusundan dilime bir çivi çakılmıştır.”
Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Her kime sırr-ı kârı söylediler
Ağzını diktiler, mühürlediler”
(Her kime hakikat sırlarını öğrettilerse, o kimsenin ağzını dikip, mühürlediler.)
Bu gibi hakikat sırları hal diliyle yazılmak ve söylenmek istenilse bu da bazı açıklama ve yorumlara ihtiyaç gösterir. Şiir:
“Dil bin türlü konuşan bir papağan olduğu halde gönül halinin sırlarından yüzde birini bile anlatamaz.
Boğum boğum yaratılmış ağaçtan bir dil olan kalem, aşıkların gönül sırrını nasıl yazabilir?”
Evliyanın vasıflarını anlatmakta ne kadar ileri gidilse; onların kemâlâtına göre yine azdır, hatta belki kusurun tâ kendisi olur.
Fakat bilinmelidir ki, evliyanın her birinin özel bir meşrebi vardır, peygamberlerin olduğu gibi. Peygamberlerin bazısının meşrebi ledünnîdir; Âdem a.s. gibi. Bazısının Hak’la konuşmak ve Hakk’a yakınlıktır; Musa (a.s.)gibi. Bazısının rûhîdir; İsa (a.s.)gibi. Peygamberler Şahı Efendimiz’e (s.a.s.) ise bütün meşrepler bağışlanıp verilmiştir. Esma-ı Hüsna’nın hepsinden öbür yana geçmiştir. Hazreti Mevlânâ Efendimiz, Peygamberimiz (s.a.s.) meşrebinin feyzinden pay almıştır. Nitekim buyurur:
“Hak Teâlâ’nın hazinesini açtılar; geliniz, hepiniz hil’at giyiniz.
Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.s.) yine geldi, göründü; hepiniz iman ediniz!”
Hazreti Pir Efendimizin makamını anlatmak için bu zayıfın bazı açıklamalarına lüzum vardır.
Resmi ilimlerdeki yüksekliği ve seçkinliği hakkında bilinenler:
Hazreti Pir Efendimiz arabiyat ve lügat fenlerinde, fıkıh, hadis, tefsir, ma’kûlat ve menkûlatta yani aklî ve naklî ilimlerde kemalin sonuna erişmişlerdi. O asırda bütün âlem ülemasının başta geleniydi. Bütün fenlerde yüksek icazetler almıştı.
Gençliğinin başlarında Halep’te bulunarak allâme Kemaleddin bin Adîm’in derslerine medresede devam ederek ondan faydalanmıştı. O zamanda kendisinin akranları bir müşküle düşseler onu kendisinden sorarlardı. Sorulan mesele hakkında çeşitli yönlerden öyle açıklamalar işitirlerdi ki, onun zevki iliklerine işlerdi. Zira açıkladıklarını hiçbir kitapta bulamazlardı. Çünkü Hazret’in mübarek nazarları daima levh-i mahfuza dönüktü. Resmi ilimlerdeki makamının en azı bunlardı ki, onun bu derece yüksekliğe erişmesi kemaline göre şaşılacak bir şey değildir.
Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Ey, saba yeli gibi bahar sabahlarının zevklerini görüp, mest olan gönül;
Gördüğün her zevkin ardından, başka bir gülümseyen zevkin ışıklı kucağına atıldın.
Gönül bazan şaşkınlık denizlerine daldı, bazen tecelli dağı eteğinde huzura durup o dağın emel kehribasını, hakikat cevherini gördü.
Gördü de gözün ve gönlün ötesinde yüzlerce pencere açıldı, gökten ve yerden çıkıp gezdi. O mana cihanında yüzlerce Süha yıldızı seyretti.
Tevhidde talip ile matlubun sıfatını ayrı gören kimse, ne istekli olmuştur, ne de istenen.
Allah’ı kim tanır bilir misin? ‘Lâ’dan, inkârdan kurtulan kimse! ‘Lâ’dan, inkârdan kim kurtulmuştur diye sorana de ki: gözsüz aşık! [12]
İşte o kimsedir ki, Hazreti Beyazid Bestami’nin “Cüb- bemde Allah’tan başkası yok” sözünün rümuzunu anlamıştır.
Hakikaten o kimsedir ki, o cübbeyi bin defa, Kuba [13] bir Huda haremgâhı gördü.
Onun hakikat gören gözünün önünde, iki âlem horozun önündeki bir buğday tanesi gibi kaldı.
Evet Kibriya’yı gören temiz bakış böyle olur.”
Hazreti Mevlânâ Efendimiz gördü ki zâhiri ilimlerle taklidde bağlanıp kalmak Hak yolunun hicabıdır. İlim tahsilinden umulan şey elde edilince ve Zat-ı Kibriya’ya erişince, hatırındaki her şeyi yok etti, ledün ilimleri ona açıldı. İlimlerden geçerek malûma yani Hak Teâlâ’ya ulaşmak müyesser oldu. Bu hususta buyurur:
“Gönlü bütün bilgilerden yıkayıp temzileyeyim; kendimi kendimden habersiz hale getireyim;
Zira talihi yüce olan dilberin yanına, bilgi sahibi olarak gidilmez.”
Yine buyururlar:
Ayetel Kürsi ile Arşa doğru uçtum; o kadar uçtum ki,
Cenabı Hak Teâlâ’yı gördüm, Kadir, Kayyum’a eriştim.”
“Sarhoşça fakat kahramanca bir hamle edip atıldım, ilmi verdim, maluma erdim.”
Hazreti Pir Efendimiz başka bir yerde yine bu makamdan bahsederek zâhir ilimlere bağlanıp kalanları irşad için buyurur:
“Aşk harabâtının ilmi eğer sana yoldaş olsaydı;
İki el ile sarıldığın bu ilim ve hüner senin gözünde heva ve hevesten ibaret kalırdı.
Hazreti Cebrail eğer feyz gölgesini senin üzerine düşürseydi;
Cihanın simurg ankası, nazarında sinek gibi olurdu.
Eğer saadet sabahı sana yüz gösterseydi;
Böyle eteğin ve sakalın, hiç zaptiye gibi olan nefsin eline geçer miydi?
Eğer hakikat şahının gösterişli saltanatı sana görünseydi;
Bu sultanların kösleri senin indinde çıngırak gibi kalırdı.”
Bu makamın niteliklerini anlatırken daha buna benzer pek çok mübarek sözleri vardır. Bunların hepsi zikredilse söz uzar.
HAZRETİ PİR’İN MÜCAHEDE VE RİYAZETLERİ
Hazreti Pir Efendimiz, tam doğrulukları yüzünden aşkın en sonuna erişmişlerdi. Gerek önceki ve gerekse sonraki evliyanın hiç birinde, aşkın bu kemal mertebesi tecelli etmemiştir. Buyururlar ki:
“Evvelîn ve âhirînde böyle bir aşk olmadı
İbret ül ebsârım ibretbîn olan ebsâra ben”
(Ey bütün gözlere ibret olan sevgilim, evvelkilerin ve sonrakilerin hiç birinde, ibret gören gözlere böyle bir aşk göstermedin.)
Erginlik çağından ömrünün sonuna kadar günden güne riyazet ve mücahedeyi kat kat artırırdı.
Bu zayıf, kırk sene yanında kaldım, hizmetinde başım pergelin sabit ayağı gibi oldu; bu süre içinde kendisini yatakta başını koyup da yanı üzerine uzanarak istirahat ettiğini görmedim. Çünkü Hak Teâlâ’nın muhabbetinin harareti o kutsal vücuda daima bir muharrik olmuştu. Buyururlar:
“Nasıl rahat eder her ten uyurken
Yatağı olsa altında dikenden”
Hazretin aşkın şiddetinden olan kararsızlıklarını anlatamam. Çünkü istirahat buyurduğunu, uyuduğunu asla görmedim.
Bir defasında geceleri uykusuzluktan, çok sema’ etmekten ve vecd halinden müridlerin uykusu bastırmıştı. Mübarek huzurunda edebi bırakamadıklarından dolayı onların yatmadıklarını anladı, murakabeye vardı. Müridlerine son derece güzel davranırdı. Arkasını duvara dayayıp, başını dizlerinin üzerine koydu. Şeyh Muhammed Hâdimî geldi, bir büyük ferace[14] getirip omzuna koydu, bütün vücudunu onunla örttü.
Bütün müridler bunu görüp uyudular, onlar uyuduğu zaman kalktı, namaza durdu. Sonra bazen vecd ve cezbelerle aşağı yukarı dolaştı, hiç dinlenmedi. Nitekim buyururlar:
“Ah, o dilberin aşkı hiç iktidar mı kor? Bende ne irade eli ne de iktidar ayağı bıraktı.
Yalnız onun muhabbeti ile inler bir gönülden ibaret kaldım.
Gece gündüz Mecnun gibiyim. Zülfünün ucunun hayalini öper, ağzımda gever dururum.
Şimdi ben aşkımın yarasından akan kanlar içindeyim.
Nazlı, gönül alıcı hayali sineme şeref verdiği zaman; ben kendimde olmadığımdan dolayı, o aziz hayali gönlümün kanına bulaştırırım diye korkuyorum.
Bu muhabbet kervanının hazin gecelerini perilere sor! Gecenin karanlığında aşk cezbesinin tesiriyle koşuşturmalarımdan perilere ayağım çarpıyor.
Yıldızlar nasıl sabahlara kadar gökte yanar dururlarsa, benim parça parça gönlüm de öyle oldu. Füsünkâr yarimi görmenin sihriyle uykum bütün gece avare kaldı.
Dilberim bırak, senin aşkınla güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim ve o ateş içinde güneş gibi cihanı aydınlatıp süsleyeyim.
Ah senin aşkından bir dem azade olsam canım rahat etmez. Zira ben senin muhabbetinden rahat kalmadığım bir anda rahat edebilirim ancak.”
Başka bir yerde bu hali anlatırken şöyle buyururlar:
“Herkes uyudu, gönlünü kaptıran ben aşık ise uyumadım.
Her gece gözlerim gökte senin hayalinle yıldızları sayıyor.
Aşkın uykuyu gözümden öyle giderdi ki, bir daha gelmesi artık mümkün değil.
Evet, uykum senin ayrılığının zehrini içti ve öldü.”
Yine buyurmuşlardır:
“Dide hûn oldu çünkü hûn uyumaz
Gönlüm âzerde-i cünûn uyumaz
Hayret eyler de murg u mâhi der
Ki bu her rûz u şeb niçün uyumaz
Bundan evvel teaccüben der idim
Ki niçin târım nigûn uyumaz
Şimdi hayrettedir bana gökler
Der nedendir ki bu zebun uyumaz
Okudu aşk bana füsun-u azim
Duydu can öyle bir füsun uyumaz
Bu yakin oldu mevtten evvel
Ki bedenden bu can berun uyumaz
Agâh ol sus da asla râci ol
Daima çeşm-i râci uyumaz”
(Gözlerim kan oldu, kan uyumaz. Gönlüm deliliğinden uyumuyor. Kuş ve balık bana şaıp kalıyor ve diyorlar ki, acaba bu, gece gündüz niçin uyumuyor? Aşk bana bir büyü sözü söyledi, canım o sihirli sözü duyduğundan beri uyumuyor. Şunu iyice anladım ki, ölümden önce bu bedendeki can uyumayacak. Şunu iyi bil de sesini kes; aslına dönmüş olan gözler uyumaz.)
Başka bir yerde celal tecellileri sebebiyle kendinden geçmiş oldukları kuvvetli ve heybetli bir halden bahsederek buyururlar:
“Bana bir ruh okşayıcı koku geliyor. Öyle ki yarim, o vefalı sarhoşum, beni anarak bâde içiyor.
Gideceği yer gönül ve can olan o sevgili acaba beni ne zaman hatırladı ki, hasta gönle böyle her an bir şifalı deva hazırlayıp sunuyor?
Gönlüm şimdi öyle bir tecelli neşesiyle doldu ki, şarhoş naraları atmak istiyorum. Fakat onun sevdalı cemaline yakışan bir aşk narasını nerde bulayım?
Nerde bir şevk gülbanki? İşte bak; her yanımdan nurlar fışkırıyor. Benim nurlarıma benzer bir güneş hani? Bir parlak ay nerede?
Gel gönlümün üzerinden seyret; her an gönül penceresinden, gıdası aşk ateşi olan canıma o nazlı dilberin kavuşma müjdesi geliyor.
Bu gece o hakikat sözlerinden, mana sırlarından benim uyanık olan devletim, gönlü uyanık olanların önüne bir hakikat bilmecesi koyuyor, gösteriyor.
Onun kavuşma sözünü nasıl söyleyeyim, onun cemalini nasıl açıklayayım? Zira o hakikatlerin tûtîsi benim bu sözümün tuzağından kaçıyor.
O uykusuz fil, acaba Hindistan hakikatini rüyasında nasıl gördü? Leyla’nın kendisi benim Mecnun gibi olan canımı arzu ederek geldi.
Ah, cananım, sen benim gönlümden sabrı, kararı aldın. Beni mest ve harap ettin.
Haniya benim ilmim? Haniya benim hilmim, yumşak huyum? Nerde kaldı benim o zeki olan aklım? Öyle yanıyorum ki, böyle bir geceden ne olur?
Asırlar geçse benim ateşim, alevim sönmez. Ben utancımdan eridim, su kesildim de yine bu aşkımın ateşi sönmedi.” Hazreti Pir Efendimiz diğer bir gazelde şöyle buyurmuşlardır:
“Gece uyku gelirse bulur o lâyıkını;
Tekme yumruk görür o uzanıp yatmak yerine”
Uyku, bilindiği gibi, vücudun rahat ettiği zamanlarda ve mide buharının beyne hücum etmesinden hasıl olur. Halbuki o Hazrette riyazet ve mücahede çokluğu sebebiyle bunların hiç biri kalmamıştı. Ne rahatı vardı, ne de midesinde yemek..Gerçekten uykusuzluk hususunda çok büyük şanı vardı. Uykusuzluk üzerine kendisinden o kadar yüksek sözler çıkmıştır ki, bu küçük kitaba sığmayacağından bu kadarla yetinildi.
ORUÇ MÜCAHEDELERİ VE AÇLIKLARI
Oruçta, mücahede ve açlıkta kendisi Cenabı Hakk’ın bir ayeti idi. Onda bu hususlarda görülen dayanıklılık, insan gücünün dışındaydı. Hak Teâlâ’nın; “Onlara, açlıktan yedirildi, korkudan güven verildi”[15] ayetinin ve Hazreti Peygamber efendimizin buyurduğu; “Açlık Hak Teâlâ’nın yer yüzünde yemeğidir, sıddıkların bedeni onunla hayat bulur.” hadisinin gerçekleştiricisiydi.
Nitekim şöyle buyururlar:
“Geceleyin “Kab-ı Kavseyn”[16] harabâtında bulunan kimsenin nurlu gözlerinde elbette dostla buluşmanın mahmurluğu parlar.
O vuslat makamının adı “Rabbimin indinde geceledim”[17] dir.
İz ve eserlerini ise peygamberimiz buyurmuştur: “Bana Rabbim yedirdi ve içirdi”
İslam’ın şartı senede bir ay oruç tutmak olduğu halde, takva ehli üç ay tutarlar. Üç gün, bir hafta ve daha fazla oruç tutanlar da vardır. Fakat iftar ederek tutarlar. Erbaine[18] giren mücahede erbabı da iftar ederlerdi. Hazreti Mevlânâ Efendimiz ise açlığı son haddine vardırmışlardı, “Tam kırk sene benim midemde bir gece ta’am uyumadı.” buyurmuşlardır.
Bu kudsi sözü nazım olarak şöyle anlatır:
“Allah biliyor, Peygamberi de şahittir ki, azığımı, gücümü Allah’tan alıyorum.
Kırk senedenberi aç yaşıyorum, yemek için hiç zorda kalmadım.
“Rabbimin katında gecelerim” hadisi bana su verir, yemek Allah katından canıma ulaşır.”
İlâhî taam ile kâmillerin gıdalandıklarını isbat yolunda bir kamil demiştir ki, “Ey nefs, kalk, mücahede et. Zira bu ömrünün son gecesidir.” Halbuki bunun üzerine oruç tutmuş, namaz kılmış kırk sene daha böyle yaşamıştır.
Hazreti Pir Efendimiz, sülûkunun başlarında üç gün ve bir hafta ve kırk gün oruç tutup iftar ederlerdi. Sülûkunun sonlarında ise ramazanda iki defa iftar ederlerdi. Bütün ramazan yalnız bayram günü iftar ettikleri defalarca görülmüştür.
Şemseddin Tebrizî Hazretleriyle ilk karşılaşmalarında tam altı ay birlikte oturmuşlardı. Bu süre zarfında her ikisinin de yemeye, içmeye ve beşeri hacete ihtiyaçları olmadı. İftar ettikleri vakit, bir çeşit gıda ile yetinirlerdi. Nitekim buyururlar:
“Arpa ekmeği sana haramdır, nefsinin önüne kepek ekmeği koy.
Ve onu bırak hüngür hüngür ağlasın.”
En çok iftar ettikleri yemek on lokmayı bulmazdı ve bir saat sonra midelerini boşaltıp temizlerlerdi. Buyururlardı ki: “Benim sinemde bir ejderha vardır, o, gıdaya tahammül etmiyor.” İstifrağdaki çabaları açlık mücahedesinden fazla olur, mübarek alınlarından o sırada damla damla ter dökülürdü. Açlık hakkında şöyle buyururlar:
“Senin gönül kuşun, heyza (mide fesadı) hastalığına tutulduğundan, bu beden mezarında esir kalmış.
Bu nefs esirliğinin yumurtasından çık ki, kanatların açılsın da safa çimenliğinde, mananın sonsuz fezasında uçup gezesin.
Oruç safrası gerçi baştaki sevdayı artırır. Lakin böyle bir sevdadan sıddıklar “yed-i beyza” [19] bulurlar.”
Bu anlatılanlar Hazret’in zâhiri orucuydu. Masivayı terk etmekten ibaret olan bâtın orucunu da tutarlardı. Nitekim marifet ehli demişlerdir ki:
- “Oruç üç çeşittir; avamın orucu, havasın orucu ve ehassın orucu. Avamın orucu, yemeği ve içmeyi terk etmektir. Havasın orucu, azaları günah işlemekten korumaktır. Ehassın orucu, Allah’ın gayrisini terk etmektir.”
Evde külfetli ve çeşitli yemek piştiği gün ev halkına gücenirler, yemek az ve sade olduğu zaman ise, çok memnun olurlar ve ev halkına çok iltifat ederek;
- “Bugün bu ev sahiplerinin alınlarında fakirlik nuru parlıyor.” derlerdi.
Daima fakr ile, yoklukla övünürlerdi. Nitekim Hazret-i Resul-ü Ekrem (s.a.s.) efendimiz münacatlarında buyururlardı ki:
“Ya rabbi, beni miskin olarak yaşat ve miskin olarak öldür ve miskinler zümresi içinde haşreyle.”
Hazreti Pir Efendimiz ise bütün işlerinde o Hazrete uyduklarından fakrda da onlara ta’bi olurlardı. Nitekim buyururlar:
“Fakirlik ve yoksulluğun görkemi, süsü boşuna değildir. Duman olan yerde muhakkak ateş vardır.
Eğer bizim aşk derdimiz, muhabbet hissimiz yoksa o boşuna mı bizim gönlümüzü, sarığımızı kaptı?”
Diğer bir gazelde şöyle buyururlar:
“Şehvetin öldürdüğü pis, aşkın öldürdüğü ise temizdir.
Aşk temiz ve pis için bir çadır kurmuş
Bütün aşıkların gönlü fakirlik etrafına çadır kurmuş, fakirlik şeyhlerin şeyhi; bütün gönüller ise onun müridi gibidir”
Başka bir yerde yine buyuruyor:
“Lâmekân aşkının ateşi, cismimi tamamen yakmış; fakirlik cevheri bir semender gibi yanmadan belimde kalmış.”
Başka bir yerde de şöyle buyururlar:
“Saf olan her beşerin iki cihanda da bir gönlü vardır.
Zira o saf insan; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabına “evet” cevabını vermekten maksadın fakr olduğunu gördü.”
Açıklaması;
Nefs bulanıklıklarından temizlenen her insan, dünya ve ahiret alakalarından kesilmiş, yokluğu seçmiş ve kendisi ancak bir gönül sahibi olarak kalmıştır. Zira kul herhalde Rabb’a muhtaç olduğu için “evet” cevabıyla, hiç bir şeye sahip olmadığını ve muhtaç olduğunu, bilip itiraf etti. “Ey insanlar siz Allah’a muhtaç fakirlersiniz”[20] “Allah zengindir, sizler fakirsiniz”[21] ayetleri bu manadadır.
