İKBAL ve MEVLANA
Dr. Cavit İkbal
Muhammed İkbalin oğlu
Muhammed İkbâl ve Mevlâna dinî şairler olarak, şiirleriyle kendi çağlarının manevî iradelerini tasvir etmeye çalışmışlardır. Her ikisi de okuyucuyu büyüler. Çünkü mesajlarındaki tazelik, zamanın akışı ile tesirini yitirmemiştir. Her ikisi de olağanüstü çalkantılı dönemler yaşamış olmalarına rağmen, şaşkın insanlığa umut ve huzur vermişlerdir.
Mevlâna'nın yaşadığı 13'ncü yüzyıl İslâm'ın yarattığı görkemli medeniyetin yıkılışına tanık oldu. Bu bir manevî ve kültürel çöküş devresıydi. Din bilginleri sadece zevahirle ilgileniyorlardı; Kur'an-ı Kerim 'i de sadece bir "kuramlar kitabı" hâline getirmişlerdi. Sûfîler Şeriât'ı terketmiş, Budizm ve Vedantik felsefenin etkisiyle pasifliği, kaderciliği ve dünyadan kaçışı benimsemişlerdi. Hukukçular zamanlarının çoğunu saçma sapan tartışmalar ile geçiriyor ve İslâm'ı sadece bir yasal düzen hâline getiriyorlardı. Ulemâ ise sadece akılcı bilimlerle ilgileniyor ve neredeyse ruhbanlık sistemini benimser bir hâle geliyorlardı. Hurafeler ve batıl inançlar yayılmış ve birçok tanınmış Müslüman "Haşşaşîlerin" kurbanı olmuştu.
Bu dönemde; İslâm en korkunç iki düşmanıyla da karşılaştı. Batı'daki Haçlılar ve Doğu'dakı Moğollar. Her tarafta ölüm ve tahribat vardı. İlim adamları kendi canlarını ve güvenliklerini korumak için vatanlarından kaçıyorlardı. Ancak bu karışıklık Konya'ya varamadı ve burası bunalımlı bir dönemde bile bir barış beldesi olarak kaldı.
İkbâl'in yaşadığı çağ; yani 19'ncu yüzyılın sonuyla, 20'nci yüzyılın başı da bunalımlı bir dönemdi. Osmanlı İmparatorluğu dağılıyordu. Balkanlardaki savaşlar Türkiye'yi Avrupa'daki topraklarından mahrum etmişti. Müslümanlar Doğu Avrupa'dan kovuluyorlardı. Mısır, İngilizlerin çizmesinin altındaydı. Fransa, Fas'ı ele geçirmişti, Çin ve Orta Asya'daki Müslümanlar Milliyetçi Çin İmparatorluğu ve Rus Çarlarının kölesi olmuşlardı. Iran çöküyordu. Afganistan İngilizlerin hakimiyeti altındaydı. Hint Müslümanları ise kaybettikleri özgürlüklerini tekrar kazanmaktan umutlarını yitirmişlerdi. İngiliz hakimiyeti altında "büyük azınlık" durumuna düşmüşlerdi. İtalya Trablusgarb'a saldırmıştı. Ruslar Meşhed'i bombalıyordu. Irak ise İngilizlerin istilasına uğrayıp işgal edilmişti. İstanbul bile Ingilizlerin eline düşmüştü. Suriye Fransa'nın eline geçmiş ve Sevr Antlaşması uyarınca Türkiye de parçalanmaya çalışılıyordu.
Diğer tarafta ideoloji alanındaki durgunluk ulemanın sadece geriye bakmalarını sağlamış ve düşünceleri bakımından özgür ve yaratıcı olmaktan çıkmışlardı. Çökmekte olan tasavvuf hareket iradesini öldürmüş, hukukçular da "içtihad" kapılarını kapatmıştı. Böylece, Ikbâl'in yaşadığı çağda genellikle geçmişte yaşayan ve sürekli olarak "savunmada olan" Müslümanlar insiyatiflerini kaybetmişlerdi.
Mevlâna ve İkbâl arasında 700 yıllık uzun bir ara olmasına rağmen her ikisinin de kendi çağlarında fitne ve kötülükleri bastırdığı görülür.
Onun için diyebiliriz ki, Mevlâna'nın 13'ncü yüzyılda kazandığı başarıyı, İkbâl de O'ndan ilham alarak 19. ve 20'nci yüzyılda kazanmıştır.
İkbâl öğrencilik çağından beri Mevlâna'nın eserlerini biliyordu. 0, ilk olarak Mevlâna'nın düşüncesindeki geleneksel "vücûdî" yorumunu benimsemiş; ancak kendisi derinlemesine inceledikten sonra Mevlananın geniş kapsamlı “vucüdiyet”in değil; aksine, insan ile Allah arasındaki çok yakın ve samimi sevgisinin savunucusu olduğunu anladı. İşte bu safhada Mevlâna, ikbâl için "Âşıklar Kervanının Rehberi" oluverdi ve O, O'nu bir pîr ve mürşit kabul etti.
