DİVAN-I KEBİR
Yard.Doç.Dr. Nuri Şimşekler
S.Ü.Fen-Edebiyat Fak.Öğ.Ü.
Mesnevî’den sonra en fazla ilgi gören bu eser, Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda- özellikle Şems’in kayboluşundan sonra- söylediği şiirlerin bir araya toplanmasıyla meydana getirilmiş olup, onun iç dünyasını ve ruhsal durumunu bizlere yansıtır.
“Dîvân” kelimesinin sözlük anlamı “toplanılan yer”dir. Edebiyatta ise bir şairin söylediği-yazdığı şiirlerin tamamının belli bir düzen içerisinde bir kitapta toplanmasına denir. İslâmî Edebiyatlarda edebî tür olarak oluşturulan divanlar, genellikle şairlerin ölümünden sonra onları sevenler ya da takipçileri tarafından toplanarak; nadiren de sağlığında bizzat şairlerin eliyle meydana getirilmiştir.
Dîvân-ı Kebîr, Dîvân-ı Şems, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems gibi adlarla anılan Mevlâna’nın divanı da onun ölümünden sonra muhtemelen oğlu Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi ve diğer müritleri tarafından bir araya getirilmiştir. Tabii ki diğer şairlerde olduğu gibi Mevlâna’nın şiirleri de çeşitli mecmua ve şahıslardan toplanırken araya başka şairlerin şiirleri de karışmış ve 40-50 bin beyit hacimli Mevlâna divanları ortaya çıkmıştır. Günümüzde hâlâ devam eden bu problem için henüz bir çözüm yolu bulunamamış ve bu çözüm de şimdilik imkansız görünmektedir.
Yazma, Basma ve Beyit Sayıları
Mesnevî’ye oranla daha az yazması bulunan Divanın en muteber nüshası henüz tespit edilememiş; eldeki nüshaların beyit sayısı ise seçmeler ve tamamı olmak üzere 5 bin ila 47 bin arasında değişmektedir. Mevlâna Müzesi 72 no’daki 1271/1854 tarihli bir yazma ise eski nüshalardan karşılaştırılarak istinsah (kopya) edilmiş olup 28530 beyittir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın tamamını tercüme ettiği Dîvân-ı Kebîr’in yine aynı müzedeki (no:68-69) yazma nüshası ise 44834 beyittir.
Divanın tamamı Prof. Dr. Bedîüzzamân Furûzânfer tarafından 1345 hş./1966 yılında on nüshanın karşılaştırılmasıyla tenkitli neşir olarak Tahran’da basılmış ve şu ana kadar yapılan en iyi neşir olarak kabul görmüştür. Bundan önce 1885 yılında Hindistan’da ve 1336 hş./1957 İran’da (Tahran) yapılan neşir ise başka şairlerin şiirleri de karışmış olması bakımından değer taşımamış, yapılan tam tercümelerde esas kabul edilmemiştir.
Türkçe Tercümeleri
Divanda yer alan şiirler geçtiğimiz yüzyıllarda parçalar halinde Türkçe’ye(Osmanlıca) tercüme edilmiş ve mecmualar içerisinde yer almıştır. XX.yüzyılın başlarında ise (1896) Veled Çelebi tarafından İstanbul’da yayınlanan Mevlâna’nın rubaileri daha çok ilgi görmüş; başta Maârif eski vekillerinden Hasan-Âli Yücel olmak üzere (1932); 1939, 1944 ve 1955’de Âsaf Halet Çelebi; 1937’de Hüseyin Rifat Işıl; 1945, 1963, 1964 ve 1982’de Abdülbaki Gölpınarlı; 1964 (ve 1986) yılında M. Nuri Gençosman ve 1999’da Talat S. Halman tarafından tercümeleri yayınlanmıştır. Bu çevirilerden Gölpınarlı ve Gençosman’ın (1986, I-II c.) yayınları tam metin, diğerleri ise rubailerden seçmeleri kapsamaktadır.