Hazreti Pir’in müridlerinden Şeyh Bedreddin Tebrizî kimya ve simyada üstad birisiydi. Hazretin yakınlarının fakirliğini, mücahede ve riyazetlerini görünce onlardan bazılarına şöyle dedi:
- “Eğer Hazreti Mevlânâ izin verirlerse, geçimlerinizin kolaylaşıp genişlemesi için kimyadan bir tedbir öğreteyim.” Müridlerden bir kısmı kimya öğrenmek için onun yanına gitmeye başlayınca Hazreti Mevlânâ bunu duydu, kızdı. Bedreddin’i çağırıp şöyle dedi:
- “Ben dostları fakirliğe teşvik ediyorum, dünya metaını hor ve hakir gösteriyorum, sen ise bana karşı gelip onların dünyalarına rehberlik ediyorsun ve gerisin geriye cehenneme çekiyorsun. Bu defalık affediyorum. Eğer yine böyle yaparsan hakikat kokusunu duyamazsın, nefsin hevasına kapılır gidersin!”
Sonunda dedikleri gibi oldu.
Sultanlar ve beyler bizim hususi harcamalarımız için altın ve gümüş gibi şeyler gönderseler, Hazreti Pir efendimiz bunları Şeyh Selahaddin Zerkubi’ye gönderirlerdi. Daha sonra Çelebi Hüsameddin’in evine gönderdiler. Şiddetli zaruret olduğu zaman dışında kesinlikle ailesi için bir şey alıkoymadılar. Yalnız Sultan Veled efendimiz istediğinde kendisine az bir şey verirlerdi.
HAZRETİ PİR’İN NAMAZLARI
Namaz vakti gelip kıbleye döndükleri zaman mübarek çehreleri renkten renge girerdi. Nitekim Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz hakkında şöyle anlatılmıştır:
Hazreti Ali (r.a.) namaz vakti gelince yüzünün rengi değişir, vücuduna titreme gelirdi. Kendisine;
- “Ya Emir’el Mü’minin, size ne oluyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular:
- “Cenabı Hak, göklere, yere ve dağlara arzettiği emanet vakti geldi. Onlar o emaneti yerine getiremeyecekleri korkusuyla onu yüklenmekten çekindiler de onu insan yüklendi.[22] Yüklendiğim bu vazifeyi yerine getirip getiremeyeceğimi bilemiyorum.”
Hazreti Pir Efendimiz, namazda tam bir huşu’ ile kendilerinden geçerler, Hak sıfatına ulaşırlardı. Namazdan maksat da Hak ile alaka kurmaktır. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kurmaktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zâhir ehli bilmez.”
Resulu Ekrem (s.a.s.) buyurmuşlardır: “Namaz ancak kalp huzuru ile olur.”
Hazreti Pir Efendimizden defalarca görülmüştür ki, yatsı namazına kalkıp tekbir alırlar, tâ sabaha kadar iki rekat namazda müstağrak kalırlardı. Rükû’ ve secdelerde bir gün ve bir gece boyunca müstağrak oldukları da görülmüştür. Nitekim buyururlar:
“Akşam namazı herkes lambayı yakıp, yemek sofrası kurunca ben yarin hayalini gözümün önüne getirir, kederlere düşüp figan etmeye koyulurum.
Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşli oluyor. Ezan sesi kalbimin mescidine öyle yakıcı gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı aşıkça yanar.
Kıblemin yüzü ne tarafta kalmış ki, benim namazım böyle kazaya kalıyor? Evet kazadan dolayı daima bana sana bir imtihan geliyor.
Acaba Allah aşkı sarhoşlarının namazı doğru mudur sen söyle! O ne zamanı, ne mekânı bilir. Acaba kıldığım bu ikinci rekât midir, yoksa dördüncü müdür? Acaba ben hangi sureyi okudum diye şaşkındır. Çünkü diline hakim değil ki..
Evet, ilâhî dergâha nasıl varayım? O büyük kapıyı nasıl çalayım, nasıl çağırayım? Ben de ne güç kaldı, ne de dil..
Yarabbi, bana eman ver! Zira gönlümü de, ihtiyarımı da sen aldın.
Namaz kılarken acaba rükû’ tamam oldu muydu, yoksa imamlık yapan filan mıydı? Bunların hiç birinden vallahi haberim olmaz.”
Bir kış mevsimiydi. Oturdukları medresede gecenin başlangıcında secdeye kapanmış, mübarek gözlerinden pek çok göz yaşı akmıştı. Havanın soğukluğundan, mübarek yüzü buz tutmuş, derisi döşeme tahtasına yapışmıştı. Gündüz olunca yakınları sıcak su hazırlayıp yüzüne dökerek erittiler.
Buraya kadar anlatılanlar zâhiri namazlarıydı. Bâtın namazlarının sırlarına kim vâkıf olabilir? Zira şöyle buyururlar:
“Mihrabı dost cemali olan kimse için;
Yüz türlü namaz, rükû’ ve secde vardır.”
TAKVA VE VERA’LARI
Hazreti Mevlânâ Efendimizin takvası anlatılamayacak derecede özeldi. Takva hususunda yüksek sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiram ve seçkin büyüklerden sonra onun hakkında “sizin en üstününüz, en takvalı olanınızdır”[23] ayeti gelmiştir.
Takvanın zâhiri manası Hak Teâlâ’dan korkmak sebebiyle günahlardan kaçınmak olduğundan “takva, şeriat edeblerinin muhafazasıdır” denilmiştir. Hak Teâlâ’nın haram ettiği şeylerden çekinmek demek olduğuna göre; “takva nefsin hoşlandığı şeylerden çekinmektir” denmiştir. Takvanın kemal kazanmaya engel olan şeylerden uzak durma olmasına göre; “takva, seni Hak Teâlâ’dan uzaklaştıran şeylerin hepsinden sakınmaktır” denilmiştir.
İşte bu suretle sülûkün ve vuslatın gereği olan şey elde edilir ve rızık kapıları açılır.
Şiir:
“Eziyetsiz rızk nedir bilir misin;
Ruhların gıdasıdır, yoksa maddi rızık değil!”
Kur’anı Kerim’de mealen şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ’ dan korkup yasakladıklarından sakınan kimseyi Cenabı Hak dünya ahiret mihnetinden çıkarır ve ona hatırına gelmeyen, ummadığı rızkı ihsan eder” [24]
Takvanın bu çeşidi takvanın ilk derecesidir. Takvanın yüksek derecesi Allah’tan başka her şeyden nazarını çekip O’ndan başka bir şeyle ilgilenmeyi haram bilmektir.
Nitekim Cafer Sadık (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Takva, kalbinde Hak Teâlâ’dan başka bir şey görmemektir.” Şeyh Nasr Âbâdî de demiştir ki: “Takva, kulun Allah’tan başkasından korkup sakınmasıdır.” Bu söylenenler Hazreti Pir Efendimizin sıfatlarındandı ve bu edeble dolu olduklarından davranışlarını şu şekilde ifade etmişlerdir:
“Takva ateşi masiva cihanını yaktı.
Allah’tan bir şimşek tecellisi çaktı, takvayı da yaktı.”
Takva hususunda öyle bir halde yaşamışlardır ki, bütün ömründe kendisinden dünyanın gamı ve neşesine dair bir söz ve dünya işleri hakkında bir şey işitmemiştik. Bu, bâtın meşguliyetinin delilidir. Nitekim buyururlar:
“Dünya şehveti külhana benzer, zira onun hararetiyle takva hamamı ısıtılır.
İşte dünya şehvetine bulaşmış olanlar o külhan içinde huzursuz yaşarlar.
Takva sahipleriyse külhanın kirinden dumanından uzak olarak sefa sürerler.”
Cenabı Hak buyurur: “Allah’ın yardımı, yasakladığı şeylerden sakınanlar ve yarattıklarına şefkatle iyilik yapanlar içindir.” yahut: “Allah Teâlâ takva sahipleriyle ve güzel huylularla beraberdir” [25]
CEZBE VE AŞK
Hazreti Pir Efendimizin cezbe ve aşkı o kadar yüksekti ki, bu küçük kitapta onların yüzde biri bile anlatılamaz. Ancak “az çoğun delilidir” diyerek onun hallerinden birer koku belirtelim. Akıllılara bir işaret yeter.
Ey okuyucu, Allah seni muvaffak etsin, bilmiş ol ki, cezbe Hakk’ın tevfikine bağlı ezeli bir nasiptir; Cenabı Hakk’ın inayetine mazhar olanların ruhlarına yaratılmalarından önce yoldaş edilmiştir. Bir ârif demiştir ki:
- “Cezbe ve tevfik Hakk’ın kula sebepsiz ve talepsiz verdiği bir ihsandır.”
Allah’ın bir lütfu olan bu devlet, mümine gülümseyen yüzünü başlangıçta gösterirse onu az bir çalışma ile yüksek makama ulaştırır. Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz; “Hak’tan bir cezbe, insanların ve cinlerin ibâdetinden daha hayırlıdır” buyurmuştur.
Allah’a kavuşma yolunda, yani sülûkta, her hangi duraklama olsa Cenabı Hak cezbe bağışlayıp, onu o takılıp kaldığı makamdan geçirir.
Hazreti Pir Efendimize ezeli nasip olarak cezbe ihsan edilmiş olduğundan zaman zaman gelen cezbelerle sülû- kunu tamamlardı. Bu yolda eriştikleri her makamda kendisine açılan hakikatlere dair bir koku ifade buyururlardı:
“Manaların aşkının burakı, benim aklımı da gönlümü de aldı, götürdü.
Nereye götürdüğünü benden sor ki, söyleyeyim.
Çünkü senin bilmediğin bir tarafa götürdü.
O yüksek revaka yani önü açık çardağa, o manaların semasına götürdü ki,
Orada ne ay vardı ne de felek, orada cihan bile cihanlıktan çıkar.
Canın Süheyl yıldızı Rükn-ü Yemaniden doğduğu zaman ay;
Güneş, yedi göklerin kutbu için secdeye kapanır.”
Başka bir yerde de bu manada büyük ve güçlü bir halin sırrından şöyle bahsederler:
“Saadet doğanı gelip eteğimizden çekti, otağımızı göklerin üstüne kurduk.
Şükürler olsun; Mısır ülkesinin rüyasında bile görmediği şekeri;
Biz dişimizin dibinde bulduk.
Ayın dönmesi ömürleri kısalttığı halde;
O hakiki sevgili, devranımıza uzun bir ömür bağışladı.”
Bu manevi hazinelerin anahtarının her kelimesi binlerce hakikati ihtiva eder, eğer açıklamasına girişsek iş uzar, asıl maksat kaybolur. O yüzden asıl maksada gelelim. Hazreti Sultan Veled Efendimiz erişmiş olduğu bu ezeli inayet hakkında şöyle buyurmuştur:
“İlâhî, beni ezelde yaratttığın zaman, aşkım kemalde idi.
Ne gök vardı, ne güneş vardı, ne bir insan başı, ne de onun bir külahı vardı.
Tâ o zaman sen benim duamı işittin de;
Beni muhabbetin için ayırdıklarının içinden, aşkın için seçtin.”
Hazreti Pir Efendimiz başka bir yerde, ezel sabahında zatının tıynetiyle eş olan büyük inayeti açıklarken, o bâki sâkînin elinden manevi bir ağızla tatmış olduğu bir şarabın tadından şöyle bahsederler:
“Ey ezel sâkisi, bizi güzelliğinin divanesi kılmak içindir ki vücud toprağımıza aşkının şarabının cür’asını döktün.
Bizim cemal mecnunu olmamızı istemeseydin, döker miydin hiç?”
Diğer bir gazelde de buyururlar ki:
“Bu gönlüm beni yakamdan tutup o yarin köyüne doğru götürüyor. Beni muhabbet bâdesini içtiğim köye götürüyor.
O kadar içtim, sarhoş oldum ki, pabuçlarım, sarığım birbirine dolaştı.”
Hazreti Pir Efendimiz, ezeli inayete mazhar olup o inayetin kanadıyla benliğin korkunç çöllerinden uçup geçmiş olduğundan, tarikat saliklerinin irşadı için o halin beyanına dair çeşitli sözlerinden kısacık da olsa alıntı yapmış olduk.
SEKR VE İSTİĞRAKLARI
Hazreti Pir Efendimizin sekr ve istiğrakları nasıl anlatılabilir ki, onu güzel sözlerinden çoğu sekr halinde söylenmiştir. Bu öyle bir makamdır ki, ricalullah kurb ve vuslat makamına kavuştukları vakit o halin ziyadeliğinden muhabbet şarabını yudum yudum içerek rabbanî buluşmanın sarhoşu olurlar. Nitekim Resulullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyururlar:
“innallahe teâlâ şeraben eaddehu lievliyaihi iza şeribû sekirû ve iza sekirû tâbû ve iza tâbû sâmitû” yani: “Allah Teâlâ Hazretleri’nin evliyası için hazırlamış olduğu bir şarab vardır ki, onu içtikleri zaman sarhoş olurlar, sarhoş oldukları vakit hoş olurlar, hoş oldukları vakit sessiz olurlar.”
Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz, özel bir yakınlık olan “Kab-ı kavseyni ev edna” makamına erdiklerinde; Cemal ve Celal ahadiyetini basiret gözüyle müşahede eylediler. Sübhanî ayetlerin keşfinden ve rabbanî rümuzların çözülmesinden sonra; Hak Teâlâ’dan, biri süt ve biri şarap ile dolu, nurdan iki kadeh geldi. Bunlardan birini seçmeleri istendi. Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz;
- “Sütü seçtim” buyurdular. Zira o vakit şeriat hükümlerinin ve tarikat kurallarının başlangıcıydı. Hakikat şarabının kadehini; arifler, aşıklar ve ümmetinin ileri gelenleri için saklamışlardı. Hazreti Mevlânâ Efendimiz o şarabın vasıflarından çok söz etmişlerdir. Allah ondan bizlere de içirsin amin. Şöyle buyururlar:
“O öyle bir şaraptır ki, eğer ondan bir yudum yere damlasa, ot bitmeyen, çorak topraktan; hemen güller çıkar, gülistanlar meydana gelirdi.
O öyle bir lâl renkli şaraptır ki, eğer gece yarısı her taraf karanlık içindeyken; coşup taşsa, gökler ve yer nurlarla dolardı.
Sevgilim, sen beni mest edince şöylece bir seyret! Avları arasında zevk sarhoşu olan aslan nasıldır, bak gör!”
Başka bir gazelde şöyle buyururlar:
“Âlemin bağı, meyi, engûru mevcud olmadan
Lâyezâli bâdesinden canımız mahmur idi
Âlem-i can Bağdad’ında biz “enel Hak” der idik
Nükte-i Mansûr evvelden dahi mezkûr idi
Etmemişken âb u kilde nefs-i küll mi’marlık
Tâ harâbât-ı ezelde ıyşimiz ma’mûr idi”
(Cihanda henüz bağ, bâde, üzüm yaratılmamıştı ki, bizim canımız kutsal şaraptan sarhoş ve mahmurdu.
Mansur’un tevhid nüktesiyle ilgili sözünün daha münakaşası yokken, biz can cihanının Bağdad’ında “enel Hak” diyorduk.
Nefs-i küll yani kudret eli, su ile toprağa mimar olmadan, Âdem’i yaratmadan önce; bizim yiyip içmemiz hakikatler harabâtında mükemmeldi.)
Bu mübarek gazelin açıklaması çoktur, fakat burada maksat şarabın özelliğini anlatmaktır.
Zamanın muhakkiklerinden Şeyh İbni Fârız Hazretleri, elest bezminde içtiği muhabbet şarabı hakkında şöyle buyurur:
“Henüz üzüm yaratılmamışken biz, cananın cemalini anarak aşk şarabıyla sarhoş olduk.”
Hazreti Mevlânâ Efendimiz, kendilerinde hasıl olan o şarabın sarhoşluk özelliklerini beyan ederken yüksek beyitler söylemişlerdir. Şu iki beyitte işaret buyrulanlar marifet ehline tam sermayedir:
“Güzel yüzlü canımın sâkîsi, dervişini sarhoş etmek için testi testi şarap verir.
Başımdan, ayağımdan habersiz bir halde, küp dibinde oturdum;
Şimdi bana yalnız muînim Hak hükmediyor.”
Sekir sahibi olan evliya ve kâmillerden buna benzer pek çok yüksek sözler nakledilmiştir. Lâkin Hazreti Pir Efendimizin sekir hali herkesten fazla olduğu için; inci saçan dilinden gelen sözler de hepsinden yüksek ve kutsal, makamları ise hepsinden daha şereflidir. Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:
“Rindân-ı harâbat yedi içti de gitti
Bizler ebeden yiyip içtikçe oturduk”
(Aşk harabâtının rindleri lâyezâlî cemal şarabından içtiler, gittiler.
Biz ise sonsuz bir zevk ile visal şarabını içtik, gitmeyip oturduk.)
Bunun gibi pek çok yüksek söz Hazreti Pir’den nakledilmiştir. Bu kitaba örnek olmak üzere bu kadar alındı.
Kâmil mü’min istiğrak ile cezbedilip vuslat şarabından tadınca, cemal ve celal sarhoşu olur, kendinden çıkar. Kendine gelince yani beşeriyet âlemine inince; eski hal zevklerinden ayrılmasından dolayı onda aşk ve şevk meydana gelir.
Vecd; aşk ve şevkin üstün gelmesidir. Bir arif der ki: “vecd, şevkin galebesine tahammül etmekten dolayı ruhun ıstırap ve kararsızlığıdır.” Hazreti Pir Efendimiz bu hallerin vasıflarıyla doluydu. Zâhirinin bâtınına uyması yüzünden aşk özelliklerini seçmişti. Açıkça bellidir ki, şevk ve aşk adımlarıyla hakikatin sonsuz tavırlarını dolaşmıştı. Aşağıdaki beyitler gittiği bu tavırların büyüklüğü ve yüksekliğinden haber verir, aşk yüzünden müşahede eyledikleri iştiyak çokluğunu gösterir:
“Otuz yıl Mecnun gibi senin için koştum, dolaştım. O ıssız vahşi bir adada; yaş, kuru hiçbir şeye rastlan- mazdı.
Ah o zaman ben, senin her şey olduğundan habersizdim. Aklım iman ve küfür kaygısında kalmıştı.
Ey gönül, sen iki cihanın dışında, bir hakikat kâinatısın, ilâhî bir cihansın.
Her şey senden ibaret, fakat sen her şeyden münezzehsin.”
Diğer bir gazelde beyan buyururlar:
“Hakikat ve aşk yolunun yolcularına yoldaş oldum, Rabb’ın huzurundakilerle arkadaşlık ettim.
Altı yönün dışında bir kubbe gördüm. Hemen toprak olup o kubbenin tabanına yayılıp döşendim.
Her nefsin yoldaşı Azrail idi, ama ben hiç aldırmadım; can bana lazım değil ki ondan üzüleyim.
Ölümle yüz yüze savaştım, sonra ölüm bayramıyla sevindim.
Aşkın damarlarında kurumuş kan, aşıkların iki gözünden sızan şebnem oldum.
Bazen İsa gibi tamamen lisan kesildim, bazen Meryem gibi suskun bir gönül oldum.
Meryem ve İsa hakkında anlatılanlar var ya; bana inanırsan, o dahi ben oldum.
Ah sonsuz aşkın neşterleri önünde; yüzlerce onulmaz yara oldum. Evet, ama; o yaraya şifa olacak merhem de yine ben oldum.
Dünyevi hayat atının varlık kolanını tamamiyle gevşettim. Fakat ondan sonra beka üzengisi üzerinde sağlamca durdum.
Gerçi hazin hazin inleyen sazın sırtı gibi belim aşk ile büküktür. Fakat yine sen o güvenli ve ölmez neyin lâhutî sesini benden dinle, evet benden dinle!
Allah bilir ya; hakikat bana yüzünü gösterdi. Ben, aşk ahının şehidi oldum ve pek iyi bildim.
En büyük bayram Şemsi Tebrizî idi. O bayramın en büyük kurbanı ben oldum.”
Bu yüksek gazeldeki beyitlerin her kelimesi Hazreti Pir Efendimiz’e açık olan hakikat sırlarına işarettir. Bunun deniz gibi olan açıklamasına dalınacak olursa uzun kaçar. Zamanın büyüklerinden bir zat bu beyitlerin bir beytini açıklarken iki tabaka kağıdı doldurmuştu. Şimdi biz yine sözümüze dönelim ve Hazreti Mevlânâ Efendimiz’in açıkladığı aşkın bazı sırlarını ve aşkta gelmiş olduğu bazı makamları gösterelim. Ey hakikat talibi, bil ki, Hazreti Pir Efendimiz aşkta hadsiz hesapsız derecede heybet, ihtişam ve şan sahibiydi. Halinin başından sonuna kadar saattten saate aşkı ve şevki artar ve katlanırdı. Bu seçkin özelliğinin aşırılığına rağmen, daima o halin fazlalaşmasını ister asla kanmazdı. Nitekim buyururlar:
“Kumlar suya doydu, ben kanmadım.”
Sonunda o büyük isteği sayesinde en yüksek makamları geçtiler. Nitekim o hali şöyle açıklar:
“Öyle bir aşk makamına ayak bastım ki, o aşk ile aşık lara reis olurum.
