Site Haritası
Kur'an-ı Kerim
Hadis-i Şerif
Hz. Mevlana
Eserleri
Bahâeddin Veled
Seyyid Burhaneddin
Şems-i Tebrizi
Selahaddin Zerkubî
Sultan Veled
Hüsâmeddin Çelebi
Hz.Mevlâna Dergâhı
Sema
Adab ve Erkan
Yolun Mertebeleri
Çelebilik
Mevlevi Ayinleri
Mevlana İhtifalleri
Akademik
Yükle
Hizmeti Geçenler
Mesnevi Sohbetleri
Mesnevi Hikayeleri
Fihimafih Okumaları
Duyuru&Etkinlik
Haberler
Semazen Video
Semazen Radyo
E-Kart
Projelerimiz
Foto Galeri
Soru ve Cevaplar
Linkler
Evrad-ı Şerif
KONYA
Dinletiler
Ney Nağmeleri



 

Google

Kur'an-ı Kerim

Dinleyelim

Hz. Mevlânâ'nın eserlerinden hangisini okudunuz?
Mesnevi
Divan-ı Kebir
Fihimafih
Mecalis-i Seba
Mektubat
Birkaçını
Hiç Birini
 
Rubailer

RUBAİLER

 

ÖNSÖZ

       Rubai Nedir? İslamî edebiyatta bir nazım şekli olan rubai, dört mısra'dan ibarettir. Birinci, ikinci ve dördüncü mısra'ları kafiyelidir. Dört mısraı kafiyeli olan rubailer de vardır. Böyle rubailere "Musarra Rubai" denir. Rubailere "terane" ve "dü Beyt" adı da verilir. Rubâi'nin (kıt'a) dan ayrılması, vezin dolayısıyladır. Kıt'a, her vezinle yazıldığı halde, Rubai, kendine has olan bir vezinden başka bir vezinle yazılmaz.

Rubâi'nin 24 vezni vardır. Bu vezinlerden 12'si "Mefûlü= - - ."cüz'ile başlar ki bunlara: "Ahreb vezinleri" derler. Diğer 12'si "MeFulün= - - -" cüz'ile başlar. Bunlara da "Ahrem vezinleri" denilir. "Ahreb vezinleri" daha ahenkli olduğu için şairler çoğu zaman bunları kullanırlar. Ahreb vezinlerin­den de en çok:

(Mefûlü=Mefailün-mefâilün-Fâ)

kalıbını tercih etmişlerdir.

Rubai vezniyle güzel Rubailer yazan ve Hz.Mevlânâ'nın rubailerinden de rubai vezniyle rubailer tercüme eden merhum "Muhittin Raif Yengin"in "Eski Rubailerim" adlı eserine, Filozof Şair Rıza Tevfik Bölükbaşı'nm "Rubailer ve tarihçesi" başlığı altında yazdığı "Takriz"den buraya bir kaç cümle almayı faydalı gördüm: (Şark Şiirinin, gazel, kaside, kıt'a gibi muhtelif nazım şekilleri arasında "Rubai" benim zevkime göre pek zarif bir nazım şeklidir. Bu şekil bana, eski Yunanlıların "Epigrama" sim hatırlatmaktadır. İran Edebiyatını, diğer edebiyatlara takdim edişimin sebebi de, "Rubâi"nin doğduğu yerin İran Memleketi olduğundandır.

Rubâi'nin ilk mısraı, tıpkı bir gazelin mat'laı "yani ilk beyti" gibi, iki mısra da birbiri ile aynı kafiyede olmak, üçüncü mısra'ı, çoğu zaman kafiyesiz, dördüncü mısra'ı da birinci beytin kafiyelerine uymalıdır.

Bazen Rubâi'nin dört mısraı da aynı kafiye ile kafiyeli olur. Fakat hassas şairlerden bir çoklarının iddiasına göre, bir rubaide üçüncü mısraın kafiyesiz olması daha iyidir. Çünkü, bu takdirde ancak dördüncü mısra'da tekrar kafiyeye dönüş kulağa hoş gelir. Bu yüzdendir ki, bir rubainin dört mısraında da aralıksız aynı kafiyenin tekrar edilmesi, işitme zevkini, ahengini zedeler. İran'da doğmuş olduğu hiç şüphe götürmeyen "Rubâi"nin, ancak islamiyetiri intişar ve tee'ssüsünden sonra zuhura geldiği muhakkakdır. Çünkü İslamiyetten önce, çok eski zamanlarda "Zerdüşt" edebiyatında rubai şeklinde hiç bir manzume yoktur.