Daha önce de belirttiğimiz gibi düşünce bakımından İkbâl ve Mevlâna arasında bir çok benzerlik vardır. Her ikisi de İslâm tarihinin bunalımlı dönemlerinde yaşamış; ve çürümekte olan çevrelerine karşı alışılmışlığın dışında bir tepki göstermişlerdi. İkbâl'in felsefesinin ana teması olan "benlik"in kökleri, Mevlâna'nın insan haysiyetine saygı ve Allah'ın ulûhiyeti ile ilgili basit öğretilerinde bulunabilir, ikbâl, O'nu izlerken bir adım daha ile gidip, insan kişiliğinin var olması ve benliğinin güçlendirilmesi için ayrıntılı bir sistem geliştirdi.
Mevlâna, demir ve ateşi örnek göstererek insan ile Allah arasında birleşip tamamen kaybolma durumunun hasıl olmadığını ve tamamen geçici bir değişiklik meydana geldiğini, dolayısıyla insanın Allah'tan her zaman ayrı bir kimliğe sahip olduğunu vurguluyor. İkbâl ise, Allah'ın sıfatlarının, sevgi vasıtasıyla insana sirayet ettiğini düşünüyor, ikbâl bunun için şöyle bir örnek veriyor : Nasıl ki denizin dibinde bulunan sedefe düşen bir damla su, bir inciye dönüşüyorsa, insan da daha iyi bir evren ve daha mükemmel bir dünya düzeninin kurulması için çalışmalarında Allah'ın iş ortağı ve yardımcısı mertebesine yükselebilir. Dahası; Mevlâna evrime (gelişim,değişim) inanırken, ikbâl de değişiklik felsefesinin savunucusu ve evrenin sürekli değişiklik içinde olduğuna ve bunun, Allah'ın daimi bir işi olduğuna işaret eder. Böylece, ona göre "insanın yaratıcı faaliyetlerinin" bir sonu yoktur.
Mevlâna'ya göre akıl, şeytandan aşk ise Hz. Adem'den kaynaklanır. Bu bakımdan, aklın, aşka tabi olduğuna inanır. İkbâl'e göre sezgi (veya aşk) aklın daha yüksek bir şeklidir ve mürşidi gibi aşkı sadece övmekle kalmaz, bunu yaratıcıtıcı ve dinamik bir güce çevirir.
İkbalin düşüncesindeki şeytan, insanın evriminde dinamik ve hareketli bir güçtür. Bu, gene Mevlâna'nın bu konudaki görüşünün ileri bir safhasıdır. Çünkü Mevlâna da insanın düşünsel, ahlâki ve manevî gelişmesindeki kötü yanlarını iyi bilmektedir.
Mevlâna da, İkbâl de hür iradeci olup, insanın özgürlüğüne inanırlar. Her ikisi de onun hayat mücadelesine katılmaları ve bunun için düşünce, ahlak ve yenilenen evrene "sevgiyle" katkıda bulunmalarını ister. Mesajları, geçmiş veya rafa kaldırılmış eski geleneklerle ilgili olmadığı için, "çağdaş insan"a yöneliktir.
Bunlar, ileri görüşlü olup, insanın taptaze, yenilikçi ve yaratıcı olmasını sağlar.
Sonuç Olarak;
İkbâl'in kabrinden alınan bir avuç toprak, Mevlâna Müzesi'nde müridi için yapılan sembolik bir mezarda durmaktadır. Hint Yarımadasında Müslümanlara ait ayrı bir devletin rüyasını görmüş olan Pakistan'ın manevî kurucusu İkbâl, mutlak surette Mevlâna'nın eserlerinden ilham almıştı. Bu nedenle; Pakistan, coğrafi olarak Güney Asya'da bulunmasına rağmen kökleri Konya'da bulunmaktadır.
Mevlâna'nın dönemini, kendi dönemi ile karşılaştıran İkbâl, doğru olarak şöyle demiştir: "O geçmişte fitneciliği bastırdı, ben de günümüzde aynı şeyi yapıyorum." Böylece, Mevlâna'nın 13. asırda yaptığını, ondan ilham alan İkbâl 19 ve 2O.yy'da başardı.
İkbâl, hem Doğu hem de Batı felsefesini çok iyi biliyordu. Ortaya çıkan önemli soru, değişik felsefe disiplinlerinden geçerken, niçin Mevlâna'yı kendisine "üstat" ve "manevî rehber" olarak seçti?
Buna sebep, pek çok ortak yanlarının olmasıdır, derim. Her ikisi de İslâm tarihinin karmaşık dönemlerinde yaşadılar. Mevlâna, insanın değerini telkin etmiş ve Allah'nın üstünlüğünü vâz etmiştir. İkbâl'in Benlik Kavramı'nı, Mevlâna'nın bu öğretilerine dayandırdığı söylenebilir. İnsanın manevî gelişmesinde kötülüğün pozitif değeri konusunda Ikbâl'in rehberi gene Mevlâna'dır. Ikbâl'in, insan hayatının evriminde ve evrenin genişliğinde şeytanın kavrayıcı, dinamik ve aktif kudreti hakkında görüşü, Mevlâna'nın fikirlerinin bir uzantısıdır. Mevlâna bir özgürlükçü olup, insanın özgürlüğüne inanırdı. İkbâl de Mevlâna gibi bir özgürlükçüdür; ve O da insanın hür olduğuna inanır.
Böylece her ikisi de insanlığa bir ümit mesajı verirler. İleri görüşlü, insana hayat mücadelesine katılmasını öneren, tabiatta bir yol bulucu olmayı ve daima en yeniyi bulmayı öğütlerler.
|