Ey dost, ben aşkın çocuğuyum fakat babamı geçtim, ondan ileri giderim.”
Diğer bir gazelde aşkta tamamen yok olduklarını sembolik bir ifadeyle işaret buyururlar:
“Bu vücudun izleri yok olmuştur, bir kadehte onun işi tamam oldu. Artık onda tecelli eden tamamiyle O’dur.
Benim bir gönlüm var ki, aşk yolunda harap mı haraptır. Aşk tutkunluğu onu birden bire harap etmiştir.
Aşka de ki: kendi muhabbetine düşmüş birini mi arıyorsun; işte o senin istediğin gibi bir düşkün aşık, gel de elinden tutup kaldır!”
Yine bir yüksek gazellerinde buyururlar:
“Ben neşeliyim, neşe benim! Zühre yıldızı benim ahenkli sesimi terennüm eder.
Aşk, aşıklar arasında benim için işvelenir.”
Bir başka gazelde aşk hususunda kendilerine görünen güçlü bir makamın vasıflarını şöyle beyan ederler:
“Bu gece yarısı böyle mehtap gibi nurlu görünen kimdir? Bildim, bildim; aşk peygamberidir bu, mihraptan çıkıp geldi.)
“Aşk fazilette, ilimde, defterde, kitapta değildir.
Halkın dedikodusunu ettiği yol, aşıkların yolu değildir.
Aşk bir nûranî ağaçtır; dalları ezelde, kökleri ebed- dedir.
Bu aşk Tûba’sının ne Arş’la, ne arzla (yerle) bir ilgisi var.
İrşad maksadıyla buyururlar:
“Hoş heves oldu âşıka canını eylemek feda
Aşk kanattır ey oğul, gayrisi hep onun heva”
(Aşıka can feda eylemek hoş gelir. Aşk kanattır oğlum! geri kalan hevesten başka bir şey değil.)
Ve yine buyururlar:
“Aşık ol, aşık ol, elverdi eşeklikten geç
Padişahzâdesin âhirde esirlik nenedir”
(Aşık ol aşık, eşeklikten vaz geç. Sultanzâde olduğun halde daha ne vakte kadar böyle esarette kalacaksın?)
Yine buyururlar:
“Bîaşk geçen ömrünü hiç katma hesaba
Aşk âb-ı hayattır dil ü candan onu ahz et”
(Aşksız geçen ömrü hayattan sayma. Aşk âb-ı hayattır, onu sen candan gönülden kabul et.)
Bu konuda Hazreti Pir Efendimizin kutsal sözleri pek çoktur. Bu kadarcık örnek gösterildi.
EVLİYANIN HAVF VE HAŞYETLERİ
Evliyanın sülûkunda ortaya çıkan havf, haşyet, reca ve bastın sebebi nedir, Hazreti Pir Efendimiz bu kısımda nasıl sülûk eylemişler ve neler söylemişlerdir bunları anlatacağız.
Kur’an-ı Kerim’de; “Kesin olarak bilin ki, Allah’ın evliyasına korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar”[26] buyrulduğu halde büyük evliyaya ne sebepten korku ve haşyet gelir diye sorulursa bil ki, velayet, mümini kuşatmış olan inayetten bir duvardır. Vesveselerin saldırısından nefsi korur, yönünü sırat-ı müstakime doğru çevirir, onu aşağı düşmekten kurtarır.
Havf üç çeşittir: avamın korkusu, havassın korkusu ve ehassın korkusu.
Avamın korkusu; çok günah işlemiş olmaktan dolayı cezalanmaktan korkmaktır.
Havassın korkusu; makamından inmek, Hakk’a yakınlık makamından uzak düşmek korkusudur.
Ehassın korkusu ise; nefsin edebinin yüksekliğinden ve Hakk’a yakınlığın fazlalığından dolayıdır. Zira kurbiyet (yakınlık) makamına tam olarak eriştiğinde, eldeki imkân vasıtaları ortadan kalkar, Celal azameti, neliksiz niteliksiz Hak hüviyeti müşahede edililir. Hak (c.c.) Hazretleri’nin yakınlığındaki azamet ve heybetten onlara havf ve haşyet gelir. Nitekim Kur’an’da “Şüphesiz âlim kullar, Allahtan en çok haşyet duyarlar.”[27] buyruldu.
Anlatıldığına göre, Ali (r.a.) Efendimiz’in terbiyesinde yetişmiş olan, bütün şeyhlerin imamı Pir Hasan Basri (r.a.) Hazretleri’ni havf ve haşyet öyle kaplamıştı ki, yalnız başına oturduğu vakitte, yalın kılıç çekmiş birinin önünde oturuyormuş gibi dururdu. Gönlündeki yanıklıktan ötürü onu hiç kimse gülerken görmemişti. Zira aradaki vasıtalar ne kadar ortadan kalkarsa, azamet de o kadar fazla tecelli eder.
“Ehlullaha ziyadedir hayranlık
Onlar vâkıf siyaset-i sultana”
Hazreti Cüneyd buyurur:
“Hak Teâlâ’nın bazı kulları vardır ki, Allah’tan havf üzere oldukları zaman; güçleri tükenir, dilleri söylemez olur, akılları şaşkın kalır. Onların bu hali; Allah Teâlâ’ya karşı kendilerine gelen heybet ve dehşettendir. Halbuki onlar aslında çok güzel konuşan, akıllı, zeki ve Allah’ı ve ayetlerini bilen kimselerdir.”
Hazreti Pir Efendimiz yakınlık makamına eriştiklerinden sözlerinin çoğu vuslat açıklamalarıdır. Tecelli nurlarına battıkça; hüzün ve havf vücudunu kaplar, bunun sırrından sözler ederdi. Nitekim buyururlar:
“Dünyada en küçük bir sevinç beni korkutur;
Sen bu kadar zenginlikle nasılsın?”
Diğer gazelde şöyle buyururlar:
“Eğer gönlün gerçek sevgilinin gamıyla ferah değilse;
Sen o ezeli şahın aşkında eksiklisin.
Gerçek hazineden ayrı kalmaktan kork, şunun bunun eziyetinden korkma.
Zira Hakk’ın kızması insanınkine benzemez.”
Başka bir gazelde teslim ve rıza bahsinde buyururlar:
“Sevgili gam tarafında ise neşelenmeyi hiç düşünme,
Çünkü aslanın pençesinde bir av gibisin sen.”[28]
RECA
Reca, İsa Mesih’e (a.s.) ait bir sıfattır. Hak yolunda olan bir kimsenin bu sıfatı taşıması lazımdır. Şeyh Osman Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Havf, Allah Teâlâ’nın adlinden, reca fazlındandır.”
Reca; havf ile birlikte olmalı, biri diğerine tercih edilmemelidir. Nitekim denilmiştir ki: “insanın havfi ve recası tartılsa her ikisi de birbirine eşit olmalıdır.”
Eğer ümit korkudan fazla olsa, yersiz bir güven gelir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey insan, seni kerim Rabbına karşı mağrur eden şey nedir?”[29]
Eğer korku ümitten üstün olsa, helak getiren bir ümitsizlik meydana gelir. Nitekim buyrulur: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit kesip me’yus olurlar.”[30]
Şu halde reca, Cenabı Hakk’ın lütuf ve rahmetine hüsnüzan edip kuvvetle inanmaktır. Cenabı Hak buyurur: “O kimseler ki, iman ettiler, yurtlarını terkettiler ve Allah yolunda mücahede eylediler, işte onlar ilâhî rahmetten ümitlidirler.”[31]
Bu anlatılanlardan belli olduğu gibi; havf ve reca sıfatları kâmilde birbirine denk olmalıdır. Mesela daima güneş olursa, sıcaklık ve kuruluktan dolayı hiçbir nebat bitmez ve büyümez. Eğer hep yağmur olursa, yine böyle olur.
Fakat insan son demlerinde recaya sarılmalı, ilâhî rahmet ve inayeti beklemelidir. Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Havf suyu Hakk’ın adalet denizinden, reca suyu fazl denizinden içilir. Halbuki Allah’ın lütuf ve ihsanları adaletini geçmiştir. Çünkü Cenabı Hak “Rahmetim gazabımı geçti”[32] buyurmuştur.
Hazreti Pir Efendimiz cemal tecellisinden sonsuz haz ve nasib aldıklarından ve hüsnüzanları hakkalyakin mertebesinde bulunduğundan; recaya dair pek çok ince hakikatler söylemişlerdir. Doğru ahlakı, basiret gözü ve Hak kelamını işiten kulağı olan kimse, bu bir damladan mana ve hakikat deryalarına idrak ayağını yetiştirir.
Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurur:
“Ariflerin ışığı ve şahidi kendilerinin dışında değildir.
Onlar üzümün kanını içmemişlerdir; onların şarabı kendi kanlarıdır.
Evet, kanlı gönüllerinin muhabbetine düşmüşlerdir onlar.
Sâki bize afyonunu teklif etme, onu sen gam mahpuslarına ver.
Zira bâdeyi gamlı olanlar neşelenmek için içerler.
Halbuki biz, neşe veren o bâdeden ziyade gönül hoşluğu severiz.
Gam bize kastedemez; çünkü bizim kanımız gama haramdır.
Fakat biz gamı kovar, yok ederiz; onun kanı bize helaldir.
Bizim etrafımızda dolaşan gam, kendi kanına susamış demektir.
Ben ölüler gibi surun üfürülmesine bağlı değilim.
Aşk efsunlu nefesiyle her an bana can bağışlar.”
Bir rubâide şöyle buyururlar:
“Madem ki, gönlümde o kıskanç perinin sureti vardır, bu âlemde benim kadar neşeli kim olabilir?
Vallahi ben neşeli olmadıkça yaşayamam. İşitiyorum; gam denilen bir şey varmış fakat bunun ne olduğunu bilmiyorum.” [33]
Başka bir gazelde şöyle buyurur:
“Gamın ne haddi var ki, adımızı ağzına almaya kalksın? Sevinçli ve neşeli ol, biz gamdan da gamlıdan da vaz geçmişiz.
Biz gerçeği söylüyoruz, sen inanmıyorsun. Halbuki biz iki cihanın ikrarından da inkârından da geçmişiz.”
Yine buyururlar:
“Gam, keder öldü, ağlamak gitti, ben ve sen sağ olalım.
Nerde ağlamak varsa, şimdi gülmeye döndü.”
Bir başka gazellerinde kendisine bağlı olanları irşad için buyururlar:
“Gamın gide deyu verdim sana mey-i cânı
Düşüp de gamlara her şad olandan umma medet”
(Gam çekmeyesinı diye; sana can ve aşk şarabını sundum.
Gamın ne yeri var artık, bundan sonra sen öyle neşelenirsin ki, her neşeliyi geçersin.)
Cemal tecellisinden pay aldıkları vakit, başka bir makamda buyururlar:
“Bütün âleme cemalinin gül çehresiyle gül, zira ne kadar gülsen yeri vardır.
Cihanda her eğri, her doğru; senin boyunun, kaşlarının meftunudur.”
Hazreti Pir Efendimiz bu makamda çok sözler söylemişler, yüksek hakikatler açıklamışlardır.
MENKIBELERİ
Halep Medresesinde
Hazreti Pir Efendimiz bir zamanlar Halep’te Halaviye medresesinde fıkıh, tefsir ve usulde eşsiz bir allâme olan Mevlânâ Kemaleddin bin Adîm’den ders alıyordu. Müderris onun alnında olgunluk ve hidayet müşahede ettiğinden; kendisine itibar ve ikram edip büyük bir sevgi besler, akranından üstün tutar, dersleri hep ona bakarak anlatırdı. Talebeler kıskanırlar; müderrisin bu davranışı hakkında ileri geri konuşurlardı. Kendisine hep;
- Bu yabancıya bu kadar itibar ediyorsun da bize hiç yüz vermiyorsun! derlerdi. Müderris de onlara;
- Ben onda büyük bir kabiliyet görüyorum. Söylediğim meseleleri o etraflıca anlıyor, bütün hali tavrı şeriata uygun, devamlı olarak ibâdet ve riyazetle meşgul oluyor! diye cevap verirdi.
Bir gün bir grup talebe müderrise gelip dediler ki:
- İlim ve takvadan başka bir şeyle uğraşmadığını söylediğin kişi, her gece medresenin kapısının kilidini açıyor, sabaha kadar istediği yerlerde dolaşıyor, sabah olunca geri medreseye geliyor.
Müderris buna inanmadı, kendisi bir köşeye gizlenip gözetlemeye karar verdi. Akşam olunca herkes kendi hücresine gitti, kapıcılar medresenin kapılarını kapayıp kilitlediler. Gece yarısından sonra Hazreti Mevlânâ hücresinden çıktı, medresenin kapısına geldi. Parmağıyla dokununca kilit açıldı, kapıdan çıkıp yürüdü. Müderris bunu görünce arkasından takip etmeye başladı. Gide gide şehrin Antakya tarafındaki kapısına vardılar, kapı açıldı, Mevlânâ Hazretleri önde, müderris arkasında takip ederek gittiler.
Manevi Kubbe
Birden uzaktan pırıl pırıl parlayan nûrani bir kubbe göründü. Halbuki oralarda böyle bir kubbe yoktu. Hazreti Mevlânâ oraya varıp ordaki ruhani bir topluluğa selam verdi. Onlarla bir vakit murakabede oturduktan sonra zikre başladılar. Şafak atıncaya kadar zikir yaptılar. Sonra kalkıp sabah namazının farzına hazır oldular. Cemaatin, “Allahü ekber” diye namaza durdukları zaman o tekbirin heybetinden müderris bayılıp yıkıldı, kuşluk vaktine kadar baygın kaldı. Kendine gelince o kubbeden ve cemaatten eser olmadığını gördü, kendisi çölün ortasındaydı. Şaşkınlıkla gözlerini oğuşturdu, hayranlığından gözleri yaşlı olduğu halde düşe kalka şehre doğru yürümeye başladı.
Müderrisin Hali
Medresede talebeler müderrisi göremeyince aramaya çıktılar, ama hiçbir yerde bulamadılar. Hazreti Mevlânâ müderrisin güçsüzlüğünü, mesafenin uzaklığını düşünüp kendi hemşehrisi olan seyisi bir köşeye çağırıp dedi ki:
- Şehrin filan kapısından dışarı çık, İbrahim (a.s.) Mescidi yolunda onu ara!
Seyis deveye binip o tarafa gitti. Öğleyin müderrise yetişti. Müderris yorgunluktan yürüyemez hale düşmüştü. Deveden inip onu bindirdi. Gelirlerken müderris seyise sordu:
- Sana yolu kim tarif etti, sen benim burada olduğunu nasıl bildin?
Seyis Mevlânâ Hazretleri’nin haber verdiğini söyledi. Müderris işi anladı, hiç ses etmedi. Medreseye geldiklerinde Mevlânâ herkesten önce karşılamaya çıkıp bunu açıklamamasını müderrise tembih etti. O da buna uyup talebelerin bütün ısrarlarına rağmen özür dileyip bir şey anlatmadı.
Müderris ondan sonra Mevlânâ Hazretlerine saygısını artırdı, onun huzurunda iki diz üstünde otururdu. Hazreti Mevlânâ sırrın açılacağını anladığından az bir süre sonra ordan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte Şam’a gitti.
Mizacının Hususiyeti
Bir vakitler müridlerden on sekiz kişinin müshile ihtiyacı olmuştu. zamanın en üstad tabibi Ekmeleddin onlara müshil şerbeti hazırladı. Sabahleyin Hazreti Mevlânâ onların yanına uğradığında onların müshil ilacını içmekten tiksindiklerini gördü. Hazırlanmış olan ilaçların hepsini bir kaba doldurup bir hamlede hepsini birden içti. Biraz sonra zakirlerin bir şey okumalarını emretti. Okurlarken sema’a kalkıp akşama kadar sema' etti. Sema’dan sonra hamama gidip orda uzun zaman kaldı. Sonra buz getirtti, kırdırıp yedi. Bunu tabip Ekmeleddin’e haber verdiler. Hemen telaşla koşup gelen hekim;
- Efendimiz, nefsinize reva gördüğünüz bu kasıt nedir? dedi.
Kendilerine hiçbir zarar gelmediğini gören tabiplerin hepsi de inanç bağlayıp Hazret’e mürid oldular.
Panzehir
Molla Ekmeleddin anlatmıştır:
“Bir vakit sultan Said Rükneddin benden fârûkî tiryakı denen bir ilaç istemişti. Zehirlenmelere karşı bir panzehir olarak kullanılan bu ilaç için gereken bütün eczaları hazırladım, evimin bir köşesinde onları karıştırıp macun haline getirirken birden Mevlânâ Hazretleri odanın bir köşesinde ortaya çıktı. Halbuki evin ve odanın kapıları kapalıydı.
Onu görünce hemen kalkıp elini öptüm, sonra mübarek parmağıyla tatması için ilacı getirip önüne koydum. Hiç ilgilenmedi ve şöyle buyurdu:
- Ey Ekmeleddin, bizim içimizi bir ejderha sokmuştur ki, okyanus panzehir olsa fayda etmez.
Sonra birden gözden kayboldu.”
Cüzzamlılar
Hazreti Mevlânâ bir gün Konya kaplıcasına gitmek istedi müridler önceden gidip hamamda buhurlar yaktılar, sonra dönüp karşılamaya geldiler. Bu arada cüzzamlı hastalar hamamı tenha bulunca orda suda girdiler. Mevlânâ Hazretleri hamama girdiğinde, yanındaki müridler cüzam- lıları gördüler, hemen koşup onları kovup çıkarmaya giriştiler. Mevlânâ Hazretleri seslenip onları durdurdu ve hastaların yanında suya girdi. Onlara gönül alıcı sözler söyleyerek, hastaların üzerlerinden dökülen suları avuç avuç alıp kendi başına döktü. Orada bulunanlar bu âlicenaplık karşısında şu beyti söylediler:
“Ey ilâhî nur, kutsal varlığın Hak’tan bir rahmet alameti olarak gelmiştir.
Senin şanında olmayan hangi güzellik nişanı vardır?”
Kurbağalar
Hazreti Mevlânâ bir gün bir su kenarında ders anlatıyordu. Bu sırada sudaki kurbağalar o kadar ses çıkarıyorlardı ki, dersi dinleyebilmek mümkün olmuyordu. Hazreti Mevlânâ nihayet kurbağalara hiddetle bakarak:
- Eğer siz daha iyi söylüyorsanız biz susalım, siz söyleyin! buyurdular. Bunun üzerine kurbağaların sesi derhal kesildi. Uzun müddet o civarda kimse kurbağa sesi işitmedi.
Merhamet
Bir gün Hazreti Mevlânâ Konya’da kaldırımda yürürken yolunun üzerinde bir köpeğin uyuduğunu görüp durdu. Yol çamurluydu. Bu sırada karşıdan gelen bir adam bunu görünce Mevlânâ’ya hürmeten köpeği kaldırımdan kovdu. Hazreti Mevlânâ;
- Niçin onun rahatını bozdun? diye o adamı azarladı.
O Hazret’in hayvanlara karşı lütuf ve şefkatini bundan ölçmek gerekir.
Tayy-ı Mekân
Emir Muineddin Pervane bir gün büyük bir toplantı düzenlemiş, devrin büyüklerini ve Mevlânâ Hazretlerini de davet etmişti. Sema’dan sonra Hazreti Mevlânâ apteshaneye gitmek için Mehmet Hâdimî’den bir ibrik istedi. Bunu gören emir Pervane koşup Hazreti Pir’e hizmet şerefini kazanmak için Mehmet Hâdimî’ye üç bin dirhem vererek ibriki aldı, Hazreti Pir’e getirdi. Hazreti Mevlânâ Efendimiz Emir’e çok dualar edip ibriki aldı ve aptesthaneye girdi.
Emir Pervane helanın kapısında ayakta durarak Hazretin çıkmasını beklemeye başladı.
Bir zaman sonra Emir’in hizmetçilerinden bir grup gittikleri yerden dönüp Emir’in elini öptüler. Sonra ordakiler- den Emir’in neden orda durduğunu sordular. Onlar da Hazreti Mevlânâ’nın heladan çıkmasını beklediğini, söylediler. Hizmetçiler dediler ki:
- Biz şimdi Hazreti Mevlânâ’nın Turut taraflarında gezindiğini gördük!
Bunu Emir’e söylediler, o da Mehmet Hâdimî’ye helaya gidip bakmasını emretti. Hâdimi gidip bakınca helada kimsenin olmadığını gördü. Bunu ordakilere söylediğinde hepsinin Hazreti Pir’e inançları kat kat arttı.
Demedim mi?
Sultan Said Rükneddin, Hazreti Mevlânâ’nın “oğlum” diye çağırdığı bir müridi idi.