Rubâinin zuhuru, gerçekten bir muammadır. Bir iki mısra ile çok manalı düşünceleri, duygulan ifade eden ve bana İslâmi, edebiyattaki "Rubâi"yi hatırlatan, eski Yunan Epigrama'ları önceleri mezar taşlarına yazılırmış, daha sonraları felsefî bir fikir için, hatta dua olarak yazılmıştır. Nihayet hicviye olarak da yazıldı ve başka mevzuları da içine aldı. Ben bu benzeyişlerden ötürü, Yunan kitabeleriyle, İslâmi edebiyatda rubailer arasında bir bağlılık olduğuna kuvvetle inanıyordum. Bu inancımın halline bir çare bulmak üzere İranlı dostlarıma mektuplar yazmış, sualler sormuştum. Müsbet olsun, menfî olsun bir cevap vermelerini rica etmiştim. Sonunda Muallim Pejuhi dostum, Isfahan şehrinin mezarlığında rastladığı çok eski bir mezar taşında inci kadar güzel olan şu rubaiyi bulmuş bana göndermişti:

 

"Ne yazık ki, benim bedenimde artık ruh yoktur. Eski püskü bir gömlek gibi olan kefenimden başka bir şeye malik değilim. Aziz dostlarım! Beni unutmayınız, beni yad ediniz; ben dönüşü imkansız olan bir yolculuğa çıktım."

Bu merak ile bir taraftan eski Yunan Epigrama'larının en güzellerini araştırdım, dikkatle zevkle okudum, bir taraftan da islâmi edebiyatta bulunan, Farisî ve Türkçe rubaileri senelerce tetkik ettim, M.XIII. Yüzyılda yetişen "Mevlânâ"nın ve onun muasırı (632/1234) de Kahire'de vefat eden "İbn-i Fârid"in yazmış oldukları rubaileri pek beğendim."

Merhum Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın yukarıya aldığım cümlelerinin bizi ilgilendirecek en önemli tarafı, Rubai yazan bir çok İran şairlerini zikretmeyip, hatta Hayyâm'ı bile hatırlamayıp da sadece "Mevlânâ"yı hatırlamasıdır.

En güzel şekilde İran edebiyat tarihini yazan RG,Browne'da "Rubai, Iran şiir dehasının en eski mahsüllerindendir, ve her türlü konu için kullanılır " demektedir.

İlk Rubainin M.VIII.y.yılda Rudekî tarafından yazıldığı söylenir. Rubai dört mısradan ibaret bir küçük manzume gibi görünürse de, aslında dört mısralık bir duygu, bir düşünce hazinesidir. Dört mısralık bir manzumeye, bir görüş, bîr duyuş, bir düşünüş âlemini nasıl sığdırabilirsiniz?

İşte Rubainin zor yazılışı bundandır. Bir gazel yazmak, bir kaside kaleme almak şair olanlar için zor değildir. Fakat bir rubai ortaya koymak, iki beyte derin manâlar, fikirler, duygular yerleştirmek, onları belirli kalıplara dökmek kolay değildir.

Rubai Yazanlar: Rubai nazım şeklinin bulunuşundan sonra, hemen hemen her şair, rubai yazmaya başlamış, böylece rubai de gazel, kaside ve musammatlar gibi klasik İslam edebiyatının bir nazım şekli olmuştur.

Farsça Rubai yazan sairler arasında, Ebu Said Ebu'lhayr (H.357-440) Ömer Hayyam, Baba Afdaluddin-iKaşannî, Baba Tahîr-i Uryânî, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ün kazanmışlardır. Iran şairleri arasında bilhassa Ömer Hayyam, rubaileriyle büyük bir şöhret kazanmıştır. Hayyam'ın Rubailerinin batı dillerine tercüme edilmesi onun şöhretini büsbütün arttırmıştır.

İran şairleri gibi, Türk Şairlerinin de hemen hemen hepsi rubai yazmışlardır. Eski Şairlerimiz arasında Rubaileri en çok beğenilen Azmizâde Haletidir, (ölüm: 1040-1630)

Nedim:

"Haleti Evc-i Rubaide uçar anka gibi" diyerek, ona hayranlığını belirtmiştir. Gerçekten de Hâletî'nin pek güzel Rubaileri vardır. Şu iki Rubai onun bu tarzda ne kadar başarılı olduğunu göstermeğe kafidir.

 

"Aşkın tecellileri meydana çıkınca, kararsız gönül, nur saçan bir fıskiye (gibi) oldu.