Mevlâna’nın karışık şiirlerinden(Gazel ve Rubaî) seçmeler de ilk olarak Destegül adıyla Mithad Bahari (Beytur) tarafından yayınlanmış (İstanbul,1925 ve1959); 1955’de de Abdülbaki Gölpınarlı Güldeste adıyla Mevlâna’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirerek yayınlamışlardır. Günümüzde de hâlâ devam eden bu tercümelerden Şefik Can’ın Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, (I-III c., Ötüken Yay. İst.,2000) ve Dr.Yakup Şafak’ın derlemesi de sade bir dille hazırlanmış ve okuyuculara sunulmuştur.(Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler I, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., 2000)
Dîvân-ı Kebîr’in günümüze kadar tam tercümesini yayınlayan tek kişi ise Mevlâna’nın tüm eserlerini dilimize kazandırmış olan Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı, ciltler halinde tercüme edip yayınladığı bu tercümesinin I. ve V. ciltlerini Remzi Kitabevi’nde (1956-1960), VI. cildi Milliyet Yayınları’nda (1971), VII. cildi ise İnkılâp Kitabevi’nde (1974) neşretmiştir. Bu tercümenin tamamı ise yine VII cilt olarak 1992 ve 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından iki defa yayınlanmıştır.
Diğer Dillerdeki Tercüme ve Etkileri
Mevlâna’nın şiirleri son yirmi-otuz yıldır özellikle Avrupa ve Amerika’da büyük ilgi görmekte ve başta Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca olmak üzere birçok dünya dillerine tercüme edilmektedir. Bu yayınların sayısı ise tahminlerden oldukça yüksek olup hızla artmaktadır. Burada yakın zamanımızda yapılan bu tercümelerin detayına girilmeyecek, bilgi olması bakımından ilk tercümeler hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Mevlâna’yı Avrupa’ya tanıtan ilk kişilerden biri olan Friedrich Rückert (ö.1866) 1821 ve 1836 yıllarında hem Mevlâna’nın şiirlerini Almanca’ya tercüme etmiş hem de Mevlâna’ya ithafen yazdığı şiirlerini yayınlamıştır.
Yine; Mevlâna konusunda tartışmasız uzmanlardan biri olan İngiliz R.A.Nicholson 1898 ve 1950 yıllarında Dîvân-ı Kebîr’den seçtiği şiirleri İngilizce’ye tercüme ederek Mevlâna’nın Batıda tanınmasına katkıda bulunmuştur.
Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbâl de (1877/1938) Mevlâna’yı örnek almış,onu kendisine “Pîr” bilmiş, onun şiirlerinden aldığı ilhamla Câvid-nâme adlı meşhur eserini oluşturmuş ve 1934 yılında neşretmiştir.
Birçok kişi tarafından İngilizce’ye tercüme edilen Mevlâna’nın şiirleri, günümüzde de Nevit Oğuz Ergin tarafından Gölpınarlı’nın Türkçe çevirisinden faydalanılarak İngilizce’ye çevrilmektedir. Şu ana kadar XII cildi yayınlanan bu tercüme TC. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Amerika’da (California) basılmıştır. (Dîvân-i Kebîr, Translated by Nevit Oğuz Ergin, I-XII c., 1995-2000, California, USA). Tamamı XXII cilt olarak tasarlanan ve geliri Amerika’da bulunan “Mevlâna’yı Anlama Derneği” ne (Society of Understanding Mevlâna) bağışlanan bu çeviri Amerika’da Mevlâna’yı ve fikirlerini tanıtma açısından oldukça önemlidir.
Yapısı ve Konuları
Divanın hemen hemen tamamını gazeller ve rubailer oluşturur. Mevlâna, Mesnevî’de olduğu gibi bu nazım türlerinde de gerek lâfız ve gerekse mânâ bakımından birinci sınıf şairler arasında nitelendirilir. Bu bakımdan; o klâsik mânâda kaside (övgü) şairi değil; ilâhî aşkın nitelendirildiği gazel ve rubai üstadıdır.