Saray mensuplarından bir kaçı ona, şehre Bezagu adında yaşlı bir zatın geldiğini, bunun pek aziz bir adam olduğunu, cinlerin her gece onu ziyaret ettiklerini anlattılar. Bunun üzerine Sultan, yanına saray erkânından birkaç kişiyle onun ziyaretine gitti. Bezagu padişahla konuşurken ona “oğul” diye hitap etti. Sultan onun haline dikkat edince, anlatıldığı gibi biri olmayıp cahil birisi olduğunu anladı, gittiğine pişman oldu.
Bunu Hazreti Mevlânâ’ya anlattılar. Evliyada olan kıskançlık sebebiyle Hazreti Pir buna içerledi, şöyle buyurdu:
- Pek âlâ, eğer o başka bir baba ve başka bir şeyh bulduysa biz de başka oğul seçelim. Bunu hükümdara haber verdiler. Sultan hemen emir Pervane’yi çağırıp nasıl özür dileyeceğini sordu. O da şöyle dedi:
- Hazreti Mevlânâ sema'dan başka bir şeye iltifat etmez; büyük bir sema' toplantısı tertip edip kendisini davet edelim.
Sultan bunu uygun görüp Konya’nın bütün şeyhlerini, büyüklerini ve Hazreti Mevlânâ’yı davet etti. Sultan burada Hazreti Pir’den güzel sözlerle özürler diledi, sonra altın ve gümüş tabaklarla mükellef bir sofra kuruldu. Saray adetinden olarak şarkıcılar şarkı söylemeye başlayınca Hazreti Mevlânâ sema'a kalktı, hizmetçiler sofrayı toplamak zorunda kaldılar. Sultanın bundan dolayı üzüldüğünü gören Hazreti Pir şu gazeli okudu:
“Gönlümü ne yağlı ve tatlı yemekler alır,
Ne altın dolu kese, ne de altın tabaklar..”
Bu gazeli okuyup bitirdikten sonra yüzünü Çelebi Hüsameddin’e çevirerek;
- Görüyor musun? diye sordu. O da;
- Görüyorum efendim! diye cevap verdi.
Ordan dışarı çıkıp sema' ederek medresesine gitti. Bazıları Çelebi Hüsameddin’e, görüyor musun demekten ne kastettiğini sordular. Çelebi dedi ki:
- Hazreti Pir, sultanı gösteriyorlardı, baktığım vakit onun tahtta başsız olarak oturduğunu gördüm.
O günden sonra saltanat işlerinde bozulma ve zayıflama başladı. Bu tarihte Moğol emirlerinden bir kısmı Kayseri’ye gelmişti. Onlar sultanı davet ettiler. Sultan, Hazreti Mevlânâ’dan oraya gitmek için birkaç defa izin istediyse de Hazreti Pir uygun görmeyip izin vermedi. Nihayet buna rağmen gitmek zorunda kaldı. Birkaç gün sonra Hazreti Mevlânâ ansızın kalkıp cemaate;
- Azizin biri ahiret yoluna sefer etti, gıyaben onun cenaze namazını kılalım! buyurdu.
Kalkıp gıyapta cenaze namazı kıldılar, birkaç kişi bu günün tarihini kaydettiler. Bu sırada Hazreti Mevlânâ sema'a kalkıp şu gazeli okudu:
“Demedim mi gitme vazgeç seni mübtelâ ederler
Ki uzundur elleri pek, seni beste pâ ederler
Demedim mi o cihette sana dâm-ı dâne vardır
Tuzağa düşünce bilmem ki nasıl reha ederler”
(Ben sana oraya gitme, seni belaya uğratırlar demedim mi?
Onlar haindir, elleri pek uzundur, senin ayağını bağlarlar demedim mi?
Yine ben sana demedim mi ki, o tanede tuzak vardır, seni tuzağa düşürünce hiç koyuverirler mi?)
Birkaç gün sonra sultanın şehit edildiği haberi geldi.
Ziyafet
Bir gün sultan Sait Rükneddin sarayında mükemmel bir bir ziyafet vermiş, devrin bütün şeyhlerini davet etmişti. Kadı Seraceddin Urmevi bir makamda, Sadreddin Konevi diğer bir makamda, Seyyid Şerefeddin tahtın önünde, geri kalan büyükler birbiriyle sıkışık oturmuşlardı. Birden Hazreti Mevlânâ yakınlarıyla birlikte gelip selam verdi, sarayın avlusunda bulunan havuzun kenarına oturdu. Emir Pervane ne kadar ısrar ettiyse de içeri girmedi.
Şeyh Sadreddin bir ara yüzünü Hazreti Mevlânâ’ya dönerek;
- “Her şeyin hayatı sudandır” dedi.
Hazreti Mevlânâ şöyle dedi:
- Hayır, her şeyin hayatı Allah’tandır!
Hazreti Mevlânâ sofanın sedirine gitmeyince; bütün şeyhler ve büyükler ona uyup avluya geldiler. Yemekten sonra, hemen orada sema'a başladılar. Sözle anlatılması mümkün olmayan zevk ve şevk hasıl oldu. Allah hepsinden razı olsun.
Tövbe
Bir gün Pervane, Hazreti Mevlânâ ile Konya’nın ileri gelenlerini davet etmişti. Yemekten sonra Hazreti Mevlânâ sema'a kalkıp büyük bir coşkunluk gösterdi. Seyyid Şeref, bir köşede Hazreti Mevlânâ hakkında inkârcı sözler etti. Pervane de misafiri olduğundan onu dinlemek zorunda kaldı. Hazreti Mevlânâ sema' sırasında birden gayet yumşak bir tavırla şu gazeli okumaya başladı:
“İnkârcıların saçma sözlerini gönlümle işittim, hakkımda tasarladıklarını da gördüm.
Onun nefsinin köpeği ayağımı ısırıp beni acıttı.
Ama ben onu incitmem, kendi dudağımı ısırmayı tercih ederim.
Ey inkârcı, senin sırrını da bilirim, ama bunun için neden övüneyim?”
Emir Pervane bunu öğrenince derhal tövbe etti, istiğfarla meşgul oldu.
Şeyh Sadreddin’in Rüyası
Bir gece Şeyh Sadreddin rüyasında Hazreti Mevlânâ’nın ayağını ovduğunu[49] gördü. Hazreti Mevlânâ o sabah şeyhin tekkesinin kapısına geldi. Şeyhe haber verdiler, o da kapıya çıkıp karşıladı, birbirlerine selam verdiler. Oturması için ne kadar rica ettiyse de girmedi. Şöyle buyurdu:
- Dün geceki zahmetlerinizden dolayı özür dilemeye gelmiştim..”.
Şeyh onun gönlünün parlaklığına ve güzelliğine hayret etti. Birbirine bir çok saygı ve alçak gönüllülük gösterdiler. Hazreti Mevlânâ dönüp yerine geldi.
Hazreti Mevlânâ’nın riyazet adetlerinden biri de ağzında hep sarı heliyle bulundurmaktı. Müridlerinden her biri bunu kendilerine göre çeşitli yönlerden yorumluyordu. Hüsameddin Çelebi’ye başvurup sordular. Şöyle cevapladı:
- Hazreti Pir Efendimizin riyazeti o derecededir ki, suyun ağızlarında değil, boğazlarından bile lezzetli olarak geçmesini istemezler, buruk ve acı olmasını arzu ederler.
Bu hal riyazetlerinin kuvvetine delildir; nefsini ağır eziyetlere sokmak hususundaki gücünü gösterir.
Mürid Sevgisi
Bir gün Hazreti Mevlânâ, Çelebi Hüsameddin’e bayram ziyaretine gelirken yakınları önden arkadan mahalleyi doldurdu. Bir dar sokakta bir köpek önüne geldi, müridlerden biri o köpeği vurup kovaladı. Hazreti Mevlânâ o adama bağırdı:
- Ey hayırsız, Çelebi’nin mahallesinin köpeğini mi dövüyorsun?
Bu tavrı onun edebini, yumşak huyunu ve müridlerine ne kadar değer verdiğini gösterir.
Edep
Hazreti Pir Efendimiz sık sık Çelebi Hüsameddin’in evine gelirdi. Kış mevsiminde bir gece vakti yine onun evine gitti, kapı kapanmıştı, evdekiler uyumuştu. Kar olanca şiddetiyle yağıyordu. Geri dönmedi, rahatsız etmemek için kapıyı da çalmadı, sabaha kadar kapının önünde, ayakta bekledi. Sabah oldu, kapıcı kapıyı açtı baktı ki, Hazreti Pir orda duruyor, mübarek başında karlar birikmiş. Hemen koşup Çelebi’ye haber verdi. Çelebi Hüsameddin koşarak geldi, ayaklarına düştü, ağladı, özürler diledi. Hazreti Mevlânâ iltifatlar edip gönlünü aldı, alnından öptü.
Hazreti Pir Efendimizin bu davranışı, müridlerine örnek olarak edep öğretmek maksadına dayanır.
Şeyh müridlerine bu kadar itibar ederse müridlerin şeyhe karşı hürmetleri nasıl olması gerekir?
Hicaz Toprağı
Ahiret hatunu Kira Hatun anlatmıştır:[50]
“Uzun zamandan beri Hazreti Pir Efendimizin arkasında namaz kılma mutluluk ve sevabını kazanmak isterdim, fakat hiç kısmet olmamıştı. Bir gün sabahleyin Hazreti Pir Efendimiz şevkinin fazlalığından dolayı öyle müstağrak bir haldeydi ki, yatsı vaktine kadar dam üzerinde, kendinde olmaksızın devamlı gezindi, hiçbir şeye ve kimseye bakmadı. Gidip gelirken birden damın kenarına vardı, adımını boşluğa atıp kayboldu.
Bu hali görünce kendimi kaybetmişim, sabaha kadar ayılamadım. Sabah vaktinde; Hazreti Mevlânâ baş ucuma geldiğini gördüm; kalkıp namaz kılmamı işaret etti. Sarığını çözüp seccade yaptı, sabah namazının farzına niyet eyledi. Ben de hemen ona uydum. Namaz bittikten sonra, kalkıp pabuçlarını çevirdiğimde; içlerinin Hicaz kumuyla dolu olduğunu gördüm. Bunu gördüğümü anlayıp;
- Sakın bunu başka kimseye söyleme! diye emretti.
Hazreti Pir Efendimiz hayatta olduğu sürece bu sırrı kimseye söylemedim. Ama o toprağı alıp sakladım, kimin gözü ağrısa sürme gibi çektim, hastaların ilacına karıştırdım, hepsi şifa bulurlardı.”
Musafaha
Hazreti Pir Efendimizin müridlerinden hânende Osman anlatmıştır:
“Bir zamanlar iflas ettim, büyük bir maddi sıkıntıya düştüm. Yeni evliydim, yiyecek bulmakta darlık içinde kalmıştım. Bu hal Hazreti Pir Efendimize malum oldu. Kalkıp hareme gitti, evin halkından altı kırmızı dinar alıp dışarı çıktı, oturdu. Bir zaman sonra söz arasında bana buyurdu:
- Osman, bundan evvel senin bir adetin vardı, ara sıra bizimle musafaha ederdin. Epeydir bunu yapmıyorsun, sebebi nedir?
Elini öpmek için kalktım, gizlice altınları elime sıkıştırdı ve;
- Bu musafaha sünnetini muhafaza et, bırakma! buyurdu.
Sevindim, epey müddet onunla geçindim.
Yağlı Lokma
Yine gûyende Osman anlatmıştır:
“Bir aralık yine darlığa düştüm, harcayacak hiç param kalmadı. Hazreti Pir Efendimizin huzuruna gelip dedim ki:
- El öpmek sünnetini işlemek zamanı geldi!
- Pekalâ, hatırını hoş tut; bu gün sana yağlı bir lokma gelecektir! buyurdu.
O gün akşama kadar tekkede kaldım, hiçbir şey olmadı. Nasıl olur da Hazreti Pir’in işareti gerçekleşmez diye hayrete düştüm. Akşam oluyordu, yağmur yağmaya başladı. Ortalık kararmadan, yerler çamur olmadan eve gideyim deyip dışarı çıktım. Eve vardığımda bahçeyi sel bastığını gördüm. Menfezin ağzında suyun akışını engelleyen çer çöpü ayağımla açınca su akıp çekilmeye başladı. Geçerken ayağıma bir ip dolaştı, ayağımı çekince bir kemer gördüm; içi gümüş akça doluydu. Eve gelip saydım yedi yüz dirhem vardı. Bir kısmını hanıma verdim, bir kısmını kendi masrafıma harcadım.
Ertesi günü darlığımın açılmadığını belli eder şekilde yüzümü ekşiterek Hazreti Pir Efendimizin huzuruna vardığımda şöyle buyurdular:
- Osman, bir kese gümüşü eve götürdün, hâlâ sıkıntıdan dem vuruyorsun, utanmıyor musun?
Hemen ayaklarına kapanıp tövbe ettim.”
Çöken Tavan
Sultan Rükneddin‘in hanımı Saide Gömaç Hatun anlatmıştır:
“Bir gün eski sarayların birinde bazı hanımlarla otuyorduk. Birden Hazreti Mevlânâ içeri girdi ve;
- Çabuk dışarı çıkın! buyurdu.
Hemen yalın ayak fırladık. Hepimiz dışarı çıkmıştık ki, sofanın tavanı çöktü. Hepimiz ayaklarına kapanıp teşekkür ettik, fakirlere sadakalar dağıttık.”
Mağfiret
Hazreti Mevlânâ Efendimizin dünya seven bir müridi vardı. Ölüm döşeğinde;
- Hazreti Pir’in üç gün kabrimin başına gelmesini istiyorum! diye vasiyet etti.
Vefat ettikten sonra Hazreti Mevlânâ bir gün akşama kadar onun kabri başında oturdu. O gece ölen kişinin oğullarından bir kaçı rüyalarında babalarını görmüşler; temiz elbiseler içinde, salına salına yürüyormuş.
- Halin nedir? diye sorduklarında şöyle demiş:
- Beni kabre koyduklarında azap melekleri geldiler, ama Hazreti Pir Efendimiz’e hürmet ederek yaklaşmadılar. Birden bir köşeden güzel yüzlü bir rahmet meleği geldi, onlara dedi ki:
- “Siz gidin! Cenabı Hak bu adamı Hazreti Mevlânâ’ya bağışladı, onu mağfiret buyurdu.”
Getirdi evliyâyı Hak zemîne
Ki rahmet olsun onlar âlemîne
Nerde?
Bir gün Hazreti Mevlânâ pazardan geçerken bir Türk;
- Dilkû, dilkû![51] diye bağırarak tilki satıyordu.
Bu sözü duyan Hazreti Mevlânâ nârâ atıp şu beyti okuyarak sema' etmeye başladı:
Dil kû dil kû ez kucâ âşık u dil
Zer kû zer kî zer ez kucâ müflis ü zer..
“Hani dil, hangi dili sormadasın?
Nerde dil, âşık u dilden yok eser
Hani zer, hangi zeri istersin?
Nerde zer, müflis ile zer ne gezer?
(Aşık gönlünü sevgilisine vermiştir. Ah onda gönül ne arar?
Gönül ne vakit bulunur? Gönül nasıl olur?
Hiç aşık ile gönül bir arada bulunur mu?
Altın onda ne gezer? Altın nasıl, ne vakit bulunur?
Hiç müflis ile altın bir arada bulunur mu?)
Şeyh Sadreddin’in Rüyası
Şeyh Sadreddin bir gece rüyasında Peygamber Efendimizi gördü; kendi tekkesini şereflendirmiş, sofanın sedirine oturmuştu. Sağında, solunda sahabeler ve evliya sıralanmıştı. Hazreti Mevlânâ da oraya geldi, Hazreti Resulullah (s.a.s.) Hazreti Osman’a (r.a.) dönerek;
- Makbul bir evladın var, onunla gözümüz aydın oldu! buyurdu. Sonra Hazreti Mevlânâ’ya yer gösterip oturttu.
Sabahleyin Hazreti Mevlânâ, Şeyh Sadreddin’in tekkesine geldi. Şeyh karşılayıp ikram ederek sedire oturtmak istediyse de;
- Hazreti Peygamber Efendimiz’in gösterdiği yere oturalım! diyerek oraya oturmadı.
Şeyh Sadreddin Hazreti Pir’in içinin parlaklığını överek, geceki rüyasını anlattı, ordakilere durumu açıkladı. Hazreti Mevlânâ oradan ayrıldıktan sonra Şeyh ordakilere tembih edip şöyle dedi:
- Sakın onun huzurunda gönlünüzü karıştırıp dağıtmayın! Hazreti Mevlânâ bütün gönüllerin sırlarını bilir.
Hızır
Hazreti Mevlânâ ilk zamanlarında vaaz ederlerdi. Bir kere vaaz ederken Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.) hikâyesini anlatıp yorumluyordu. Cemaatin içinde Molla Şemseddin adında bir mürid mescidin bir köşesinde oturuyordu. Onun gözüne bir ara bir köşedeki bir adam ilişti; devamlı başını sallıyor ve;
- Doğru söylüyorsun, güzel anlatıyorsun, sanki biz olmuşsun! diyordu.
Şemseddin onun Hızır (a.s.) olduğunu anladı, yardım istemek için eteğine sarıldı. Ama o eteğini çekip gözden kayboldu.
Cevher
Bir gün Hazreti Mevlânâ, Celaleddin Feridun’un bağına gitmişti. Orada kalabalık toplantı oldu, akşama kadar coşkun sema’lar yapıldı. Akşam herkes yorularak birer ağaç altına dinlenmeye çekildi. Herkes istirahat etsin diye Hazreti Mevlânâ bir süre murakabeye vardı.
Herkes uykuya dalınca kalkıp bağ içinde gezinmeye başladı. Orada bulunan müridlerden Bedreddin Tebrizî kimya ve simya ilimlerinde ileri bir kişiydi, o uyumamıştı. Bir ara içinden şöyle bir düşünce geçti: “Musa (a.s.) ve Cafer Sadık (r.a.) gibi peygamberler ve evliya, kimya ve simya bilirlerdi. Acaba Hazreti Pir de biliyor mu?” Birden Hazreti Mevlânâ baş ucuna geldi;
- Ne yapıyorsun? Ne düşünüyorsun? diye sordu. Bedreddin onu görünce hemen yerinden fırlayıp kalktı. Hazreti Pir dedi ki,
- Şu tuğla parçasını bana ver! Bedreddin onu verince, alıp cüppesinin içine soktu, öteki eliyle çıkarıp verdi.
- Al Bedreddin! Erler, taşı cevher yapabilir ama onların bundan daha önemli işleri vardır! buyurdu.
Ay aydınlığında o parça göz kamaştırıcı ve şeffaf bir yakut olmuştu. Bedreddin bunu görünce şevke gelip öyle bir nara etti ki, uyuyanların hepsi uyandılar, onun yanına gelip;
- Hazreti Pir Efendimiz sabahtan beri sema' etti. Gereksiz nara atıp onu uyandırdın, istirahatine mani oldun! diye azarladılar. Bedreddin;
- Siz ne diyorsunuz? Hazreti Pir Efendimiz hiç uyumadı ki. Bağın içinde gezinip dolaşıyor! dedi ve hadiseyi açıklayıp anlattı. Yakut parçasını görmek istediler, ama o yine tuğla olmuştu.
Bu gibi kerametler evliyadan çok görülmüştür. Hazreti Pir Efendimiz bir gazelinde şöyle buyurur:
Ey âşıkan ey âşıkan men hâk râ gevher kunem
Ey mıtrıban ey mıtrıban def-i şuma pür zer kunem..
“Ey aşıklar, ey aşıklar! ben toprağı cevher yaparım.
Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar! sizin tefinizi altınla doldururum.
Toprak elimde altın gümüş oluyorsa,
Altın paranın fitnesi benim yolumu kesebilir mi?”
Yine buyururlar:
“Kimyanın, bakırı altın etmesine şaşılır.
Fakat şu bakıra bak ki, her an kimya yapıyor.”
Yine buyururlar:
“İsa nühasın zer yapar altın ise gevher yapar
Gevher ise behter yapar hem artırır behterliği”
(İsa gibi olan mürşid, senin bakır gibi vücudunu altın yapar.
Eğer altın ise cevher yapar. Cevher ise daha güzel bir şey yapar.)
Kâmil, bakır gibi olan noksan bir vücudu; tam ayarda altın ve belki iksir yapınca, bakırı altın veya taşı cevahir yapabilmesine neden şaşıyorsun?
Meyhane
Bir gün sultan Rükneddin ve emir Pervane cuma günü vaaz etmelerini Hazreti Pir Efendimizden rica ettiler. Hazreti Mevlânâ kabul etti ama cuma günü derin bir istiğraka girdi, halkın başvurmalarından ve gürültüsünden kaçıp bir meyhane köşesine çekildi, kendinden geçmiş bir halde orada oturdu. Bir gazelde bunu şöyle anlatırlar:
Der hâne-i hummar u harâbat ki diydest
Mi’râc u tecelli yü makamat efendi”
(Efendi, mahmurluk ve harabat evinde mirac tecellisini ve kudsi makamları kim görmüştür?)
