MENKIBELER
Yard.Doç.Dr. Nuri Şimşekler
S.Ü.Fen-Edebiyat Fak.Öğ.Ü.
Mevlâna, yaşadığı dönemlerde sadece eserleriyle değil yaşayış tarzı, hal ve hareketleri ve karşılaştığı olaylardaki beyan ettiği fikirleriyle de insanlara doğru yolu göstermiş ve onlara örnek olmaya çalışmıştır.
Bilindiği gibi Mevlâna sadece üst düzey insanlarla bir arada bulunmamış, mürit ve yakın dostlarını genellikle farklı kesimlerin oluşturduğu insanlardan seçmiştir. İşte bundan dolayıdır ki O, çok farklı olaylarla karşılaşmış ve Müslim-gayr-i Müslim, zengin-fakir, padişah-hizmetçi, her tür insanlarla birlikte olmuş ve davranışlarıyla onlara örnek olmaya çalışmıştır.
İşte, Mevlâna’nın yukarıda belirginleştirilmeye çalışılan bu hayat tarzı ölümünden sonra çeşitli vesilelerle kitaplara aktarılmış ve bu eserler de Mevlâna ve Mevlevîlik tarihi açısından “ilk kaynaklar” olarak değerlendirilmiştir. Bu amaçla yazılmış kaynaklara örnek olarak Mevlâna’nın hizmetinde de bulunmuş olan Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr’ın (ö.1312 civarı) Risâle’si ve Ahmed Eflâkî Dede’nin(ö.1360) Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserini saymak mümkündür. Yine Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in (ö.1312) İbtidânâme’si (Velednâme) de içerdiği bilgiler açısından bu tür kaynaklara örnek olarak verilebilir. Zaten yukarıda anılan iki eserin ana kaynaklarından birini de Sultan Veled’in bu mesnevîsi oluşturur. Her üçü de Farsça olan bu eserler Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Yine Mevlâna’nın ölümünden sonra bir araya getirilen ve sohbet ve vaazlarını kapsayan kendi eserlerini de (Fîhi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât) bu kaynaklar arasında telâkki etmek yanlış olmaz.
Mevlâna’nın “yaşam tarzı”na ve “olaylara bakış açısı”na örnek teşkil etmesi bakımından esere alınan bu bölüm, yukarıda anılan kaynakların en hacimlisi olan Ahmed Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserinden seçilmiştir. Eserin müellifi, Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi (ö.1320)nin çağdaşı olup; eserine Çelebi’nin tavsiyesiyle 1318 yılında başlamış ve 1358’de bitirmiştir. Eserini tamamladıktan iki sene sonra vefat eden Eflâki Dede, Mevlâna Türbesi civarına defnedilmiştir.
Herşeyi Allah’tan İste!..
Bir gün Mevlâna Hazretleri Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’un dükkânında oturmuştu. Dostlar da dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek, ağlayıp sızlayarak içeri girdi; Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve :
–Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermansız bir hâle geldim; ama yine onu bulamadım, dedi. Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle:
–Tuhaf şey bütün varlıklar Allah’ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun. Senin gibi bir ihtiyar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsvâ oluyor. Neden bir an Allah’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın, buyurdu.
Çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberini getirdiler. (I, 118-119)
Her şey Kur’an’da...
Bir adam karısını çok seviyordu. Bir gün hanımı naz ederek;
–Ey efendi, gel de senden her ne istersem vereceğine dair üç talâkla yemin iç; yoksa boşanırım, der. Kocası ise mecburen kabul eder:
–Ne istersen vereceğim, der.
Kadın:
–Yüce Allah’ın dünyada yarattığı her nimet ve garip şeyi benim önümde hazır etmeni istiyorum, der.