Ben öyle bir aşk ateşine düşmüşüm ki, benim bir alevime, bir parlamama, bin Tur dağı olsa dayanamaz.

 

Yani

Biz neşelendiğimiz zaman mahzun oluruz. Abâd olduğumuz zamanlar da, viran olur, kalırız. Biz kederle, cefâ ile beslenen öyle bir aşk kuşuyuz ki, kafesi açıp bizi hürriyete kavuşdurdukları zaman, uçar, gider tuzağa düşeriz.

Divan şairlerimizin hepsinin rubaileri olduğu gibi son devir şairlerimizden, Yenişehirli Avni'nin, Yahya Kemal'in, Cemal Yeşil'in, Fuad Bayramoğlu'nun, Arif Nihat Asya'nın, Ümit Yaşar'ın, Vedat Varol'un da hayli güzel Rubaileri vardır.

Mevlânâ'nın Türkiye'de basılan Rubaileri ve Tercümeleri:

1) Mevlânâ'mn rubailerinin asıllarını, Türkiye'de ilk defa Hz.Mevlânâ'nın torunlarından Merhum Veled Çelebi İzbudak bastırmıştır. (H.1314/1896) senesinde İstanbul'da Ahter Matbaasında bastırılan bu eserde 1942 Rubai bulunmaktadır.

Rubâiyyat-ı Hz.MevIana adı ile bastırılan bu metinlerin tercümesi (1965-1971) senelerinde M.Nuri Gençosman tarafından "Mevlânâ'nın Rubaileri" adı ile, Milli Eğitim Basımevinde basılmış, Şark islâm Klasikleri serisinin 39 numarası ile yayınlanmıştır.

Veled Çelebi Izbudak'ın neşrettiği bu Rubâiyyat ayrıca Mithat Baharı Beytur tarafından da dilimize çevrilmiş ve İsfahan'da Bahar Kitabevinde (1320-H.190ZM) senesinde basılan başka bir "Rubaiyyat-i Mevlânâ" adlı kitaptan da faydalanarak (2059) Rubai olarak tertiplen misse de ne yazık ki bu tercümeler basılmamıştır. (Mithat Bahâri Beytur Divan-ı Kebirden seç­meler Cilt I in önsözü, sahife 33.)

 2)  1928 den önce çıkan Hayat Dergisinde Hasan Ali Yücel Mevlânâ'nın bazı rubailerini asılları ile beraber neşretmişti. Hasan Ali Yücel bu rubaileri, Farsçalan da yeni harflerle yazılmış olarak 1932 senesinde tercümeleriyle birlikte neşretti, 167 ıtubâiden ibaret olan bu seçme Rubaileri Remzi Kitabevi bastırdı.

3)  1937 senesinde Hüseyin Rıfat Bey, Mevlânâ'nın 50'ye yakın rubaisini aruz vezniyle nazmen tercüme ve neşretmişti.

4)  1944 senesinde Asaf Halet Çelebi Hz.Mevlânâ'dan 276 rubaiyi tercüme ederek "Mevlânâ'nın Rubaileri" namı altında, asılları ile beraber yayınladı. Bu küçük kitap, Kanaat Kitabevi tarafından bastırıldı.

Rubailerin metinlerini, merhum Asaf Halet Çelebi kendisi yazdığı için bu kitap, ayrıca değer kazanmıştır. Bu Rubailer, Halet Çelebi tarafından Fransızcaya de tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır.

5)  1945 senesinde A.Golpmarlı'nın tercüme ettiği 210 Rubâi'nin "seçme Rubâiler"namı altında yalnız Türkçe tercümeleri Milli Eğitim Bakanlığınca islâm Klasikleri arasında yayınlandı.

6)   1963 senesinde A.GöIpınarli tarafından tercüme edilen 127 Rubai Konya Kanaat Matbaasında bastırılmıştır.

7)  1964 senesinde, Abdülbaki Gölpınarlı, Hz.Mevlânâ'nın Konya'da Mev-lana müzesinde teşhir vitrininde iki büyük ciltlik "Divan-ı Kebirdin, ikinci cildinin sonunda bulunan 1765 Rubainin yalnız Türkçe tercümelerini yayın­ladı. Bu kitabı, "Rubailer" adı ile Remzi Kitabevi bastırdı,

8)  Bendeniz de, 1965 senesinde Konya'da Heri Basımevinde basılan

"Mevlânâ ve Eflatun" adlı küçük bir kitapta, Mevlânâ'nın 87 Rubaisinin asılları ile beraber tercümelerini neşretmiştim.