İstiğrak vaktinde meyhaneye gitmeleri halkın başına yığılması yüzünden vakitlerinden geri kalmamak içindi.
Nitekim buyururlar:
“Semt-i meyhanede kurdu bana aşk haymesini
Geldi o dilber-i ayyar bana verdi nasip”
Girdikleri her meyhaneyi emirler, müridler sonunda mescid yaparlardı. Bütün ileri gelenler cuma günü namazdan sonra vaazını dinlemek için camiye toplandılar ama orada Hazreti Pir’i göremediler. Hüsameddin Çelebi aramalarını emretti, herkes Hazreti Mevlânâ’yı aramak için bir tarafa gitti.
Arayanlardan birisi Hazreti Pir’i bir meyhanede buldu. Hemen gelip Çelebi’ye haber verdi. O da mecburen meyhane semtine gelip dedi ki:
- Gözlerimi yumuyorum, kendisine yaklaşınca söyleyin de gözlerimi onun mübarek yüzüne açayım!
Böylece Hazreti Mevlânâ’yı görünce dedi ki:
- Hudavendigârım, meyhaneye mi çadır kurdunuz?
- Hayır, asla, hâşâ Çelebi! buyurdu.
Çelebi o zaman vaaz için verdiği sözü hatırlatıp büyüklerin kendisini dinlemeye geldiklerini söyledi. Birlikte kalkıp camiye geldiler. Namazdan sonra Hazreti Mevlânâ kürsüye çıkıp şevk ile içten ahlar çekip şu iki beyti okudular:
“Ne hoş geceydi, yarin visaliyle zevklere daldığımız dün gece. Müşteri[52] talihimde, güneş kucağımdaydı.
Sevgili, muhabbet şarabından her kadehi sundukça; “kendini kaybetme!” diyordu.
Halbuki ey müslümanlar, insaf edin; söyleyin, öyle bir zamanda aklın yeri var mıdır, akıl başta kalır mı?”
Bu iki beyti okuyunca, Hazretin tavrının etkisinden ve nurlarının yansımasından bütün halk ağlaşmaya başladı, her taraftan feryat ve figanlar yükseldi. Uzun müddet öyle ağlaştılar.
“Eğer candan çıkarsa söz, gönülde yer tutar elbet”
Cemaat kendilerine gelince baktılar ki, Hazreti Mevlânâ kürsüden inip gitmiş.
Fetva
Hazreti Mevlânâ her zaman şöyle tembih ederlerdi:
- Ne halde olursam olayım, fetva sormaya geldiklerinde geri çevirmeyin; bana getirin ki, fetva vermek görevi bize helal olsun!
Müstağrak oldukları veya sema' ettikleri sırada dahi kağıt divit hazır tutarlar, eline verirlerdi. O da orda hemen cevabını yazardı. Bir gün tesadüfen, muhalif fırkalar arasında ihtilaflı bir meseleye dair cevap yazdı. Bu fetva rebab dinlemeye karşı çıkan, Hanefi mezhebinin büyük alimlerinden Şemseddin Mardinî’nin eline geçti. O da alıp âlimlerin başı olan kadı Sıraceddin Urmevî’ye götürdü, iptal edilmesini istedi.
O sırada Mevlânâ Hazretleri’nin yakınlarından Ihti- yareddin de oradaydı. Bu durumdan hoşnut olmadı, kalkıp Hazreti Mevlânâ’ya gelip hali anlattı. Hazreti Pir Efendimiz gülümseyerek şöyle buyurdu:
- Git o mollalara benden selam söyle; aslını bilmeden dervişlere sataşmak doru değildir. Molla Şemseddin Halep’teyken fetva şerhlerine dair iki ciltlik bir kitap almış ama okumamıştır. Kütüphanesinde onu arasın, filan kısmında, filan sayfanın, falanca satırında o fetvanın açıklaması vardır, okusunlar!
Şeyh Ihtiyareddin hemen gidip onlara vaziyeti haber verdi. Hepsi ayağa kalktılar. Şemseddin dedi ki:
- Halep’te kitap satın aldığım, uzun süreden beri okumadığım doğrudur, ama haberi araştırmak lazımdır.
Kadı Sıraceddin kitabın getirilmesini istedi. Şemseddin’ in oğlu gitti, kitabı getirdi. Hazreti Mevlânâ’nın dediği sayfa ve satırları saydılar, o meselenin orda yazılmış olduğunu gördüler.
Ordakilerin hepsi Hazreti Mevlânâ’nın velayet nurunun, mükâşefe kuvvetinin hayranı oldular.[53]
İnkâr
Molla Şemseddin anlatmıştır:
“Bir gece Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.s.) rüyamda gördüm, oturuyorlardı. Huzuruna gidip selam verdim, yüzünü başka tarafa çevirdi. Çevirdikleri yöne gittim. Yine başka tarafa çevirdi. Nihayet dedim ki:
- Ya Rasulallah, senelerce Cenab-ı Hakk’ın lütf u inayeti umuduyla çok zahmetler çektim. Şeriat hükümlerini ve hadis-i şerifleri araştırmak için pek çok çaba sarf ettim. Bütün müslümanların müşküllerini çözmeyi her işimden önde tuttum. Şimdi bu mahrumluğuma hiçbir sebep göremiyorum.
Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
- Evet bu söylediklerinin hepsi doğru, fakat bizim kardeşlerimize inkâr nazarıyla bakıyorsun! bu, bütün günahlardan daha ağırdır.
İşte o günden beri Hazreti Mevlânâ’ya sevgi bağlarımı kat kat artırıp eski halime tövbe etmekle meşgul oldum. Fakat “İşler vakitlere rehinlidir.” hükmünce o kerameti görünceye kadar müridi olmak şerefine ermemiştim.”
Secde Âyeti
Yine Molla Şemseddin Mardinî anlatmıştır:
“Bir gün Hazreti Mevlânâ’nın medresesinde şehrin bütün ileri gelenlerinin katıldığı büyük bir toplantı olmuştu. Coşkulu zikirler ve sema’lar yapıldı. Bizim medresemiz oraya yakın olduğundan cemaatin canlılığını ve coşkusunu görüyorduk. Bir ara kalktım, elbisemi değiştirdim, etrafımdaki kalabalığın arasından çıkıp bir köşeye çekildim. Secde suresini okumaya başladım. Secde ayetine geldiğimde Hazreti Mevlânâ secdeye vardı. Bu bir tesadüftür dedim. Başka bir sure okudum, secde ayetine gelince, Hazreti Pir Efendimiz yine secde etti. Kendi kendime bu da sema’ secdesi olsa gerek dedim. Başka bir sure okudum. Secde yerine gelince, bu defa da Hazreti Pir Efendimiz secdeye vardı.
Artık kesin olarak anladım ki, Hazreti Mevlânâ levh-i mahfuza nazar etmektedir. Kendi kendime dedim ki: “Ey gafil, bu kadar açık delilleri gördükten sonra hâlâ böyle bir güneşten ne kadar daha mahrum kalacaksın?” Sonra kalkıp eve gittim, oğullarımı, talebelerimi ve ev halkını yanıma alıp doğruca Hazreti Mevlânâ’nın evine gittik. Eve yaklaşınca, daha kapıya varmadan şeyh Mehmed Hâdim kapıyı açtı. Kendisine;
- Ne haber, kapıyı neden açtın? dedim. Dedi ki:
- Hazreti Pir, tanıdık bir kalabalık geliyor, kalk kapıyı aç diye emretti.
İçeri girdik, odasının kapısının önünde niyazda durarak, istiğfar çekerek bekledik. Lütfedip işaret buyurunca ileri varıp yüz binlerce niyazda bulunarak ayaklarını öptüm, yüzümü, gözümü sürdüm. Yakınlarımla birlikte kendilerine mürid olma şerefine erdim.”
Gömlek
Hazreti Mevlânâ’nın istiğrakı o kadar güçlü, hariçle alakası o kadar zayıftı ki, eğer pabuçları çamura batsa da sıkışsa, onları bırakıp yalın ayak yürür giderdi. Eğer bir fakir kendinden bir şey istese, üstündeki cüppesini, hattâ gömleğini çıkarır verirdi. Bu yüzden gömleğinin düğmelerini, çabuk çıksın diye, iliklemez, açık bırakırdı. Gömleğini kime verecek olsa, beyler ve zenginler birçok paralar vererek onu satın alırlar, bu uğur ve şerefle iki cihanda mutluluğa kavuşurlardı.
Çile
Hazreti Pir’in yakınlarından Mevlânâ Mecdeddin Atabey daima çileye girmek isterdi. Bir gün bu arzusunu Hazreti Mevlânâ’ya arz etti. Dileği kabul edildi, medresede bir arkadaşıyla yan yana hücrelerde çileye konuldu.
Birkaç gün sonra açlığa dayanamadı, takati tükendi. Yan hücredeki arkadaşıyla birlikte medreseden çıktı, bir ahbabının evine gitti. Aç olduklarını söyleyince ev sahibi onlara bir kaz dolması hazırlayıp ikram etti. Karınlarını doyurduktan sonra hücrelerine geri geldiler.
Sabah olunca Hazreti Mevlânâ her günkü gibi hücrelerin kapısına geldi, parmağını kapıya sürüp kokladı ve şöyle buyurdu:
- Bu hücreden riyazet kokusu değil, kaz ve pilav kokusu geliyor.
Mecdeddin ve arkadaşı ayaklarına kapanıp özürler dilediler ve dediler ki:
- Böyle bir rahmet denizi varken, insanın kendini halvet köşesinde hapsetmesi mutsuzluktur.
“Küfr oldu yüzün terk ile manalara dalmak
Ya bir varakı bağ-ı safaya satın almak”
Tevazu
Hazreti Mevlânâ bir gün mahalleden geçerken çocuklar gelip elini öptüler. Çocuğun biri oyun oynamakla meşguldü, dedi ki:
- Mevlânâ, biraz dur, oyunu bitireyim, ben de elini öpeyim!
Hazreti Pir Efendimiz çocuğun oyununu bitirmesini bekledi.
Hazreti Pir Efendimiz’in büyük küçük herkese karşı gösterdiği alçak gönüllülüğün derecesini bundan ölçmelidir.
Sarımsak
Hazreti Pir Efendimizin yakınlarından Mevlânâ Fahreddin Sivasî ateşli bir hastalığa tutulmuştu. Hekimlerin tedavisi fayda vermedi. Hazreti Mevlânâ geçmiş olsun demek için onun ziyaretine gitti. Durumunu görünce; soyulmuş sarımsak getirtti, dövdürüp kaşıkla yemesini söyledi.
Hekimler bunu işitince, hastanın iyileşmesinden ümit kestiler. Ama gece hasta terleyip iyileşmeye başladı. Hekimler bunu gördüklerinde dediler ki:
- Bu tıp değil, ilâhî bir hikmettir.
Evliya Gücü
Celaleddin Feridun, Hazreti Mevlânâ’ya çok uyumaktan şikayet etti. O da haşhaş tohumu yemesini tavsiye etti. Öyle yapınca bu sefer hiç uyuyamaz oldu. Bu defa uykusuzluktan çok rahatsız oldu, Hazreti Mevlânâ’ya bunun çaresi için başvurdu, mizacı düzeldi.
Ricalullahta o kadar kudret vardır ki, hastalık sebeplerini, şifa sebeplerine dönüştürebilirler, bunun tersine de güçleri yeter
İllet
Bir gün Hazreti Mevlânâ evinin damının üzerindeydi. Yakınları evin içinde maarif sohbeti yaparlarken içlerinden biri zevke ve şevke girerek derin ah!... çekti. Tanınmış bir bir kişi bu sırada yoldan geçiyordu bu “ah!...” sesini duyunca;
- İlletli olduğunuz belli oluyor! dedi. Bu sözünü işiten Hazreti Pir Efendimiz damdan ona doğru eğilerek;
- Bakalım illet kime gelir! buyurdular.
Cenabı Hakk’ın takdiriyle o adam bir illete yakalandı; hekimler çaresini bulamadılar, uzun süre iyileşemedi.
O nihayet Hazreti Mevlânâ’yı gücendirmiş olduğunu hatırlayıp, bu yüzden bu illete tutulduğunu düşündü. Kalkıp Hazreti Mevlânâ’nın huzuruna geldi, tövbe ve istiğfarlar etti. Tövbesi kabul edilince o hastalıktan kurtuldu.
Şehzade Keygatu
Emir Muhammed Sekürci anlatmıştır:
“Şehzade Keygatu, Hazreti Mevlânâ’nın vefatlarından sonra Aksaray’a gelmişti. Konya’nın ileri gelenlerini davet için oraya elçi gönderdi. Arnavutlardan bir grup eşkıya elçiyi katlettiler. Padişah bunun duyunca çok kızdı; Konya’ya asker gönderip kuşatılmasını, zabtedildiğinde ahalisinin tamamen katledilmesini, mallarının yağmalanmasını emretti. Emirler padişahın kızgınlığını gideremediler, işi tabii seyrine bıraktılar.
Halk bunu duyunca korkup, kargaşaya düştüler, Hazreti Mevlânâ’ya sığınmaktan başka bir yol bulamadılar, akın akın türbeye gittiler, yalvarıp ağlaşmaya başladılar.
Keygatu askeriyle Konya havalisine geldiğinde, gece rüyasında Hazreti Hudavendigârı gördü; türbesinden heybetle çıkıp şehrin kenarına geldi. Sarığını başından çıkardı, tülbendini çözüp şehrin etrafını çevirip düğümledi. Sonra Keygatu’nun yanına geldi, boğazını sıkarak;
- Ey Türk, bu düşünce ve hareketinden vazgeç! Yoksa canını kurtaramazsın! buyurdu. Keygatu uyandı, hemen bütün yakınlarını yanına çağırdı. O sırada ben de onun yanına gidenlerin içindeydim. Şehzade korkudan titriyor- du. Rüyasını anlatınca dedik ki:
- Biz de bunu düşünüyor, ama korkumuzdan söyle- yemiyorduk!
Askerin geri dönmesini emretti. Sabah olunca doğruca türbeye gitti, bir çok kurbanlar kestirdi, hesapsız sadakalar dağıttı.”
Tıraş
Hazreti Mevlânâ tıraş oldukları zaman yakınları da yanında bulunur, saç kıllarını aralarında bölüşürlerdi. Bir gün hamamda tıraş olurlarken[54] bir köşede ayağa kalkmaya mecali olmayan bir ihtiyar “bana da verseler keşke!” diye düşünüyordu.
Hazreti Hudavendigâr hemen saçından bir miktar alıp o adama gönderdiler. Adam Hazreti Mevlânâ’nın kerametine hayran olarak son derece sevinip teşekkürler etti. Hazret’in müridlerinden oldu.
Teccellilerin Ağırlığı
Hazreti Pir Efendimiz halkın başvurularından sıkıldıklarında hamama giderler, orada da başlarına yığıldıklarında hamamın mahzenine inerlerdi. Bir defasında üç gün üç gece devamlı hamam mahzeninde kalmışlardı. Üç günden sonra Hüsameddin Çelebi kendilerine yalvarıp yakararak dışarı çıkmaya razı etti. Kendilerini çok halsiz görünce Çelebi’nin gözlerinden yaşlar boşandı ve;
- Hudavendigârım, çok zayıflamışsınız, biz biçarelerin istifadesi için kendinize biraz baksanız ne olur?! dedi. Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurdular:
- Dağ o koca gövdesiyle bu tecelliye dayamadı[55]; bu zayıf vücut üç gün üç gece on yedi kere celal güneşinin ve cemal nurlarının tecellisine nasıl katlansın?
Rahip
Şeyh Salahaddin Zerkub Konevi Hazretleri’nin mürid- lerinden birisi anlatmıştır:
“Bir zamanlar ticaret için İstanbul’a gidecektim. Hazreti Hudavendigâr’ın elini öpmek için huzuruna gittim. Yalnız kaldığımız bir sırada şöyle buyurdu:
- İstanbul’a vardığında, yakınlarındaki filan köyün kuzeyindeki en büyük kiliseye git, etrafta kimse yokken içeri gir, baş rahibe selamımı söyle.
İstanbul’a vardığımda o köydeki kiliseyi buldum. Tenha bir vaktini gözleyip içeri girdim. Baş rahibe Hazreti Hudavendigârın selamını söyleyince hemen ayağa fırladı, secdeye kapanarak pek çok saygı ve bağlılık gösterdi. Ben bu hale şaştım, çünkü Hazreti Mevlânâ Efendimizin bu taraflara hiç gelmediğini biliyordum. Onun da bizim taraflara hiç gelmediği halinden anlaşılıyordu. Bu işte ne gibi bir keramet var acaba diye düşündüm.
Rahip bana çok iyi davrandı, beni alıp hücresine götürdü, odasının kapısını arkasından sıkıca sürgüledikten sonra çeşitli yiyecekler çıkarıp ikram etti. Onları yedikten sonra rahle üstünde bir mushaf gördüm. Rahip bana kendisinin de Müslüman olduğunu, burada Kur’an okuyup namaz kıldığını söyledi ve
- Benim burada itibarım çok yüksektir, bunu kimse bilmiyor. Sen de kimseye söylemeyeceğine yemin etmelisin! dedi.
Sırrını açmayacağıma ant verdim. Beraber namaz kıldık. İkindi vakti kapıyı benim üstümden kilitleyerek kiliseye gitti. Ben orada otururken sıkıldım. Etrafa göz gezdirirken asılı bir perde gördüm. Perdeyi açtığımda Hazreti Hudavendigârı gördüm. Bir köşede mübarek başını omzuna doğru biraz eğik vaziyette murakabede oturuyordu. Hayret ve dehşet içinde kaldım. Gözlerimi oğuşturdum, yine baktım, oradaydı. Kendimi tutamayıp bir nârâ attım, bayılmışım.
Kendime geldiğim zaman rahip gelmiş, ellerimi, ayaklarımı oğuyordu. Ayıldığımı görünce;
- Neden bağırdın? Beni burada rüsva edecektin. Bu kadar sene evliyaya hizmet ettin, daha dayanıklı ve güçlü olman gerekirdi. Hazreti Pir zaman zaman bu makama gelir, kendileriyle görüşürüm. Bu kılıktan çıkmak için kaç kere izin istedim, müsaade etmediler, bu şekilde devam etmemi emrettiler, dedi.
Ertesi günü bana para ve tavsiye mektubu verdi. Oradan ayrılıp tekfurun sarayına gittim. Nöbetçiler beni tekfurun huzuruna çıkardılar. Bana başrahibi nerden tanıdığımı sordu. Ben de tanışıklığımız eskidir dedim. Bana özel yer ayırdılar, her ihtiyacımı karşıladılar. Tüccarlardaki alacaklarımı tahsil edip getirdiler. İstanbul’dan ayrılırken bana kılavuz verdiler, saygı göstererek yolcu ettiler.”
Altın
Bir gün Hazreti Hudavendigâr geziniyorlardı. Celaled- din Feridun yakınlarından bir grupla bir çardak altında Sultan Veled Hazretleri’nin huzurunda oturmuş, Hazreti Mevlânâ’ya bakıyorlardı. Yabancı bir beyin dileği yerine geldiği için adağı olan bir kese altını getirip Hazreti Mevlânâ’ya sunduğunu, kabul etmesini dilediğini gördüler. Bey ne kadar ısrar ettiyse de Hazreti Mevlânâ ilgilenmedi. Bunun üzerine o bey, bir kese altını eteğine[56] döküp gitti.
Emir oradan gidince Hazreti Mevlânâ eteğindekileri yere dökerek bırakıp yürüyüverdi.
Çardak altındaki müridler gidip altınları topladılar, kendi masraflarına harcadılar.
Sarhoş
Bir gün Hazreti Mevlânâ Efendimiz büyük bir coşkunlukla sema’ ediyorlardı. Bu sırada sarhoşun biri meydana çıkıp lâubâli hareketlerle sema’ yapmaya girişti ama devamlı olarak Hazreti Mevlânâ’ya çarpıyor, hallerini bozuyordu. Müridlerden birkaçı dayanamayıp sarhoşu oradan uzaklaştırmaya çalıştılar. Adam direnince zorlayıp incittiler. Bunun üzerine Hazreti Mevlânâ onları azarladı ve şöyle buyurdu:
- Şarabı o içti, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!
Bu hal Hazreti Pir’in huyunun yumuşaklığına bir örnektir.
Hamamda
Bir gün Hazreti Mevlânâ hamama gitmişti. Halvet yerine girip oradan uzun müddet çıkmadı. Celaleddin Feridun çıkması çok gecikince merak edip ne olduğunu anlamak için halvetin kapısına geldi. İçeri bakınca dehşet içinde kaldı. Çünkü Hazreti Mevlânâ’nın vücudu halvet odasını tamamen kaplamıştı. Celaleddin Feridun gördüğü manzaradan titremeye başladı ve kendini kaybedip bayıldı.