Zavallı kocası bu arzuyu yerine getirmekten âciz kalır. Nihayet, samimiyetle kalkıp Mevlâna’ya gelir, macerayı anlatır. Mevlâna:
–Git Allah’ın kitabı Kur’an’ı al ve onu mendiline sarıp eşinin eteğine koy; çünkü böylece dünyadaki yaş ve kuru nimetleri onun eteğine koymuş ve dünyanın garip şeylerini onun önünde hazır etmiş olursun. Zira “yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kur’an’da olmasın” (Kur’an, VI, 59) buyrulmuştur. Böylece asla talâk ve ayrılık vâki olmaz, dedi ve adamı boşanmaktan kurtardı. (I, 467-468)
Hâfızların Değeri
Bir gün hâfızların sultanı Hâfız İshak, Mevlâna’nın yanına gelmişti. Mevlâna büyük bir saygı gösterip ayağa kalktı; üst başa oturmasını söyledi ve:
–Mushafı nasıl aziz tutmak, nasıl rahle ve kürsülerin üzerine koymak lâzımsa, hâfızları da o şekilde aziz tutmak ve üst başa oturtmak lâzımdır. İçinde Kur’an’ın nuru bulunan bir gönlün Cehennemin yüzünü görmesi uygun düşmez. Bir kağıt parçasına Kur’an yazılı olsa onu ateşe atmazlar; ona hürmet gösterirler ve onda Kur’an yazılıdır, derler. O halde bir kalpte bütün bir Kur’an bulunursa onu nasıl Cehenneme atarlar, buyurdu.
Bu müjdenin minnettarlığı olmak üzere şehrin bütün hâfızları Mevlâna’ya mürit oldular. (I, 336)
Hangisi Misafir?
Bir gün Bağdat’tan Konya’ya bir şeyh geldi. Bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derece iyi ağırladılar. Tesadüfen o gün Mevlâna Hazretleri bütün müritleriyle birlikte Meram Mescidine gitmişti. Şeyh:
–Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi Mevlâna’nın mübarek kulağına gitmemiş mi? ki beni ziyarete gelmedi. Çünkü bir memlekete gelen ziyaret edilir, dedi. Mevlâna’nın arkadaşlarından bir mürit onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Meram’da Mevlâna hakikatleri anlatma sırasında birdenbire:
–Ey kardeş, gelen biziz sen değilsin. Sen ve senin gibilerinin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lâzımdır, demeye başladı. Mecliste bulunanlar:
–Mevlâna Hazretleri nereye ve kime sesleniyor, diye şaştılar.Ondan sonra Mevlâna:
–Biri Bağdat’tan geldi, öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur, diye misal getirdi. Orada bulunanlar:
–Bağdat ülkesinden geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vacip olan şeylerdendir dediler. Mevlâna:
–Hakikatte biz mekânsızlık Bağdat’ından geldik. Bu aziz şeyh ise bu dünyanın bir mahâllesinden geliyor. O halde bizi ziyaret etmesi lâzımdır. Bizim onu ziyaret etmemiz icap etmez dedi; ve şu şiiri okudu:
-Biz, Mansûr’un “Ene’l-Hakk” demesinden ve dar ağacına çekilmesinden çok evvel ruh âleminin Bağdat’ında “Ene’l-Hakk” demişlerdeniz.
Mevlâna’nın bu anlattıklarını duyan Şeyh hemen kalktı, Mevlâna hazretlerini ziyarete geldi. Başını açarak kendini ona teslim etti. Onu samimiyetle sevenlerden oldu ve Mevlâna’ya:
–Babam, senin hakkında ne yap yap, demirden çarık giy ve eline demirden bir asâ al, Mevlâna’yı aramaya git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nâil olmak iyidir, buyurmuştu. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş, Mevlâna’nın yüceliği babamın söylediğinin yüz bin mislidir. (I, 153-154)
Gerçek Şeyh...
Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna için bir semâ tertip etmişti. Mevlâna, Pervâne’nin sarayının kapısına geldiği vakit, bütün dostlar içeri girsinler diye kapıda uzun müddet bekledi. Müritlerin hepsi içeri girdikten sonra Mevlâna da içeri gitti. Mevlâna o gece orada kaldı. Pervâne haddinden fazla ona hizmetlerde bulundu ve böyle bir bilgi padişahının kendisinin misafiri olduğu için Allah’a çok şükretti. Hüsâmeddin Çelebi, Mevlâna’nın kapıda beklemesinin sebebini sordu. Mevlâna şu cevabı verdi:
–Eğer biz önceden saraya girmiş olsaydık, bizden sonra gelen arkadaşlarımızın bazılarının içeri girmelerine uşaklar mânî olurlardı ve onlar bizim sohbetimizden mahrum kalırlardı. Eğer biz bu dünyada onları bir emirin sarayına veya bir vezirin evine sokamazsak kıyamette Ukbâ sarayına ve Cennet-i Alâya ve Allah’ın huzuruna nasıl sokabiliriz? (I,165-166)
İdareci Bekçi Olmalı; Kurt Değil!
Bir gün Sultan İzzeddin Keykâvus II, Mevlâna hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersi, müritleri ve nasihatlerle meşgul oldu. Sultan :
-Mevlâna hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlâna:
-Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun, buyurdu.
Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve:
–Ey Allah’ım! Mevlâna hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sıdkın hürmetine bana merhamet et, dedi ve şu beyti söyledi :
«Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sîneme merhamet et.»
Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı ve onun gönlünü alıp:
-Git, yüce Allah sana merhamet etti ve seni bağışladı, dedi. (I, 480-481)
Mevlâna’nın Nasihati
Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna’dan kendisine nasihat vermesi için ricada bulundu. Mevlâna bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırarak:
-Emîr, Kur’ân’ı ezberlediğini duyuyorum, dedi.
O da “Evet” diye cevap verdi. Mevlâna:
-Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmiü’l Usûl’ü de Şeyh Sadreddin-i Konevî hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu. Pervâne yine:
-Evet, dedi.
Bunun üzerine Mevlâna :
-Madem ki, Allah’ın ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve hiçbir âyet ve hadîsin gereğince amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın? dedi.
Pervâne ağladı ve kalkıp gitti. Ondan sonra iyi işler yaptı, adalet ve ihsan ile meşgul oldu; hayratta bulundu ve böylece dünyada eşsiz oldu. (I,177)
Allah’ın Takdiri
Rahip ve papazlardan bir grup Mevlâna Hazretleriyle yolda karşılaştılar. Mevlâna’nın müritleri onları görünce, onlardan tiksinerek:
- Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar, dediler. Mevlâna:
- Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslâm dinini, temizliği ve türlü türlü ibadetleri bize vermişler; hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, temiz cennet şarabından ve bağışlayıcı Allah’ın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Çünkü “Allah dünya ve ahireti, kâfirlere haram etmiştir.” Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler... Allah’ın inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parlayınca onlar derhâl nurlanacak, yüzleri ak olacaktır, dedi ve şu beyti söyledi:
“Yüz senelik kâfir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.”
Rahipler ve papazlar saygı gösterdiler; Mevlâna Hazretleri ile meşgul olup tam bir doğrululukla iman getirerek Müslüman oldular. Mevlâna müritlerine dönerek şöyle dedi:
“Yüce Allah, kendisine gizli lûtuf sahibi demeleri için zehrin içine panzehiri gizledi.
Yüce Allah siyahlığı beyazlıkta gizliyor; beyazlığa da siyahlıkta yer veriyor.” (I, 148-149)
Her şeyin Fazlası Zarardır...
Bir gün, bir berber Mevlâna’nın mübarek sakalını kesiyordu. Berber:
- Efendimiz ne buyuruyor, nasıl yapayım, dedi. Mevlâna:
-Kadınla erkeği birbirinden ayıracak kadar kes! dedi. Başka bir gün de:
-Ben hiç sakalları olmadığı için Kalenderîleri kıskanıyorum, dedi. Ve “Az sakal erkeğin saâdetindendir; çünkü sakal erkeğin süsüdür. Onun çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı mânen öldüren şeylerdendir.” hadîsini söyledikten sonra:
-Çok sakal sûfîlerin hoşuna gider. Fakat sûfî sakalını tarayıncaya kadar, ârif Allah’a ulaşır, buyurdu. (I, 445)
Gerçek Dostluk Fayda ve Menfaâti Paylaşabilmektir
Mevlâna’ya yakın müritlerden biri şöyle bir hikaye nakleder:
“Bir gün arkadaşımla birlikte gezmeye gidiyorduk. Uzaktan Mevlâna’nın tek başına gitmekte olduğunu gördük. Biz de ona ayak uydurarak onun peşinden takibe koyulduk. Mevlâna arkasına bakıp bizleri gördü ve:
–Siz arkadan yalnız geliniz, başka kimse gelmesin. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışımın sebebi, onların el öpmek ve önümde eğilip saygı göstermek belâsından kurtulmak içindir, dedi.