Mevlâna’nın gazelleri aruzun 21 ayrı bahrinde söylenmiş ve Gölpınarlı’ya göre de 21 ayrı divan oluşturulmuştur(47). Gazellerin sonunda yer alan iki bine yakın rubai ise ayrı bir rubailer divanı olarak telâkki edilebilir.
Mevlâna, gazellerinin büyük çoğunluğunu Şems olmak üzere az sayıda Selâhaddin-i Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi için söylemiş ve çoğunlukla “Şems”, bazen de “Selâhaddin”, “Hüsâmeddin” mahlaslarını kullanmıştır. Ayrıca gazellerinin bir bölümünde de “Hâmûş” (suskun) mahlasını kullanmıştır. Şems’le karşılaştıktan sonra şiire daha da ağırlık veren Mevlâna “Hâmûş” mahlaslı şiirlerini muhtemelen Şems’ten önce söylemiştir(48).
Allah’a duyulan aşkı, döneminin özelliklerine uyarak şiir halinde yansıtan Mevlâna, Şems (güneş)(49) başta olmak üzere, bağ-bahçe, gül-bülbül, âşık-mâşûk, deniz-damla, mey-sâkî gibi sembollerle ilâhî aşkı hep ön plânda tutmuştur.
Mevlâna bu tarzdaki gazellerinde, Mesnevî’sinde olduğu gibi Allah’a kavuşmadan gönlünün huzur bulamayacağını, ilâhî aşkı yazmada aciz kalıp kaleminin kırıldığını, bu dünyanın bir balçıktan ibaret olduğunu, çok yemenin menzile ulaşmada engel teşkil ettiğini, aşkın akla olan üstünlük ve yüceliğini, nefsin kötülüğünü, miskin miskin oturan insanların bu tembellikleriyle maksada (ilâhî aşk) ulaşamayacaklarını, gecelerin uyumakla değil de aşk ve ibadetle geçirilmesi gerektiğini son derece vurgulayıcı olarak dizelere döküp hem lâfız, hem de mânâ ustalığını gösterdiği gibi, okuyanı eğitmeyi de ihmal etmez. Bu bakımdan Mesnevî’de olduğu gibi şiirlerinde de didaktik bir üslup hakimdir.
Bazı şiirlerinde de gazelin ruhundan farklı olarak sosyal konulara girer; rüşvet yiyen kadıları eleştirir; yalancı şeyhleri, yobaz bilginleri menfaatçi ve aşağılık olarak nitelendirir; pazar yerlerinden, düğün adetlerinden, sokakta oynayan çocuklardan, zulmete direnişten, özgürlükten bahseder. Mevlâna bu tarz şiirleriyle de adeta döneminin toplumsal olaylarını ve konumunu bizlere yansıtarak, bir tarihçi görevi yapar.
Mevlâna, bazen de karşılaştığı olaylarla ilgili fikirlerini şiirlerine yansıtır ve olayın içeriğine göre yine etkileyici bir üslubu tercih eder. Buna örnek olarak Selçuklu Sultanı Rükneddin Kılıçarslan’ın (ö.1265-66) Mevlâna’nın izin vermemesine rağmen Aksaray’a gitmesi ve orada öldürülmesidir. Mevlâna bu olayın ardından;
Ne-goftemet me-rev ancâ ki âşinât menem
Der-în serâb-ı fenâ çeşme-i hayât menem (50)
(Demedim mi sana gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak;
Şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak)
beytiyle başlayan meşhur gazelini söyler.
Mevlâna, yine Şems’ten sonra halife seçtiği Selâhaddin-i Zerkûb’un (ö.1258) ölümünden sonra son derece duygusal bir gazel söyleyerek onun ölümüne bütün dünyanın ağladığı gibi, meleklerin de gözyaşı döktüğünü, yaydan fırlayan ok gibi Selâhaddin’in kendinden ayrıldığını belirtir(51).
Mevlâna rubailerinde de şiir sanatları bakımından son derece başarılı olmuş; iki bine yakın rubaisinde gazellerinde olduğu gibi ilâhi aşkı ön plana çıkarmış ve yukarıda geçen konuları işlemiştir.
Mevlâna Niçin Şiir Söyledi?