9)  1986 yılında, değerli şair Feyzi Halıcı Hz.Mevlana'dan 111 Rubaiyi manzum olarakTürkçeleştirdi.Bu, Rubailer, Konya, Doğuş Ofset matbaasında basıldı.

Yukarıda tarih sırasıyla, Hz. Mevlânâ'nın Rubailerinin basılmış olan me­tinlerinden, mensur ve manzum tercümelerinden bahsettim. Memleketimizde Hayyam'ın rubailerinin metinleri ile tercümelerini beraber neşredenler çok olduğu halde, ne yazık ki Hz.Mevlânâ'nın rubailerini tam olarak tercümeleri ile beraber neşredenler bulunmadı.

Ben, ötedenberi, Hz.Mevlânâ'nm rubailerini tam olarak asılları ve ter-cümeleriyle beraber neşretmeği düşünür dururdum. Bu işe 1964 senesinde Konya'da vazifeli olarak bulunduğum zaman başladım. Mevlânâ Müzesi ki­taplığında bulunan çeşitli yazmalardan Mevlânâ'ya ait rubaileri derledim. Sonra Tahran Üniversitesi Profesörü Bediüzzaman Firuzanfer'in "Divan-ı Kebir"in 7.cildi olarak bastırdığı Rubaileri elde ettim. Bu Rubaileri, benim derlediğim rubailerle beraber, Gölpınarh merhumun Mevlânâ Müzesinde bulunan en eski divandan tercüme ettiği 1765 Rubai ile ve Veled Çelebi Efendinin nüshası ile karşılaştırdım. Daha sonra, Ankara Milli Kütüphane­sinde bulunan (Hicri 891 Miladi 1486) tarihinde yazılmış olan Rubâiyyat-i Mevlânâ divanının fotokopisinden, keza Nur-i Osmaniye nüshasından da faydalandım. En son olarak Tahran'da "Emir-i Kebir" müessesesinin neşri­yatından olup 1345 H.Şemsî senesinde basılan "Kulliyat-ı Divan-ı Şems-i Tebrizi" de bulunan 1955 rubaiyi de gözden geçirerek işbu 2217 rubaiyi derledim ve tercüme ettim.

Anlaşılması güç olan bazı rubaileri kısaca açıkladım. Böylece Mevlânâ sevenlere naçizane bir hizmette bulunmak istedim.

Sayın okuyucularım, Rubaileri okurken, bazı rubailerin bir iki kelime hariç birbirinin aynı olduğunu, bazı rubailerin de birbirlerine pek benzediğini göreceklerdir. Hz.Mevlânâ Rubailerini de Mesnevi gibi eline kalem alarak yazmamıştır. Çeşitli yerlerde, çeşitli vakalar karşısında, çeşitli duyguların etkisi altında irticalen söylemişlerdir. Yanında bulunan hayranları onları yazmış­lardır. Bazı tekrarlar görülmektedir. Hatta görüleceği gibi bir rubainin ikinci beyti tespit edilememiş, bir beyt olarak yazılmıştır.

Bendeniz de kaynak olarak kitaplardan aslından ayrılmadım. Kendiliğimden, "bu rubailer birbirlerine çok benziyor" diye almamazlık etmedim. Hatta "bu nihailer içinde Mevlânâ'ya ait olmayan rubailer de bulunabilir" diye düşünmedim. Kaynaklarda ne gördümse onları aldım. Birbirine çok benziyenleri, hemen orada, Rubâi'nin altına not ettim.

Rubailerin içinde tek tük müşkül olanları, anlaşılması zor olanları kar­şınıza çıkabilir. O zaman, o rubai üzerinde dikkatle durmak, anlamaya ça­lışmak tekrar tekrar okumak düşünmek gerekir.

Mevlânâ'mn rubailerinin özellikleri:

Hz.Mevîânâ gibi büyük bir mutasavvıfın, bir mütefekkirin, hassas, heye­canlı ve coşkun bir şairin dört mısrahk küçük bir nazım şekli olan "Rubai" içine, hislerini fikirlerini sığdırması, insanı hayretlere düşürür. Gerçekten de bu hal, büyük bir denizin, küçük bir havuza sığdırılmasına benzer. Duyguların ve düşüncelerin teksif edilerek bir komprime hâline getirilmesi her şairin yapamıyacağı bir şeydir. Bu sebepledir ki bütün dikkatimizi toplayarak onun rubaileri üzerine hakkıyla eğilir ve Mevlânâ'nın dilinden anlarsak, o mübarek velinin duygulan ve düşünceleriyle aşinalığımız varsa, onun tek bir rubaisinden bir kitap çıkarabiliriz. Bu rubailerin her biri, âdeta bir mesnevi özü olarak bizi büyüler.