Gerçekten Mevlâna herkesin onun elini öpmesinden ve önünde baş koymasından son derece incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı büyük bir gönül alçaklığı gösterir, onların önünde eğilirdi. Bundan sonra Mevlâna yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir virâneye geldik. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş, uyuyorlardı.
Arkadaşım:
–Bu biçâreler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır; ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar, dedi. Bunun üzerine Mevlâna:
-Evet, dedi; sen bunların arasındaki dostluğun ve birliğin ne kadar samimi olduğunu bilmek istersen, onların aralarına bir leş veya bir ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir garez veya menfaât olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık bir şey aralarına girince nice senelik namus ve şereflerini boşa verirler ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa atarlar.”
İşte bu örnekte de olduğu gibi nifak ehlinin birleşmesinin bir kıymeti yoktur. (I, 205-206)
“Benim şakam, Şaka Değil; Halkı İrşâd ve Eğitimdir.” (Hz.Mevlâna)
Mevlâna’nın zamanında bir şahıs meyve toplamak üzere bir meyve ağacının tepesine çıkmıştı. Birdenbire o ağacın sahibi bundan haberdar olup, yanına geldi ve ona:
–Aşağı in! diye bağırdı. Ağaçtaki adam:
–Aşağı inmiyorum, dedi. Bahçıvan fazla ısrar edince adam:
–Eğer “bu ağaçtan” inersem karım boş olsun, dedi. Ve üç gün, üç gece orada kaldı. Çeşit çeşit fetvalar çıkardılar, mümkün olmadı. Nihayet bir kişi:
–Bu müşkülü Mevlâna Hazretlerine arz etmek lâzımdır, dedi. Hâlis muhiplerden bir grup bu hikâyeyi Mevlâna Hazretlerine anlattılar. Mevlâna:
–Yeminin bozulmaması için o adam, o ağaçtan diğer bir ağaca geçsin ve ondan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir ağaç yoksa bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini bozulmaz, dedi.
O adam Mevlâna’nın dediği gibi yaptı ve kurtuldu. Bunun üzerine şehrin bütün müftüleri Mevlâna’yı tebrik ettiler. (I, 403-404)
Mevlâna ve Oğlu
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri henüz meme emen bir çocukken daima babasının kucağında uyurdu. Mevlâna, teheccüd zamanı kalkıp gece namazını kılacağı vakit, bazen Sultan Veled bağırır ve ağlardı. Mevlâna Hazretleri, susturmak için namazı bırakır, onu kucağına alır, uyutur ve namazını öyle kılardı.( II, 196)
“Çocuğu Olan Çocuklaşsın”(Hadis-i Şerif)
Mesnevîhân Siraceddin Mevlâna’nın, çocuklarla olan iletişimini aktarırken şahit olduğu bir olayı şöyle anlatır:
Bir gün Hüsâmeddin’le birlikte Mevlâna’yı ziyaret etmek için medreseye gelmiştik. Mevlâna’nın torunu Emîr Ârif’i küçük bir arabaya oturtmuşlar, lalası da onun arabasını çekiyordu. Mevlâna, hemen yerinden kalkarak arabanın ipini mübarek omzuna koyup:
-Ârif’e öküzcülük edebilirim, dedi.