Dünya edebiyatlarında edip ve düşünürlerin fikirlerini ifade aracı olarak yararlandıkları şiir, tarihin ilk dönemlerinde dahi önemli bir etkileme vasıtası sayılmış; şiire büyük bir önem verilmiştir. İslâmî edebiyatlarda (özellikle Fars edebiyatı), Selçuklu Devletinin güçlenmesiyle tasavvufî bir boyuta giren şiir, gerek bu dönemde gerekse ileriki zamanlarda, mutasavvıfların dinî anlayışlarını ve dinde takip edilecek yolları Kur’an ve Hadisler ışığında halka yol göstermeye amaç kılınmıştır. Bu dönemlerde yetişen fikir adamlarının hemen hemen tamamı bu amaç doğrultusunda şiir söyleyerek divanlar oluşturmuşlar, bununla övünmüşler ve çevrelerine binlerce mürit toplamışlardır. Yine bu dönemlerde bu tarzdaki kişilerin şiir söylememesi bir eksiklik olarak görülebilmiştir.
İşte böyle bir ortamda yetişen Mevlâna da döneminin özelliğine uyarak şiirler söylemiş; ama bu özelliğiyle hiç övünmemiş hatta şiirden bıkkınlığını dile getirmiştir. Mürit ve dostlarının ısrarlarına dayanamayarak şiir söylediğini belirten Mevlâna bu konuda şöyle der:
«...Yanıma gelen dostlar bıkmasınlar korkusu ile şiir söylüyorum, ki bununla meşgul olsunlar. Şiir söylemeyi ne kadar terk etsem de, onlar arayarak bana tekrar şiir söyletiyor...Ben nerede, şiir nerede? Allah’a yemin ederim ki ben şiirden usanmışım ve benim nezdimde şiirden daha kötü bir şey yoktur.»(52)
Mevlâna, yine gelenek olduğu üzere şiir söylediğini, oysa ki asıl istediğinin ders vermek, kitap yazmak ve vaaz vermek olduğunu belirtir(53).
Mesnevî’sinde de “Ne zamana kadar nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de dilsiz olmayı sına bakalım”(54) diyerek kendisine şiir söylememeyi telkin eden Mevlâna, bazen de mânâyı şiire sıkıştırmaya çalışmanın yanlış olduğunu ve okuyanların yanlış anlayabileceğini belirterek bundan çekinir(55).
Mevlâna, yine Mesnevî’sinde şiir yazmanın, vezin ve kafiye uydurmayı düşünmenin “Sevgili” den ayrı kalmaya sebep olacağını; asıl amacın üzüm bağına girmek olduğunu oysaki sözün, bu bağı duvarla örüp kapattığını vurgulayarak şöyle der:
«Ben kafiye düşünürüm, sevgili de bana der ki : Yüzümden başka bir şey düşünme!
Ey benim kafiye düşünenim ! Rahatça otur; benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.
Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da bu üçü olmaksızın seninle konuşayım.»(56)
Mevlâna, bu türlü şiirden yakınmasına rağmen özellikle Şems’in öldürülmesiyle(?) ondan ayrılmasından sonra kendini şiire vermiş(57); sabah-akşam, evde-sokakta içine doğan ilâhî sırları şiir halinde yansıtmıştır. Okuyanlara da bir gazelinde «Benim şiirim mısır ekmeğine benzer, gece gelir geçerse yiyemezsin; tazeyken yemeye bak, üstü tozlanmadan ye onu! »(58) diyerek şiirdeki mânâların bir an evvel kavranması ve buna göre hareket edilmesini öğütlemiştir. Çünkü Mevlâna, Şems vesilesiyle Allah aşkına ulaştıktan sonra gönlünü dünyevî nimetlerden temizleyip (mâsivâ) Allah’ın kemaliyle, onun aşkıyla doldurmuş ve bu duygularla şiirlerini söylemiştir. Öyle ki bir rubaisinde şöyle der:
Ben âşıklığı senin kemâlinden öğrendim.
Beyit ve gazel söylemeyi cemâlinden öğrendim.