Dünya Ehli
Celaleddin Feridun’un tüccar tanıdıklarından bir grup kendisine her gördükçe sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onun yokluk yolundaki aşk ve ihlâsını gördükçe onlarda da bu yola girmek arzusu uyandı. Celaleddin Feridun’a dediler ki:
- Biz dünya isteğinden ve mal çokluğundan bıktık, dünya hırsı ve tamahından soğuduk, vazgeçtik. Hazreti Hudavendigâr’a mürid olmak istiyoruz. Bize aracı olmanı rica ederiz.
Ne yapmaları gerektiği hususunda Hazreti Mevlânâ’nın talimatlarını almak için mallarının birer listesini hazırlayıp verdiler. Celaleddin Feridun bunu uygun bulmamakla beraber durumu Hazreti Hudavendigâra arz etti.
Hazreti Hudavendigâr bundan hoşlanmadığını belirten bir tavırla kalkıp ibriği eline aldı, abdesthaneye gitti. Uzun süre kaldı, çıkmadı.
Cevap bekleyen tüccarların sabrı tükenince Hazretin yakınlarından Molla Sıraceddin’e başvurup beklediklerini kendisine haber vermesini istediler. Sıraceddin abdestha- neye varınca Hazreti Mevlânâ’nın bir köşede durduğunu gördü. Tüccarların kendisini beklediklerini söyleyince Hazreti Hudavendigâr şöyle buyurdu:
- Sıraceddin, biz neredeyiz, dünya nerede? Buranın kokusu dünyanın ve dünya ehlinin kokusundan bana daha iyi geliyor. Onlara de ki, eğer Hak yoluna iradenizle girecekseniz, malınızı kendi elinizle sarf edin.
VEFATLARI
Rabbi Teâlâ’nın hikmeti; varlık, birbirine zıt dört unsurdan yaratılmıştır; ateş, hava, su ve toprak. Bu dört unsur tabii özellikleri gereğince, kendi asıllarına yönelik olduğundan birbirleriyle çekişme halindedirler. Bazen su galip gelir; ateşin ışığını söndürür, bazan ateşin harareti, nemin kabını yakar. Bazan hava, toprak terkibini parçalar, bazen toprağın kuruluğu bütün terkipleri bozar. Velakin kudsi ruhun feyzi olan ruh, latifliği ve itidali dolayısıyla bunların hepsini dengede tutar.
Fakat o da ulvi âlemden bu süflî haneye inerek eşsiz ve benzersiz Yaratıcı’dan, beden bağlılığı yüzünden ayrı kaldığı için daima asıl âlemine dönmek arzusundadır. Bu vücuda Hak iradesi ulaştığında eğer olgunlaşıp saadet sahiplerinden olup kutsal kemâlât kazandıysa “irciî ilâ rabbik”[57] çağrısını işitir. Hemen bu alçak yerden göklerin kubbesine uçarak “Muktedir Hükümdar katında..”[58] Arş kandillerinde yerleşir. Eğer şekavet ehli ise, hayatında tabiatın kölesi ve şehvet esiri olarak ayağını şeriat caddesinden dışarı attıysa; dünya heveslerini ahirete, şeytan hoşnutluğunu Hak rızasına tercih ettiyse, ecel eriştiği gün; Arş cennetlerine uçmak isterse de tabiat arızalarının ziftine bulandığından, kesif cisme alışık olduğundan asıl âlemine yükselemez, onu berzahta bağlı tutarlar.
Akıl sahipleri bilirler ki, insan kendini, vesveselerden ve nefsani endişelerden kurtaramaz. Beşeri kuvvetler tabii ömrün dışına çıkamaz. Eğer bu vücutla dünyada daim kalmak mümkün olsaydı, en dengeli mizaca sahip olan Kâinatın Efendisi (s.a.s.) uzun ömürle herkesin en seçkini olması gerekirdi, kendisi de Cenabı Hak’tan daima ebedi yaşamayı isterlerdi. Lakin marifet nuru ve peygamberlik ilmi ile kesin olarak biliyordu ki, bu vücutla Cenabı Hakk’ın likası[59] mümkün olmaz. Bu kesif beden latifin latifini müşahede etmeye elverişli değildir. Bu beden elbisesi fayda ve zararın ortaya çıkması, hayır ve şerrin seçilmesi için giyilmiş, bu fani âlem beka âleminin tarlası olmuştur. Bu yüzden “Dünya ahiretin ekinliğidir”[60] buyurulmuştur.
Dünya tarlasına cahillik gecesinde her ne ekmişsen, ahiret gününün sabahında o fidanın meyvesini görürsün. Hazreti Pir Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Dıraht u berk ber âyed zi hâk u iyn gûyed
Ki hâce her çi bekâri tura heman rûyed”
(Fidanlar, yapraklar, bütün nebatlar topraktan biterken derler ki: Efendi, ne ekersen senin için o çıkar.)
Sonsuz devlet ve saadet kimi kendine çekerse, o, ahireti düşünür ve o yolculuğun azığını hazırlamaktan, iyilikler biriktirmekten geri kalmaz. Bu geçici vücut evinden çıktığında, fani dünyadan bâki âleme göçer. Kendi istediği gibi hazırlanmış bir menzil ve “süslü tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar” [61]) ayeti gereğince düzenlenmiş bir makam görür.
Allah korusun, eğer bu geçici evin sevinçlerine aldanmış, hayvanlar gibi dünya otlağında şaşkınca onun hevesi için uğraşmışsa, yarın arasat arsasında cehennemin odunu olup sonsuza dek ayağı bağlı “yazıklar olsun bana!” diye feryad eder. İşte bu yüzden peygamberler ve veliler, bu altınla süslü çardağa ve renkli perdelerine iltifat etmemişler, onun şehvet tozunun ayıbını muamele eteklerine bulaştırmamışlardır. Cenabı Hak’tan ancak yokluk ve ebedi yurt yolculuğunu istemişler, insanları da buna özendirmeye çalışmışlardır.
Nitekim Hazreti Pir Efendimiz ölüm sırlarını açıklarken hoş deliller ve renkli misallerle onun acılığını bütün aşıklara tatlı göstermiş ve ölüm korkusundan güven vermiştir.
“Ey bu dar kafesten uçan, sen yol gereçlerini göğün üstüne yücelttin; bundan sonra taze bir dirilik gör.
Bu başıboş yaşamak nereye kadar? Ölüm hayattır, hayat ölümdür. Kâfir bunun tersine inanır.
Eğer beden evini, O kırarsa sakın inleme. Kesin olarak bil ki, zindandasın sen!”
Diğer bir gazelinde de şu mealde buyurmuştur.
“Ey benim canım, toprak perdenin içinde gizli bir zevk ve mutluluk vardır.
Gayb perdesi ardında yüzlerce Kenanlı Yusuf gizlidir.”
Diğer bir gazelde de şöyle buyurur:
“Hak Teâlâ’dan şeker gibi “Gel!” hitabı gelince nasıl olur da can oraya uçmaz.”
Diğer bir gazelde de şöyle buyurdu:
“Sen Zülfikar gibisin, vücudun tahtadan yapılmış bir kındır.
O kının kırılmasından gönlün niçin kırılır?”
Başka bir gazelde şöyle buyurur:
“Bu câmımı ger kırsa ben gam yemem ondan hiç
Koynunda o sâkinin bir başka kadeh vardır”
(Eğer bu kadehim kırılırsa üzülmem, zira bu sâkinin koltuğu altında başka bir kadeh vardır.)
Başka bir gazelde de şöyle buyurur:
“Kendime hasmım, bizi katleyleyendir dostumuz
Gark-ı deryayız bizi emvac-ı derya öldürür”
(Kendimizin düşmanıyız; bizi dostumuz öldürüyor. Denize düşmüşüz; bizi dalga öldürüyor.)
Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:
“Gerçeklerden haberdar olarak ölen aşıklar, sevgilinin huzurunda ağızları tatlanarak, ölürler, şeker gibi erirler.
Elest gününde âb-ı hayat içenler, elbette bir başka tarzda ölürler. Onlar letafette melekleri de geçmişlerdir, artık insanlar gibi ölmek uzaktır onlardan.
Sevgide derlenip toplananlar, şu insan kalabalığı gibi ölmezler. Sen sanır mısın ki, aslanlar da köpekler gibi kapı dışında can verir?
Aşıklar yolculukta öldüler mi can padişahı karşılar onları. Aşıklar can gözünü açarlar, başkalarıysa kör ve sağır ölürler.
Hepsi de o ay yüzlünün ayağı ucunda ölürler de güneş gibi doğup parlarlar. Birbirlerinin canı kesilen aşıklar, birbirlerinin aşkıyla ölürler.
Hepsi, de tek bir inciye benzer. Onlar ana baba kucağında ölmezler.
Aşıklar gök yüzüne uçarlar, münkirlerse cehennemin dibinde can verirler.geceleri korkudan uyumayanlar, korkusuz tehilikesiz ölürler.
Fakat burada ota tapanlar, öküz kesilirler, eşekçesine ölürler.
Bu gün o bakışı arıyanlarsa o bakışa karşı neşeli bir halde gülerek can bağışlarlar.
Padişah onları lütuf kucağına alır. Öyle hor ve önemsiz bir halde ölmez onlar.
Bunu da hani ölürlerse diye söyledim, yoksa ölüm onlardan uzaktır.”
Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:
“Ölen kimselerin düşmanları sevinir.
Ben öldüğümde ise düşmanlarım kör olur, vesselam.”
Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:
"Selâ çağrısı gelince, biz kapıdan oynayarak gireriz.”
Hazreti Pir Efendimiz’in ölüm hakkında söyledikleri bu gibi sözlere hayret ediyorum. Ondan evvel kimse böyle söylemediği gibi ondan sonra da böyle sözler söyleyen gelmez.
Hazreti Pir Efendimizin ruhu “Herşey aslına geri döner” hadisi gereğince kuds âlemine uçmaya yakın olunca, Konya şehrinde kırk kadar deprem oldu. Halk bundan ötürü perişan olup Hazreti Pir Efendimiz’in huzuruna geldiler. Bu musibetin sebebini sorup bu belanın kalkması için dua istediler.
Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurdu:
- Gönlünüzü dağıtmayın, yer acıkmıştır; yağlı bir lokma istiyor, yakında muradına erecek, o zaman bu musibet üzerinizden kalkar!
Bu sıralarda şu mealde bir gazel buyurdular:
“Bu kadar sevgiyle, bu kadar merhametle yine de kızgınsın, fakat ben gönül vermedeyim sana.
Bütün can sırçalarını, “beni göremesin”[62] sözüyle kırıp geçirmedesin. Dünya yurdu deprem içinde, çünkü evden eşya taşıyorsun.
Yüzbinlerce hasta, senin yüzünden ağlayıp inlemede. Sen de bilirsin ki, sensiz yaşayamaz onlar.
Dünya gece gibi, sense bir güneşsin. Halk tamamiyle suretten ibaret, sense cansın.
Kazanca, gama, emellere düşmüşler, candan gafletteler amma yine de can yerinden oynadı mı feryada koyulurlar.
Güneş tutuldu mu; ne geçim kalır, ne neşe.. Sağken, varken kimse onu hatıra getirmez. Fakat bir gizlendi mi, evyahlar olsun neler olur neler!
Ey meclisin neşesi, parlaklığı, ey pazarın canı, hayatı, ey evin de tatlılığı, dükkanın da! Sus, çünkü söz, muallakta duran manalar denizine bir perdedir.”
O birkaç gün içinde Hazreti Hudavendigâr efendimiz kırmızı bir ferace giyerek şu mealde bir gazel söylediler:
“Rov ser binih be bâlin tenha mera reha kun
Terk-i men-i harâb-ı şeb-gerd-i mübtela kun...”
“Git yastığa başın koy, yalnız bırak beni sen
Ben mestî hal sihrinde terk-i ibtila et
Biz mevc-i aşkız ey yâr, şebden nehara tenha
İster gelip kerem kıl, ister gidip cefa et
Sultan-ı hub-rûyan mecbur değil vefaya
Ey zerd-i rûy-i âşık, sen sabredip vefa et
Mevtin sivası derttir, yoktur o derde derman
İmdi ne söyleyem ben, o derde sen deva et
Dün gece kûy-ı aşkta, bir pîr-i hâbda gördüm
Başıyla remzeder ki nezdimde ahz-ı ca et
Ger varsa yolda ejder aşk oldu zümrüd-âsâ
O zümrüdün şuaından def’i ejdeha et
El verdi bîhûdum ben, ger sen hüner-fezasın
Bahseyle Bu Alîden tezkîr-i Bu Alâ et”
(Yürü başını yastığa koy, yat. Bırak beni, vazgeç şu geceleri sabahlara kadar dolaşıp duran yanmış yakılmış mübtelâdan.
Biz geceleri sabahlara kadar yalnız başına sevda dalgalarıyla inler dururuz. Buna alışığız; sen istersen gel, istersen yalnız bırak ayrılığınla cefa et!
Güzeller padişahı sözünde durmak gibi bir şarta bağlı değildir. Ey yüzü sararmış aşık, sen sabrederek sözünde dur!
Göğsümde senden dolayı bir dert var ki, onun ölümden başka devası yoktur; ben sana nasıl derdime deva ol diyeyim?
Dün gece aşk köyünde bir ihtiyar gördüm; başıyla, ‘bizim tarafa gel!’ diye işaret ediyordu.
Eğer yolda bir ejderha varsa zümrüt gibi bir de aşk vardır. İşte o aşk zümrüdünün parlaklığıyla ejderhayı kov![63]
Yeter ben kendimde değilim, eğer sen hüner sahibiysen Ebu Ali Sina’nın tarihini anlat, Eb’ul Ala Maarri’nin tenbihinden bahset.)
Bu halden sonra sağlıklarında biraz kırgınlık oldu.
Bütün ileri gelenler sabah akşam geçmiş olsun ziyareti için huzuruna geliyorlardı. Dönemin Calinus’u[64] sayılan en hünerli hekimi Ekmeleddin ve Gazanferî, tedavi için uğraşıyorlardı. Bunların ikisi de Hazreti Mevlânâ’nın nabzını tutarlar, sonra gidip tıp kitaplarını incelerler, hastalığına teşhis koymağa çalışırlardı. Sonra yine nabzını muayene ederler, bu defa başka bir hastalık bulurlardı.
Birkaç gün böyle oldu, nihayet hastalığını teşhisten âciz kaldılar ve kendi halini bildirmesini rica ettiler. Ama Hazreti Mevlânâ cevap vermedi, o zaman anladılar ki, iş başka türlüdür, Hazreti Pir Efendimiz öbür âleme gitmek istemektedir. Bunun üzerine kendilerini tutamadılar, hasret gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı.
Nihayet 672 Hicri senenin cemaziyelâhir ayının 5. pazar günü, kış mevsiminin başlarında güneş batarken, o maarif güneşi kudsî âlemin batısına gurup etti.[65]
Halkın her kesiminden, zengin fakir, tanıdık tanımadık, hıristiyan, mü’min herkesten bir feryat koptu. Elbisler yırtıldı, başlara toprak saçıldı, ağlama ve inlemelerden kapılar, pencereler titredi, kanlı göz yaşları seller gibi aktı. Nerde gönlü yanık bir aşık varsa, acı ve göz yaşları içinde şu mealde beyitler okurdu:
“Gurub etti zemine mihr-i eflâk
Nasıl ki saçmayam ben başıma hâk
Baharın kekliği uçtu çimenden
Sehab-âsâ niçün yaş dökmeyem ben
Yazık söndü çerağ-ı âlem-efruz
Niçün şeb olmasın şimdi bana rûz”
(O göklerin güneşi toprak örtüsünde gizlendi, ben nasıl başıma toprak dökmeyeyim?
O hakikat baharının kekliği fena çimeninden uçtu; ben nasıl bulutlar gibi göz yaşlarıyla coşup, ağlayıp inlemelerle bağrışmayayım.
O âlemi aydınlatan parlak hidayet meş’alesi söndü; nasıl olur da böyle bir günde benim gündüzüm gece olmaz?)
O gece Hazreti Pir Efendimiz’in techizi ve kefenlenmesi işleri hazırlandı. Ertesi gün sabahleyin mübarek na’şlarını kaldırdılar. Aşıklar, bağrı yanıklar saf saf, bölük bölük ağlayış ve inleyişlerle cenazenin önünden arkasından yürüdüler. Konya’nın ileri gelenleri ve bütün ahalisi toplanıp bu üzüntüye katıldılar, sırayla her mahalleye, her pazara götürüyorlar, saray görevlileri kılıç ve sopalarla halkın hücumunu savmaya çalışıyorlardı.
Büyük bir kalabalıkla ancak akşam namazına yakın musallaya ulaşabildiler. Âdet üzere muarrif yani tarif edici kişi, öne çıktı ve Şeyh Sadreddin Konevi Hazretlerine;
- Melik’ül meşayih, buyurun! dedi.
Hekim Ekmeleddin bunun üzerine seslendi;
- Muarrif, edebe riayet et! Hakiki melik’ül meşayih[66] Hazreti Mevlânâ idi, ahirete göçetti! dedi.
Şeyh Sadreddin namazı kıldırmak için öne gelince, bir na’ra atıp kendinden geçti. Kadı Sıraceddin öne gelip namazı kıldırdı.
Şeyh Sadreddin Hazretlerinden niçin na’ra attığını sorduklarında şöyle cevap verdi:
- Namaz kıldırmak için ilerlediğimde kalabalık bir melek topluluğu gördüm; saf bağlayıp namaz ve ziyaretle meşgul oluyorlardı. Onların heybetinden kendimi kaybettim.
Kırk gün kadar büyük küçük bütün halk türbeyi ziyarete geldiler. Sultan Veled Hazretleri kendi nâmesinin başında[67] manzum olarak mealen bunu şöyle anlatır:
“Hicretin 672. senesi cemâdil âhirinin 5. günü o yüce padişah göç etti. O zaman sonbahar öyle yaralayıcı oldu ki, gökler yas tutup ağlayıp inledi.
Şehirde ne kadar halk varsa küçük büyük hepsi ah edip ağlaştılar.
Rumlardan, Türklerden bütün köylüler onun üzüntüsüyle yakalarını yırttılar.
Hepsi cenazesinde bulundu. Bunlar bir menfaat için değil, ona duydukları aşk ve muhabbet için gelmişlerdi.
Ne kadar nurlu, temiz ve sadakatli idi. Her topluluk, her millet ona aşıktır.
Hıristiyanlar onu mâbud yaparlardı, Yahudi’ler onu Hûd peygamber gibi temiz ve güzel görürlerdi.
Hıristiyanlar; bizim İsa’mız odur, Yahudiler; bizim Musa’mız odur, derlerdi. Müslümanlar ona Resulullah’ın nuru ve sırrı derlerdi.
O hakikatlerin büyük deniziydi. Ondan ayrılmanın üzüntüsüyle bunların hepsi yakalarını yırttı, yüreklerinin yangınıyla başlarına toprak koydular.
Bu hüzün kırk gün sürdü. Bu süre içinde bu ayrılık elemi hiç dinmedi.
O yas tutanlar kırk gün sonra evlerine döndüler, fakat hep bunu konuşurlar, gece gündüz derlerdi ki; ah o ilâhî hazine toprağın altına gizlendi.”
Büyük edebiyatçı Bedreddin Yahya bu sırada şu iki beyiti söylemiştir:
“Hangi göz ki gamı hicrin ile nemnâk değil
Hangi bir cîb ki matemle acep çâk değil
Vechine and içerim ki bu zemin üstünden
Senden âlâsı defîn-i şikem-i hâk değil”
(Ey bizim canımız, sultanımız, senin gamınla ağlamayan bir göz, senin mateminle yırtılmayan bir yaka, bir sine kalmamıştır.
Hakikat didarının aynası olan cemaline yemin ederim ki, toprağın içine senden daha iyi birisi girmemiştir.)
Aşıklardan biri o günlerde dert içinde hep şu iki beyti okuyordu;
“Ecel dikeni senin mübarek ayağına battığı gün ne olurdu feleğin eli benim başıma helâk kılıcı vursaydı da böyle bir günde gözüm cihanı sensiz görmeseydi..
Ah mukaddes toprağının başı ucunda duran şimdi bu benim öyle mi? Yazık yazık, toprak başıma olsun benim!”
“Ey toprak, gönlümün derdinden söylemiyorum; bu gün ecel sana bir inci verdi, ne çeşit bir inciyi gizlemedesin?
Âlemin tuzak kurup gönlünü avlayan dilber, tuzağa düşmüş. Bütün halkın gönlünü alan, şimdi senin kucağında uyumakta.”