Bunun üzerine Hüsâmeddin Çelebi de arabanın diğer tarafını tuttu; bir iki defa medresenin avlusunu dolaştırdılar. Çelebi Ârif, tatlı tatlı gülüyor ve seviniyordu. Mevlâna:
–Çocukları okşamak, şeriât padişahı ve hakikat ayının feleği olan Peygamberimiz’den biz Müslümanlara kalmış bir mirastır. Peygamber:
-“Çocuğu olan çocuklaşsın” buyurmuştur, dedi ve şu şiiri okudu:
“Babanın aklı dünyayı ölçerse de,
Küçük çocuğun anlaması için “ti ti” der.
Madem ki işim, gücüm çocuklardır, o hâlde;
Çocukların diliyle konuşmak lâzımdır.” (II, 241)
Âşıkların Ölümü “Düğün Günü”dür
Bir grup, Mevlâna Hazretlerinden:
-Eskiden beri, ölenlerin cenazesi önünde hâfızlar ve müezzinler bulunur. Sizin zamanınızda bu şarkı söyleyip def çalanların bulunmasında ne mânâ vardır? diye sorup:
-Din âlimleri bunu kötülüyor ve buna bidat diyorlar, dediler. Bunun üzerine Mevlâna:
-Cenazenin önünde bulunan müezzinler ve hâfızlar, bu ölünün mümin olduğuna ve İslâm dininde öldüğüne; bizim şarkıcılarımız ise, bu ölünün hem mümin, hem müslüman ve hem de âşık olduğuna şahâdet ediyorlar. Bununla birlikte dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birdenbire Allah’ın fazileti ile kurtulup kendi aslına ulaşıyor. Bunun için şenlik yaparak, o aziz olan Allah’ı arzu edip, O’na dönüyor ki, başkalarını da fedakârlığa ve yiğitliğe teşvik etsin. Çünkü normal zamanda bile, birini zindandan serbest bırakıp gönlünü hoş etseler hiç şüphesiz bu olay bin şükre ve sevince sebep olur. Gerçekte bizim müritlerin ölüsü de bunun gibidir. Nitekim bir şiirde şöyle denilir:
“O sultanların her biri, bir din sultanı olduğu için onlar beden bağını kopardıkları vakit sevinirler.
Onlar devlet şadırvanı tarafına koştular, ayak bağını ve zinciri attılar.
Sultan’a ait olan ruh bir zindandan çıktı. Biz bunun için niçin elbiseyi yırtalım, kızalım veya üzülüp ağlayalım?” (I, 254)
Mevlâna’nın Defni
Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da orada idiler. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler feryat ederek, elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri cenazede hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önde gidiyorlar; Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den âyetler okuyor ve hepsi de feryat ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları uzaklaştıramıyorlardı. Fakat bu cemaât hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber büyük Sultan’a, Sâhib’e ve Pervâne’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara:
-Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız, dediler. Onlar da:
-Biz, Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık; ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl devrinin Ahmed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun seveni iseniz, biz de bin misli onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur:
“Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir NEY’iz.”
Mevlâna hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır, dediler.
Bir Rum keşişi de:
-Mevlâna ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir “aç” gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz? dedi.
Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söylemediler. Bir taraftan da tatlı sesli hâfızlar vecd ile âyetler okuyorlar; tatlı nefesli mukrîlerin sesleri, dertli ve acı feryatları göklere yükseliyordu. Güzel sesli müezzinler, halka, kıyamet yerine, bu kıyametin koptuğunu selâ vererek bildiriyorlardı. Yirmi bölük gûyende de Mevlâna’nın ölümünden önce söylemiş olduğu mersiyeleri okuyordu. Nekkarecilerin naraları, zurna ve beşaret, nefir v.s. sesleri “İsrafil’in surunun çalındığı zamanda...” (Kur’an, LXXIV, 8) âyetinde olduğu gibi kıyametler koparıyordu. Güneş doğarken medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Tabut, yolda altı defa parçalandı. Her defasında başka bir tabut yaptılar. Nurlu türbesinin bulunduğu mezarlığa geldikleri vakit karanlık basmış, gece olmuştu. İşte bu şekilde Mevlâna’nın temiz bedeni bütün Konya halkının ve bütün din temsilcilerinin katılımıyla babasının yanında toprağa defnedildi. (II, 13-14)