Gönül perdesinde hayalin raksetmede;
Ben en güzel raksı senin hayalinden öğrendim(59)
Mevlâna, yine başka bir rubaisinde ilâhî aşkla şiir söyleme sebebini şöyle dile getirir:
Aşkın gönlüme dolduğundan beri,
Aşkından başka neyim varsa hep yandı;
Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım
Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim(60)
Mevlâna, Divanının Önsöz’ünde de şiirlerini ilâhî denizin ışıltıları, gayb denizinin iri incileri olarak nitelendirir ve devamında şöyle der:
“... Bu sözler (şiirler) ruhun sırları, Nuh’un gemisidir; kutlu nefeslerdir, kusurlardan münezzeh tertemiz Allah’ın esintileridir... Huzur ehlinin anahtarı, gayb âlemindeki hür kişilerin makamlarıdır...”
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de diğer şairlerle erenlerin şiirlerini kıyaslar; erenlerin şiirlerini Kur’an’ın tefsiri ve sırları olarak nitelendirir, babasının şiirlerini kastederek şöyle der:
“Erenlerin şiiri, şairlerin düşünceyle, hayalle, yalan, dolan, mübalağayla uydurdukları şiirlere benzemez... Öbür şairler bunların şiirlerini de kendi şiirleri gibi zannederler. Onlar bilmezler ki onların işleri de sözleri de Yaratıcı’dandır... Çünkü bunların şiirleri kendilerini değil Allah’ı işaret eder.
Âşıkın şiiri tamamıyla tefsirdir; şairin şiiri ise sarmısakın verdiği hararetten meydana gelir.
Âşıkın şiirinden Hakk kokusu gelir; şairinkinden ise şeytanın vesveseleri doğar.
Çünkü âşıkın şiiri Kur’an’ın tefsiridir; ruhun huzurudur; imanın nurudur.
Hâttâ ondan da öte, herkesi Allah’a ulaştırır; bu sırrı bil de kendine gel!
Bu şiirleri herkesin şiiri gibi okuma; her ikisinin şiirini de bir tutma!”
DÎVÂN-I KEBÎR’DEN SEÇMELER
Bize doğru gel, bize!
Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?
Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!
Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.
Artık bu sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.
Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!
Padişah oğlusun sen, Cebrâil’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul, babanın yurdunu bir arasan!
Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur.
O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.
Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilâhi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!
(Gölpınarlı, I, 253; Furûzânfer,844)
Geldiğin yer hiç mi aklında yok?..
Hiç biliyor musun? Rebap ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Tahta da diyor ki, yemyeşil bir daldım ben; balta kesti, bıçkı dildi beni.
A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz; sonunda dönülüp huzuruna varılacak Hakk’a feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.
Önce Hak’tan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale, şekilden şekle döne döne ona gidiyoruz biz.
Sesimiz, kervandaki çana benziyor, yahut da buluttan düşen yıldırım sanki.
A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.
Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.
Müjdeler olsun ey kavim! İşte bu, kapının açılışıdır; tezce dolanmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.
Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin razılık vakti geldi çattı, ferahlayın.
Dedi ki kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp yakan dolunay göründü.
Otlak, sulak bir yer burası, çöktürün develerinizi; öyle nimetler var burada ki sayıya sığmaz.
Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.
A ulular biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık; doğrusunu daha da iyi bilir Allah.
(Gölpınarlı, IV, 154, 155; Furûzânfer, 304)
Benden ayrılma demedim mi?
Demedim mi sana, gitme oraya;
seni tanıyan, bilen benim ancak;
şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.
Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de
sonunda gene bana gelirsin; varacağın yer benim ancak.
Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma;
senin râzı olacağın otağın, şekillerini düzen benim ancak.
Demedim mi sana deniz benim, sen bir balıksın;
karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benim ancak.
Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme;
gel, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.
Demedim mi sana yol kesenler var, seni soğuturlar;
buz gibi ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak.
Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana;
beni kaybedersin; halbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.
Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme;
sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu;
ilâhi huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.
(Gölpınarlı, III, 250; Furûzânfer, 1725) |