DOSTLARI VE HALİFELERİ
SEYYİD BURHANEDDİN TİRMİZİ HAZRETLERİ
Meczupların övüncü, ârif, kâmil, seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri büyük velilerden, keşf ve sır sahiplerinden olup devamlı tevekkül ve tecerrüdde idi. Marifette büyük deniz gibiydi. Bütün ömrü mücahede ve müşahede içinde geçmişti. Daima tevhide dair konuşur, uzleti, yalnız kalmayı sever, dünya ve halktan yüz çevirirdi. Dönemin ebdal ve evtadlarındandı. Sultan-ül ulema Bahaeddin Veled Hazretlerine bağlı olup Hazreti Hudavendigâra lalalık ederdi. Resmi ilimleri tahsil ettikten sonra bir gün Hazreti Mevlânâ’ya dedi ki:
- Gözümün nuru, gerçi ilim tahsilinde zahmetler çektin, parmakla gösterilen bir alim oldun. Ama bu ilimlerin ötesinde bir ilim vardır ki, bu ilimler onun kabuğudur. O ilmin anahtarını pederin bana lütfedip verdi, onu öğrenmen lazım!
Ondan sonra kendisine sülûk tarikatını ve meşayih edeplerini telkin etti. Sohbet tam dokuz yıl devam etti. Bu müddet içinde Sultan’ül Ulema Hazretleri’nin maarifini Hazreti Mevlânâ’ya belki bin defa tekrarlayarak tevhid ve maarif sırlarını gereğince öğretip yetiştirdi, onu kat kat fazlasıyla görülmedik makamlara eriştirdi.
Sultan’ül Ülema Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da ahirete göçettikleri vakit Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri orada değildi. Şeyhinin vefat haberini alınca çok üzüldü, derin bir yasa girdi, tam bir sene onun ayrılığı ile mum gibi eridi. Bir gece rüyasında şeyhini, Bahaeddin Veled Hazretlerini gördü; kendisine hiddetle şöyle diyordu:
- Burhaneddin, benim Muhammedim’i nasıl bırakırsın, onu korumakta kusur edersin?
Bunun üzerine Konya’ya geldi, Hazreti Mevlânâ’ya ulaştı.
Elbise Yıkamaya mı Geldik?
Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin müridlerinden olan, Anadolu’nun yüksek şahsiyetlerinden ve vezirlerinden Sahip Isfahanî bir gün Seyyid Burhaneddin Hazretlerine hizmet etmek için elbisesini yıkatmak istedi, ama şeyh müsaade etmedi ve dedi ki:
- Yine kirlenirse ne yapalım?
Sahip ısfahanî de şöyle cevap verdi:
- Yine yıkarlar!
- Yine kirlenirse?
- Yine yıkarlar!
Bu şekilde birkaç defa tekrar edince şeyhin canı sıkıldı, şöyle buyurdu:
- Boş konuşuyorsun, biz bu âleme elbise yıkamak için mi geldik? Seyyid Hazretleri bu şekilde yaşadıkları halde yanına gelenler mis gibi güzel bir koku duyarlardı.
Hal Dili
Tirmiz’in şeyhülislamı Şeyh Şehabeddin Ömer Suhre- verdi Bağdat’tan Anadolu’ya gelmişti, Seyyid Burhaneddin Hazretlerini ziyaret etmek istedi. Bunun için Sahip Isfahanî’ye başvurdu. O da Şeyh Hazretlerine;
- Efendim, büyük şeyhlerden biri gelmiş, zatıâlinizin huzuruna gelmek istiyor! diye haber verdi.
Seyyid Hazretleri izin verdi, Şeyh Şehabeddin yanına geldiğinde Seyyid Hazretleri toprak üzerinde oturuyordu. Birbiriyle konuşmaksızın, hal diliyle, vasıtasız olarak sırlar alıp verdiler. Şeyh Şehabeddin bundan çok duygulandı, bir süre sonra ağlayarak dışarı çıktı.
Bazıları ona niçin konuşmadıklarını sordular. Şeyh dedi ki:
- Aramızda çok konuşmalar oldu, çok müşküller çözüldü.
- Seyyid Burhaneddin Hazretlerini nasıl buldunuz? diye sordular. Şöyle cevap verdi:
- Yüzü gizli bir hakikat ve maarif deryasıdır!
Övme
Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri bir gün söz söylüyordu[68]. Birisi bu sırada kendisine dedi ki:
- Senin medhini filan kişiden duymuştum!
Seyyid Hazretleri dedi ki:
- O adam kimmiş bakayım, beni tanımış da medhet- meğe kalkmış? Eğer beni sözlerimle tanımışsa kesinlikle tanımamıştır; zira sözler, harf, ses ve ağızdır ki bunlar kalmaz. Fiillerimden tanımışsa yine öyledir. Eğer benim zatımı tanımışsa suret zata uymaz ki medhetsin!
Söz
Tirmiz şeyhülislamının şöyle dediği anlatılır:
- Seyyid Burhaneddin Hazretleri, şeyhlerin maarif kitaplarını okuduğu için bu mevzuda güzel söz söyler.
Birisi;
- Sen de o kitapları okuyorsun, peki sen neden öyle sözler söylemiyorsun? diye sordu.
- O nefsiyle devamlı mücahede yapıyor ve hakikatle amel ediyor!
O adam bu sefer şöyle dedi:
- O halde neden oraya başvurup, o kapıyı çalmıyorsun?
İki Aslan
Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın kemale erişip “Allah’ın evliyasına korku ve hüzün yoktur”[69] mealindeki ayetle belirtilen zümreye girdiğini, insanları hidayete yetiştirdiğini gördüğünde Kayseri’ye göçetmek için kendisinden izin istedi. Ancak Hazreti Pir gitmesine rıza göstermediler. Sonra birkaç defa daha müsaade isteyip izin alamayınca, ata atlayıp izinsiz yola çıktı. Fakat yolda hayvan kayıp ayağını incitti, geri dönmek zorunda kaldı. Hazreti Mevlânâ’nın huzuruna çıkıp;
- Gözümün nuru, niçin gitmeme izin vermezsin? dedi. Hazreti Mevlânâ da;
- Ya niçin bizden uzaklaşmak istersiniz?
- Elhamdülillah senin işin tamam oldu, insanlar senden faydalanıyor, feyz alıyorlar. Benim acele etmem, buraya bir aslanın gelmekte oluşundandır. O bir aslan, ben de bir aslanım, iki aslan bir yerde geçinemez!
Bunun üzerine Hazreti Mevlânâ müsaade etti, Seyyid Burhaneddin Hazretleri de Kayseri’ye gitti.
Bundan kısa bir süre sonra Şemseddin Tebrizî Hazretleri Konya’ya geldi.
Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri’nin menkıbeleri pek çoktur, bu kadarla iktifa edildi. Allah başarı verici ve yol göstericidir.
ŞEMSEDDİN TEBRİZİ HAZRETLERİ
Ariflerin kutbu, muvahhidlerin övüncü, peygamberlerin varisi Şemseddin Tebrizî Hazretleri kâmil, mükemmel, hal ve söz sahibi, kudsi haremin örtülülerinden, Hak dostlarından öyle bir padişahtır ki, hakikatlerde ve maarifte muhakkikler ona başvururlar, o da keşf ve visal yolunu gösterirdi. Tekellüm ve tekarrübte[70] Musa (a.s.), uzlet ve tecerrüdde[71] İsa (a.s.)meşrebindeydi. Hazreti Mevlânâ zamanına kadar hiç kimse onun halini bilmemişti, şimdiye kadar da hiç kimse onun sırlarının hakikatine vakıf olmamıştır. Kerametlerini daima gizler, tanınmaktan kaçınırdı. Tüccar kıyafetinde dolaşır, ticaret yapardı. Gittiği yerlerde hanlarda kalır, odasının kapısını sıkıca kapatırdı. Odasında hasırdan başka hiçbir eşya bulundurmazdı. Evi Tebriz’deydi. Hazreti Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri onun müridiydi.
Tirit
Anlatılır ki:
Şemseddin Tebrizî Hazretleri bir ara Şam’da oturmuştu. Haftada bir gün odasından çıkar, bir kellecinin dükkânına gidip iki pul vererek yağsız kelle suyu isterdi. Onu içip bir hafta boyunca o gıda ile iktifa ederdi. Bir sene bu şekilde yaşadı. Kelleci onun riyazet için, nefsine eziyet vermek amcıyla böyle davrandığını anladı, bir gün güzel bir tirit hazırlayıp önüne koydu. Şems Hazretleri halinin anlaşıldığını farkedip, el yıkama bahanesiyle yemeğe dokunmadan dışarı çıktı ve gitti, şehri terketti.
Beyden Evliya
Şöyle anlatılmıştır:
Bir gün yolda atları ve himetkârlarıyla giden bir beyle karşılaştı. Bakışları karşılaşınca, bey atını durdurup uzun süre öylece bekledi, sonra ağlayarak yoluna devam etti. Şems Hazretleri’nin bunun üzerine şöyle dediği duyuldu: “Kullarına nimetleriyle azap eden Hak Teâlâ’y’ı tenzih ederim”[72]
Bu sözünün sebebini sordular şöyle açıkladı:
- Bu bey gizli evliyadandır, bu kılıkla halktan örtülü kalıyor. Beni görünce;
- “Bu kılıkla tarikat gereklerini yapmakta zorlanıyorum” dedi ve fakir kıyafetinde kulluk etmek için dua etmemi istedi. Ben de buna ettim ama kabul edilmedi ve denildi ki:
- “Onun, velayet nurunu beylik vazifesiyle birlikte sürdürmesi lazımdır!” Bunu görünce ağlayarak gitti. Sultan Veled Hazretleri yazmış olduğu kendi Mesnevi’sinde[73] Şems Hazretleri’nin menkıbelerinden şöyle bahsetmiştir:
“Hak aşıklarının üç mertebesi vardır. Hallac-ı Mansur aşıklık makamının ilk mertebesindeydi. Bu mertebelerin ortası büyük, sonuncusu ise en büyüktür. Bu üç mertebenin halleri ve sözleri âlemde ortaya çıktı. Ma’şukların da üç mertebesi vardır ama gizli kalmıştır. Kâmil olan ve vuslata eren aşıklar, ilk derecedeki ma’şukların adını duyarlar ve yüzlerini görmek dilerler. Orta derecedeki ma’şukların adlarına ve izlerine kimse erişememiştir. Son mertebedeki maşuklardan ise kimse bir şey işitmemiştir. Şemseddin Tebrizî Hazretleri en son mertebedeki ma’şukların padişahı idi. Bu yüzden Hazreti Mevlânâ şöyle buyurmuştu:
“Tuyur ud duha lâ testatı’ şuâahu
Fekeyfe tuyur ul leyli tetmau en tera”
(Kuşluk vaktinin kuşları o güneşin ışığına dayanamıyor; gece kuşları onu görmeye nasıl heves edebilsin?)
Hak Nuru
Yine Sultan Veled Hazretleri’nin Mesnevi’sinde anlatılır:
Bir gün Hazreti Pir Efendimiz gayp âleminde bir kutup gördü ki, hepsi de Hakk’a vasıl olmuş dört bin müridi vardı. O kutup çilede oturmuş, Hak Teâlâ’dan erişemediği bir makamı istiyor;
- “Yarab, Yarab!..” diyordu.
Yer, gök , bütün ulvi ve süfli ruhlar onunla birlikte;
- “Yarab!” diyorlardı.
O sırada Hak nuru; Şems Hazretlerine yansıyor ve;
- “Lebbeyk lebbeyk!”[74] diyordu. Üç defa tekrar edince Şemseddin Tebrizî Hazretleri dedi ki:
- İlâhî, o şeyh “Yarab” diyor, ona “lebbeyk” de!
Bunun üzerine Hak nuru derhal o kutba birbiri ardınca şimşek çakar gibi vurdu ve;
- “Lebbeyk Lebbeyk!” dedi.[75]
Ücret
Anlatılır ki:
Şemseddin Tebrizî Hazretleri tecellilere garkolup, tecelliler dayanılmaz bir hal aldığında; o halin üzerinden kalkması için bir işle uğraşmaya girişirdi. Ekseriya tanımadığı kimselerin tarlasını sürmek, hayvanlarını gütmek gibi işlerde gecelere kadar çalışırdı. Ücretini verdikleri zaman;
- Borcum var, sizde kalsın, biriksin de hepsini birden ödeyeyim! diyerek almaz, bir müddet sonra da ayrılıp ortadan kaybolurdu.
Sohbet Arkadaşı
Şemseddin Tebrizî Hazretleri bir defa şöyle münacat etmişti:
- İlâhî, senin has kullarından benim sohbetime katlanabilecek bir kimse var mıdır?
Bunun üzerine gayp âleminden;
- Eğer sohbet arkadaşı istiyorsan, Anadolu tarafına git! diye işaret olundu.
Derhal Anadolu’ya doğru yola çıktı, şehir şehir dolaşarak sohbet arkadaşı aradı. Nihayet bir gece vakti Konya’ya geldi, Pirinççiler hanına indi. Hanın kapısının önünde konukların oturması için karşılıklı sedirler konmuştu. Sabahleyin oraya oturdu. Yakub’un “Ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum”[76] dediği gibi koku alıyordu. Hazreti Pir Efendimiz buyurur:
“Hatenli sevgilinin gönül alıcı rayihasını duyuyorum.
Ahmedî akik cevherinin pırıltısını görüyorum.
İşte Yemen tarafından bana Rahman’ın kokusu geliyor.”
Hazreti Hudavendigâr da velayet nuruyla; o maneviyat güneşinin şerefli burca girdiğini bildi. Onu aramak için evden çıkıp o tarafa doğru yürüdü. Yolda halk elini öpmek için etrafına toplanıyor, o da herkesi okşayıp gönüllerini alıyordu.
O sırada Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’yı gördü, muhabbet nuruyla gayp âleminden işaret olunan zat olduğunu anladı, ama bir şey söylemedi.
Hazreti Hudavendigâr geldi, Şems’in karşısındaki sedire oturdu. Bir süre birbirine bakıştılar, kudsi lisanla söyleştiler. Hiç kimse Şems Hazretleri’nin halini ve Hazreti Mevlânâ’nın onun için orada oturduğunu bilmiyordu.
Sual ve Cevap
Bir müddet sonra Şems Hazretleri başını kaldırıp Hazreti Mevlânâ’ya sordu:
- Mevlânâ, Allah sana rahmet etsin, Bayezid’den rivayet edilen değişik iki hal için ne dersiniz; Bayezid Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerine uymak hususunda son derece titiz davranırdı. Öyle ki, Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediklerini bilemediğinden, ömründe karpuz yememişti. Diğer yandan “Şanım ne büyüktür, kendimi tenzih ederim” veya “Cübbemde Allah’tan başka yoktur” sözlerini söylemiş. Hazreti Resulullah (s.a.s.) ise “Bazen kalbim paslanır, onun için günde yetmiş kez istiğfar ederim” buyurmuştur.
Hazreti Mevlânâ şöyle cevap verdi:
- Bayezid gerçi kâmil evliyadan, vâsıl ariflerden gönül ehli bir zattır. Fakat onu, velayet dairesinde belli bir makama koyup orda bıraktılar, o makamın büyüklüğünü kendisine bildirdiler. O da kendi makamının yüce sıfatını ve ittihad halini anlatmak için böyle konuştu. Resululllah (s.a.s.) Efendimiz’e ise günde yetmiş makam geçirirlerdi, o da eriştikleri makamın yüceliğine şükredip onu sülûkun sonu bilir, ikinci bir dereceye eriştiklerinde ise; bunun evvelkinden daha yüksek olduğunu görürlerdi. Bu sebeple evvelki dereceye ve o makama kanaat etmiş olduklarından istiğfar buyururlardı.
Bu söz üzerine, ikisi de sedirden inip birbirine sarılıp kucaklaştılar, sütle şeker gibi karıştılar.
Sohbet
Önce altı ay Şeyh Salahaddin Zerkub’un hücresinde birlikte sohbet ettiler. Öyle ki, kesinlikle bir şey yemediler, içmediler ve beşeri hacette bulunmadılar. Onların yanına Şeyh Salahaddin Hazretlerinden başka kimse giremedi.
Altı ay sonra dışarı çıktılar. Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’yı sema’ yapmaya teşvik etti. Yorumu ve açıklaması çok uzun olan sema’ın hakikatlerini kendisine anlattı. Ondan sonra Hazreti Mevlânâ bütün vakitlerini Şems Hazretleri’nin sohbetinde geçirir oldu, müridleri kendisine hizmet etme şerefinden mahrum kaldılar. Ayrılık gecemize kavuşma sabahı yüz gösterir, uzak kalma yaramıza yakın olma merhemi sürülür ümidiyle uzun müddet tahammül ettiler.
Haset
Ama mümkün olmadı; ayrılık ateşi günden güne arttı ve kıskançlık emareleri başgösterdi, aşk şevk meşaleleri parladı. “İnsanların göğüslerinde vesvese verir”[77] ayeti gereğince içlerine vesvese ve taassup girdi. Nihayet inkâr kirini de yüze çıkardılar, azgınlığı, edepsizliği aşk saydılar. Gereksiz işlerle uğraştılar, kendi iradelerini şeyhin iradesinden üstün tuttular. Fırsat buldukça Hazreti Şems’in hakkında dedikodu ürettiler. Hatırı kırılır da buradan gider diye kendisine alaycı sözlerle sataştılar. Fakat onun derya gibi gönlü, o diken gibi laflardan incinmedi, aldırmadı, küstahça söz ve davranışlarını aşka hamletti.
Ayrılık
Haddi aştılar. O zaman Şems Hazretleri büyük bir fitne kopacağını anladı, durumun düzelmesi için ansızın, habersizce Şam’a gitti.
Şems Hazretleri gidince; Hazreti Mevlânâ bütün mü- ridlerden alâkasını tamamen kesti, yalnız kalmaya başladı. Öyle ki Hazreti Pir’in yakın dostları da o adamların yaptıklarından dolayı Hazreti Pir’den ayrı düştü, bir süre bu dert ve elem için vakitler geçirdiler.
Mektup
Birdenbire bir gün Şam’dan, Hazreti Şems’ten Hazreti Mevlânâ’ya bir mektup geldi, Hazreti Pir sevincinden sema’a başladı. Aşikâne sözler ve şiirler söyledi. Fitneye karışmayan günahsız cemaate iltifat etti, fitneye karışanlara göz ucuyla bile bakmadı. O fitneciler de kendilerine kızıldığını, anladılar tövbe etmeye, istiğfar getirmeye başladılar. Hazreti Hudavendigâr, onların özürlerini kabul etti. Bu durumu Sultan Veled Hazretleri mealen şöyle anlatır:
“Hepsi bâgirye ve tövbe dedi vah
Bizi affet bu günahtan ey ilah
Bilmedik kadrini, biz görmemeden
Pîşiva bilmedik ol zatı neden
Tifl-ı rehrev idik etme ta’yib
Yarab et o dil-i pîri tatyip
Ki kabul eyleye bizden i’zar
Affa mazhar ola cürm tekrar
Geldiler yalvararak şeyh önüne
Ki bağışla bizi reddetme yine
Tövbeler ettik aman rahmet et
Bir daha eyler isek la’net et
Şeyhleri böyle görünce hâli
Oldu kinden dil-i pâki hâlî”
(Hepsi ağlayarak tövbe ettiler, Cenabı Hakk’tan af dileyip şöyle dua ettiler: Yarabbi, kör olduğumuzdan onun kıymetini bilemedik, o hazretin büyüklüğünü tanıyamadık. Çocukluğumuza bağışla, o şeyhin kalbini hoş et de bizim özrümüzü kabul etsin, suçumuzu bu sefer de bağışlasın.
Sonra utançla şeyhin huzuruna çıktılar; bizi yine bağışla, reddetme diye yalvardılar. Tövbe ettik, bir daha yapmayacağız, yaparsak bize artık acıma dediler. Hazreti Pir bunların halini görünce kızgınlığı gitti, yumşadı.)
Davet
Bütün müridler toplanıp Sultan Veled Hazretleri’ne geldiler. Müridlerden bir grupla Şam’a gidip Hazreti Şems’i davet etmesini rica ettiler, yol masrafı olarak bir çok altın gümüş verdiler. Hazreti Hudavendigâr şu gazeli yazıp Sultan Veled’le gönderdi.
“Bir Hûda hakkı ki ezelde idi
Hay ve dânâ ve kadiri kayyum
Nuru parlattı aşk şem’aların
Oldu tâ sad hezar sır ma’lum
Doldu âlem anın bir emrinden
Aşık ve aşk ve hâkim ve mahkûm
Şemsi Tebrizî’nin tılsımında
Kenz vardır acayib-i mektum
Ki o demden ki sen sefer ettin
Mum gibi tatlılıktanız mahrum
Şem’a- âsâ bütün gece yandık
Âteşi vardır, tatlılık ma’dum
Firkat-i tal’atinle oldu bize
Cism, vîrâne, can da güya bûm
Çek inânı çevir bu cânibe gel
Fil-i ıyşe semiz ola hortum
Bize sensiz sema’ helal değil
Oldu Şeytan gibi tarab mercum
Bir gazel söylenilmedi sensiz
Tâ ki geldi o pür şeref mefhum
Hayli zevk-i sema’-ı nâmen ile
Oldu beş, altı bir gazel manzum
Subh-u nurunla oldu rûşen Şam
O bütün fahr-i Şam ü Ermen ü Rûm”
(O ezeli diri olan, her şeyi bilen, kudret sahibi olup yarattıklarının işlerini tedbirden bir an boş kalmayan Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, onun nuru aşk ışıklarını yaktı da yüzbinlerce gizli şey bilindi.
Onun bir hükmüyle cihan aşk, aşık, hâkim ve mahkûm ile doldu. Şemsi Tebrizî’nin tılsımlarıyla şaşılacak, eşsiz ve görülmemiş hazineleri gizlendi.
And olsun ki, o gün sen gittin; mumun baldan ayrılması gibi ben de tatlılıktan ve tattan ayrıldım. Bütün gece mum gibi yanıyorum, ateşle birlikteyim baldan tatdan mahrumum.
Cemalinizin ayrılığıyla cismimiz viranedir, canımız ise baykuş gibi inliyor. Artık gidiş dizginini bu tarafa çevir, senin huzurun olmadan sema’ helal değildir.
Ayrılık zamanında neşe ve sevinç, şeytan gibi taşa tutuldu. Sensiz geçen günlerde, senin dinlemenin şerefine erişecek tek bir gazel bile söylenmedi.
Mektubunu aldım, sevincimden sema’ ettim ve beş altı gazel yazdım. Ey Şam’ın, Ermen’in ve Rum ülkesinin iftiharı! akşam çağı, sabahın saadet nuruyla aydınlansın artık.)
Konya’ya Dönüş
Sultan Veled, Hazreti Pir’in emri üzerine kalkıp büyük bir şevk ile hazırlandı, Şam’a hareket etti.[78] Şam’a varınca yoldaş müridlere Hazreti Şems’i her yerde aramalarını emretti. Her köşede o ilâhî sırrın cevher hazinesini aradılar. Birkaç gün sonra Hak cemalinin nuruyla kendinden geçmiş bir halde bir köşede buldular. Oranın ahalisinden hiç kimse o Hazret’in halini bilmiyordu. Sultan Veled bütün mürid- lerle birlikte huzuruna geldi, elini öpüp getirdiği altın ve gümüşleri önüne koydu, Hazreti Hudavendigâr’ın selamını söyleyip mektubunu verdi. Şems Hazretleri gülümsedi ve dedi ki:
- Bizi altın ve gümüşe aldanır mı sanıyorsunuz? Muhammedî ahlak Mevlânâsı’nın çağırması yeter! Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?
Orada kaldıkları birkaç gün içinde hep sema’ yaptılar. Yolculuk hazırlıklarını tamamlayıp Konya’ya doğru yola çıktılar. Müridlerin hepsi atlara bindiği halde Sultan Veled Hazretleri Hazreti Şems’in atının yanında yürüyordu. Hazreti Şems her ne kadar;
- Bahaeddin, binin şu hayvana! diye buyurduysa da Sultan Veled;
- Padişah at üzerinde iken kölesi nasıl at binebilir? diyerek yürümeye devam etti. Konya’ya varıncaya kadar yaya yürüdü.[79]
İşte bu yolculukta her adımda yüzbinlerce müşkülünü çözdü, hiçbir salike nasip olmayan hakikat menzillerini geçti, tehlikeli yerleri aştı, kemal ve vuslat makamlarına erişti.
Kavuşma
Kafilenin Konya’ya yaklaştığı müjdesi Hazreti Mevlânâ’ya ulaşınca, ileri gelenlerle birlikte karşılamaya çıktı. İki hakikat güneşi birbirine kavuştuklarında Şems Hazretleri Sultan Veled’in hizmetlerini teşekkürlerle anlatıp memnuniyetlerini bildirdi ve buraya kadar yaya yürüdüğünü anlattı. Hazreti Mevlânâ, bundan pek memnun oldu, Sultan Veled’in ahlâk ve edebini övdü, ondan sonra ona karşı hep iltifatlı davrandı.
Müridler onların şerefine toplantılar düzenler, her gün birisi davet ederek, bir yere götürürlerdi. Uzun süre bu şekilde ihtilafsız ve huzurlu toplantılarda gece gündüz zevk ve şevk ile sema’lar yapıldı.
Hazreti Mevlânâ, Hazreti Şems’e evvelkinden ziyade bağlanıp hürmet ve muhabbeti arttı, birlikte müstağrak sohbetler yaptılar.
Fitne
Epey bir müddet sonra Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın yetiştirmiş olduğu Kimya adındaki temiz huylu bir kızla evlenmek istediğini bildirdi. Hazreti Mevlânâ memnuniyetle arzusunu yerine getirip nikâhladı. Mevsim kış olduğundan evin kışlık kısmındaki bir sofayı onlar için hazırlattı, oraya yerleşip kışı orada geçirdiler.
Hazreti Hudavendigâr’ın oğlu Çeleb-i Alaaddin, pek edepli bilgili bir genç idi. Anne ve babasının ellerini öpmek için geldiğinde bu sofadan geçerek yanlarına giderdi. Hazreti Şems’in velayet kıskançlığı coştu, birkaç defa öğüt verircesine kendisine dedi ki:
- Gözümün nuru, gerçi zâhir ve bâtın edebine diyecek yok ama bundan sonra buradan geçerken daha dikkatli olman gerekir.
Alaaddin bu sözlerden alındı, gücendi. Zaten Sultan Veled’e yapılan iltifatlı muamelelerden dolayı üzüntü duyuyordu. Bu sözler de canının sıkılmasını artırdı. Dışarı çıkıp durumu bir bölük cemaate anlattı. Onlar da bunu bir fırsat saydılar içlerindeki öfkeyi göstererek dediler ki:
- Şaşılacak şey, yabandan gelmiş bir adam ev sahibinin göz bebeğini kendi evine gelmeye bırakmıyor!
Sözün kısası o grup fırsat buldukça Şems Hazretlerini küçümsemekten geri kalmazlar, üzücü davranışlarda bulunmaktan çekinmezlerdi.
Kayboluş
Hazreti Şems, yumşak huylu olmasından dolayı onların söz ve hareketlerini Hazreti Hudavendigâr’a söylemedi. Ama bir müddet sonra haddi aştıklarında hikâye yoluyla Hazreti Sultan Veled’e işaret edip dedi ki:
-Bu sefer bunların yaptıklarından dolayı öyle kaybolacağım ki izimi kimse bulamayacak!
Ve birden ortadan kayboldu. Hazreti Hudavendigâr, sabahleyin medreseye gelip Şems Hazretlerini bulamayınca, bulutlar gibi gürleyerek Sultan Veled’in odasına gelip, seslendi:
-Bahaddin, ne uyuyorsun, kalk şeyhini ara! Yine canımız onun rahiyasını alamıyor!
Epey bir süre sonra onu arayıp soruşturdu, sonra birden bire cemaatten tamamen yüz çevirdi. Gece gündüz yalnız kalıp o Hazretin hasretiyle gazeller yazmakta bulundu. Sonunda, o vaktin kutbunu incitip ordan gitmesine sebep olanlar cezaya uğradı; Hazreti Mevlânâ onlardan alâkasını kesip mahrum bıraktı.
Çok araştırmalardan sonra Hazreti Mevlânâ yakınlarıyla birlikte Şems’i aramak için Şam’a gittiler. Orada kaldıkları sürece hep onu soruşturdular. Sonunda Konya’ya dönüp yine sema’, hakikatler, tevhid incelikleri müridlerin kalplerini tasfiyesi ile meşgul oldular.[80]
Şeyh Salahaddin Zerkub, şeyh Şemseddin Tebrizî Hazretleri’nin halifelerinden olup velayet nurlarıyla süslü ve evliya içinde seçkin bir zat idi. Şems Hazretleriyle sohbet etmişti. Hazreti Hudavendigâr onu diğer müridlerinden üstün tutarak Şems’in makamına getirdi, onunla sohbet etti.
ŞEYH SALAHADDİN ZERKUB KONEVİ
Evliya ve muhakkiklerin efendisi, şeyh Salahaddin Zerkub, Hazreti Mevlânâ’nın müridi ve halifesiydi. Şems Hazretleri’nin sohbetinde bulunanların başıydı, Hüsamed- din Çelebi’den önce bütün müridler ona başvururlardı. Zühd, vera’, mücahede ve takvada çok ileriydi. İlâhî maarif ve yakin ilimlerini mecaz olarak değil, niyaz yoluyla elde etmişti. Sadakatte en yüksek dereceye ermiş, taşkın bir deniz, kâmil bir fakirdi. Müridi olup elini muhabbetle yapışıp bırakmayan, gönül sahibi kâmillerden olurdu.
Nefsini devamlı olarak kontrol altında tutardı, hacet oldukça ve çok az konuşurdu.
Eskiden beri dindar ve güvenilir olarak tanınmıştı. Kuyumculuk yapardı. Hazreti Mevlânâ’ya bağlanıp işini bırakmasının sebebi şudur:
Salahaddin Zerkub bir gün her zamanki gibi dükkanında kuyumculukla uğraşıyor, bir altın varağı dövüyordu. O gün Hazreti Mevlânâ’nın çok coşkun ve vecdli bir hali vardı. Birden onun dükkanının önüne geldi. Salahaddin’in çekicinin ahenkli sesinden etkilenip kendinden geçerek sema’ etmeye başladı. Zerkub bu halin çekicin sesinden meydana geldiğini anladı; durmayıp altın varakının boşa gitmesine aldırmadan dövmeye devam etti.
Sonra Hazreti Mevlânâ onu dışarı çağırıp kendisiyle bir süre sohbet etti. Bu sohbetten aldığı feyz ile kalbinin pası silindi, Hazreti Pir’e mürid olup bağlandı. Himmetini kazanarak hidâyet buldu, kâmiller zümresine katıldı. Nitekim Hazreti Mevlânâ buyurur:
“Kâr-ı zerkubları altın gibi ettin altın
Yüz recül kuvveti var sende Salahaddin Şah”
Başka bir gazelinde şöyle buyurdu:
“Mıtrıba esrar-ı mârâ bâz gû
Kıssahâ-yı can fezâ râ bâz gû
Mâ dehân ber beste-i imruz ezû
Tu hadîs-i dilküşâ râ bâz gû
Mahzen-i innâ fetahnâ ber küşa
Sırr-ı cân-ı Mustafâ râ bâz gû
Çün Salahaddin salâh-ı cân mast
An salâh-ı cânhâ râ bâz gû”
“Mıtrıba aç yine esrarımızı
Can-fezâ kıssaları söyle yine
Biz bugün bağladık ondan deheni
Dil-küşa bir haberi söyle yine
Canların hayrı Salahaddin’dir
O şeh-i feyz- eseri söyle yine”
(Şarkıcı, bizim sırlarımızı söyle, can tazeleyen öykülerimizi söyle!
Biz bugün ağzımızı kapadık; o gönül açıcı sözleri sen söyle!
“İnna fetahna”[81] hazinesini aç, Mustafa (s.a.s.) canının sırrını söyle!
Salahaddin canımızın iyiliğidir, canımızın iyiliğinin sırrını söyle!)
Mesnevi’de şöyle buyurmuştur:
“Adı Salahaddindir, o, yedi kat göğün ve yedi kat yerin kutbudur.
Allaha erişmiş kuvvetli bir kâmildir. Onun bakışı taşa kabiliyet verir.
Güneşin nuru, onun yüzünün nurundan utanır.
Kim onu görse gönül eri olurdu.
Hal sahibi, nazlı, mahcup şeyh onu gördü,
Onu ebdal veliler içinde seçkin bir veli kılıp ona yöneldi.
Ondan başkası yanlış diyerek diğer hepsini bıraktı. Dedi ki:
“Hani o din güneşi dediğimiz Şemseddin var ya; işte yine geldi;
Niçin uyuyalım da bu hakikat tecellisini tanımayalım, bilmeyelim?
Dostlara dedi ki: “Niçin gizleyeyim; benim cihanda hiç kimseden korkum yok!
Ey dostlar, benim yanımdan gidin;
Sırrıma mazhar olan Salahaddin’e başvurun, o kâmilin etrafında toplanın!”
Hazreti Mevlânâ, Şems-i Tebrizî Hazretleri kaybolduktan sonra Salahaddin’le üzüntüsünü giderir, onun yanında sâkinleşip rahatlardı. Nitekim Sultan Veled şöyle der:
“Şeyhin, o mahcup, Hak nazlısının karışık halleri, elemleri, dertli söylenmeleri Salahaddin’le sükûnet buldu.
İlâhî bir hassa olan Şemseddin Tebrizî, o mânâ sultanı ile nasılsa Hak nazlısı Şeyh de Salahaddin’le öyle idi.
Şekerin sütle karışması gibi birbiriyle ne hoş anlaşıp uyuşmuşlardı.
İkisinin de işi birbirine dostlukta halis altın gibi kıymetli, temiz ve parlak oldu.”
Kıskanç kişiler Salahaddin Hazretleri’nin Cenabı Huda- vendigâr’la yakınlığını fazla görünce yine kinle hasetle uğraşmaya, düşmanlık göstermeye başladılar. Nihayet kötülüklerinin fazlalığından dolayı o Hazret’i cahillikle itham ettiler. Çünkü onun ledünnî ilminden haberleri yoktu. Nasıl ki Hazreti Sultan Veled buyurur:
“Yine münkirler ettiler feryad
Yine teşvişe düştü ehl-i fesad
Dediler kurtulup birinden biz
Gözetirdik hulûs ile derimiz
Bu gelen o gidenden oldu beter
O biri nur idi bu nâr u şer
Keşke olsaydı iptidaki yine
Mûnis ü hem refik şeyhimize
Biliriz biz bu âdemi hepimiz
Mektep ve şehirce biriz hep biz
Ne hat ve ilmi var ne de güftar
İndimizde değil o kıymettar
Oldu bir âmi has hassı Huda
Dediler hamlığından ol cühela
Bilmiyorlar ki âlim anlardır
Çeşme-âsâ ilimde o ferdir
İlminin mahreci cihan-ı adem
O kitaptan okur idi Âdem
Bırak artık bu bahsi kâfidir
Evliya medhin etme vâfidir
Kadh et inkârın o müridanın
Vasfın et o ferik-i bîcânın
Sözleri türehat idi cümle
Uykusuz kaldılar bütün gamla
Dedi onlar tuhaf ki Mevlânâ
Bulmamıştır onun gibi dânâ
Gece gündüz anı eder tebcîl
Ehli fazl üzre etmede tafdil
Bir mürid kalkıp etti tanmazlık
Çıkıp onlardan etti gammazlık
Etti o azm-i nezd-i Mevlânâ
Onların sırrını eyledi ifşa
Ki bunu kasteder bütün o güruh
İşlesinler filâna bir mekruh
Duydu bu hali Şeh Selahaddin
Nur-u çeşm-ü çerağ-ı ehl-i yakin
Hande etti dedi o bîçeşman
O güruh-u pelîdi-i bîiman
Bu kadar Hak’tan olmamış âgâh
Emri olmazsa oynamaz bir kâh
Beni kim katle muktedir acaba
Anı emretmemişse Rabb-ı Huda
Rahmetim mahz, yoksa nefham ile
Diri koymam cihanda bir kimse”
(İnkârcıların içine yine bir feryad, bir figan düştü, yine fesatçılar birbirine karıştı. Bunlar birbirine diyorlardı ki:
“Birinden kurtulduk, bak neye tutulduk? Bu gelen öncekinden de beter. Evvelki nur idi, bu ise kıvılcımdır. Keşke yine önceki, şeyhimize arkadaş olsaydı. Hepimiz bu adamı biliriz. Hepimiz hemşeriyiz, hepimiz bir sofranın adamıyız. Onun ne yazısı var, ne ilmi, ne de sözü. Bizce onun Hazreti Pir ile sohbet etmeye layık bir kıymeti yok.”
Ah o avam tabiatlılar hamlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk’ın seçkin velisine cahil demişler. Asıl âlimin şeyh Selahaddin olduğunu bilmiyorlar. Çünkü o, âb-ı hayat gibi ledün ilmini içmiştir. Onun ilmi yokluk âleminden ve Hazreti Adem’in okuduğu Hak kitabındandır. Yeter, artık bu hususta söz söyleme, evliyayı övmekten geri dur da inkârcıların, o ruhsuzların kötülüklerini anlat. Gerçi onlar saçma sözler söylüyorlardı, geceleri üzüntüden uyku uyumuyorlardı.
Diyorlardı ki: “Acaba Mevlânâ niçin hiç kimseyi onun gibi arif saymıyor, neden gece gündüz ona eğilerek ikram ve itibar ediyor?”
Bir ara içlerinden bir mürid kalktı, alaycı bir tavırla Mevlânâ’nın yanına varıp; “Cemaat, Salahaddin’i öldürüp canına kıymak istiyor!” diye gammazlık etti.
Evliyanın gözünün nuru Salahaddin daha sonra bunu duyunca manalı bir şekilde güldü ve şöyle dedi: “o körler, o imansız kaba topluluk, Hakk’ın emri olmayınca bir saman çöpünün bile kımıldamayacağını bilmeyecek kadar Hak’tan gafil! Beni kim öldürmeye, kanıma girmeye, kanıma bulanmaya kalkışabilir? Ben sırf rahmetten ibaretim, eğer öyle olmasam bir nefeste cihanda hiçbir canlı kimse bırakmam!” )
Hazreti Hudavendigârın Şeyh Zerkub’a sevgisi o kadardı ki, bir gün maarif sohbetinde Şeyh Salahaddin “hum”[82] kelimesini “hunb” gibi söyledi. Cemaatten birisi dedi ki:
- Hudavendigârım, “hum” diyeceği yerde “hunb” diyor! Hazreti Mevlânâ ona şöyle buyurdu:
- Edepsiz, senin kadar ben de biliyorum. Salahaddin öyle telaffuz ediyor, ona uymak bana hoş geliyor, doğrusu onun dediği gibidir!
Hasetçiler Hazreti Pir’in Zerkub’a karşı bu muhabbetini görünce gıyabında ettikleri dedikodudan pişman olup tövbe ettiler.
Sultan Veled Hazretleri bunu şöyle anlatmıştır:
“O cemaatin tövbe ederek ağlamalarını o iki yüce zat duyunca rahmet sazını düzenleyerek af ve keremle süslediler. (affettiler)
Tövbeleri kabul edilince üzüntüler gitti, gönüller şenlendi. Şeyh onları affetti, yeniden hepsinden hoşnut kaldı.
Bu mutluluğa erince onların on günlük ömrü; bine, belki sonsuza kadar uzadı.)
Hazreti Hudavendigâr Şeyh Salahaddin’i çok sevdiği için onunla maddi bir bağ daha kurmak arzusuyla kızını oğlu Sultan Veled’e istedi, böylece hısım da oldular.
Hazreti Mevlânâ, Şeyh Salahaddin’le tam on sene sohbet etmiş, bütün müridler ondan dünya ve ahiret için faydalanmıştır.
Şeyh kemale ermiş olduğu halde, kendi iradesi dışında bir gün kalbine bir nakış yazıldı. Kendine geldiğinde bundan dolayı büyük bir ıstırap duydu ve “Rabbımız, unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma”[83] diyerek şeyhine sığındı.
Bu dua, hadisi şerifte buyrulan “Senden sana sığınırım” manasındadır. Cenabı Hakk’ın yardımı Şeyh’e bağlı olduğundan onu bu durumdan kurtardılar, selamet ve emniyete kavuştu. Ama vücuduna zayıflık ve hastalık geldi. Rahatsızlığı uzadı, bu hayattan ahirete göçmek için Hazreti Hudavendigâr’dan yardım istedi. Bir çok yalvarmalardan sonra kabul edip üç gün kendisini ziyaret etmedi. Şeyh bundan vefat edeceğini anladı. Sultan Veled Hazretleri bunu şöyle anlatmıştır:
“O dinin iyiliğine hastalık geldi, bedeninde ağrılar arttı, bedeni zayıfladı.
Şeyhi vefat etmesine izin vermeyince hastalığı uzadı, inlemesi çoğaldı.
Nihayet Hazreti Pir’e “canımı bu beden den soy!” diye yalvardı.
Şeyh kabul edip yanından ayrıldı ve kendisinden yüz çevirsin diye birkaç gün ziyaretine gitmedi.
Salahaddin o zaman öleceğini anladı.”
Sonra tam hoşnutlukla bu gurur âleminden sürur âlemine göçtü, kalıbını toprağa bırakıp ruh kuşunu meleklerin büyüğü ile uçurarak “Muktedir Melik’in katında”[84] yerleşti.
“O arşın tavusu ta arşa gitti
Sada-yı tabl-ı arşîyi çün işitti”
Hazreti Hudavendigâr şeyhin vefatından çok üzüldü, Konya’nın ileri gelenleriyle birlikte saygılı törenlerle cenazeyi yolcu ettiler.
Hazreti Pir’in o sırada söylediği bir gazelde şu beyit vardı:
“Ey senin hicr-i firakından sema kan ağladı
Hûna müstağrak olup dil akl ile can ağladı”