Rubai derin manâlı bir şiir olduğu içiriş onu anlamaya çalışmak, onun derinliklerine inmek gerekir. Kitabın sonunda bulunan konu fihristine baka­rak, aynı konuda söylenmiş rubailer varsa, onları da okuyarak anlama zevkine varmağa çalışmak icap eder. Bir okuyuşta, bir çok rubai okuyarak zihni yormamalı, düşünceyi karıştırmamalıdır.

Şunu da belirtmek isterim ki güzel bir şiir, bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka aslındaki güzellikten bir şeyler kaybeder. Güzel bir şiir, çok kıymetli bir esansa benzer. Bir şişeden başka bir şişeye aktarılırken ruhu uçar. Bir şiir ne kadar güzel tercüme edilirse edilsin, aslındaki bedii güzelliğe ulaşamaz. Hele Mevlânâ'mn şiirleri hakkıyla tercüme edilemez? Çünkü Mev­lânâ'mn gönül ateşi ile söylediği mübarek şiirlerinde yalnız kendi duygulan ve düşünceleri değil, kendisi vardır, kendi aşkı vardır. Gerçekten, bir rubainin içine girebilirseniz, orada Mevlânâ'mn aşkını, heyecanını sıcak duygularını hissedersiniz. Bir yanardağ gibi kaynayan parlayan alev alev yanan duygulan ile "Mevlânâ" sizi başka bir âleme götürür. O âdeta, söylediği kelimelerin içine gizlenmiştir. Mübarek kalbi o kelimelerde çarpmaktadır. Başka şairlerin, akıllarını yorarak, kafiye ve vezin endişesiyle kendilerini zorlayarak yazdıkları rubaileri, Mevlânâ, aşkla, imanla gönlünde hissetmiş, onları rahatça konuşur gibi vezinli ve kafiyeli olarak söyleyivermiştir. Bu sebeple Hz.Mevlânâ'nm rubailerini, başka şairlerin rubaileri gibi okumamak lâzımdır.

Bu rubailer, bir velinin imanlı gönlünden yükselen feryadlardır, niyazlar­dır. Bu hakikati çok iyi anlayan Pakistanlı büyük şair ve düşünür İkbâl Hazretleri:

(Celaleddin-i Rumi'nin şiirlerini gönül kâbesine as) demektedir.

Bu ilahî nağmeler, bu rûhânî Rubailer, nasıl tercüme edilebilir? Benim gibi âciz bir insan bunlan nasıl Türkçeye çevirebilir? Hangi dilde O velinin mübarek dudaklarından dökülen ledünni kelimelerin karşılığı bulunabilir?

Sadece bu güzel, bu lâhutî Rubailerin asıllarını tam olarak Mevlânâ sevenlere sunmakla öğünebilirim. Tercümeleriyle haddim olmayarak, huzu­runuza çıkıyorum. Bu cüretimden ötürü Hak Aşığı ve maşuku Büyük Mevlânâ dan af edilmemi niyaz ediyorum.

İtiraf etmeliyim ki, rubailerdeki lâfız güzelliğini, ahenk güzelliğini, yani söz ve ses güzelliklerini, tercümelerinde yeterince gösteremedim. Sadece, asıllarındaki fikirlere, duygulara, mânâlara bağlı kalmaya çalıştım. Binlerce rubai içinde, hoşunuza giden rubailere rastladığınız zaman onlarda bulaca­ğınız güzellikler, hoşluklar, biliniz ki asıl metinlerde olan güzelliklerden, çok ufak birer kırıntıdır.

Tercümeler, asıllarında bulunan bütün güzelliklerin hepsini gösteren birer ayna olamaz ki..

Mevlânâ'nın âcizane mütalaanıza arz ettiğim bu rubai tercümelerini o-kurken güzelliğine, derinliğine tamamen varamadığınız, mânâsını anlayama­dığınız, zevk edinemediğiniz bir rubaiye rastlarsanız, rubai'nin aslındaki güzelliği, derinliği tercümelerimle size kadar getiremediğimi anlayınız da, aczimi hoş görünüz, bağışlayınız. Çünkü Mevlânâ, Rubâi'lerindeki fikirlerinin, duygularının, sezişlerinin ve ilhamlarının pırlantalarını öyle ustalıkla yontmuş, bu çok değerli pırlantaları koyup göstereceği mahfazaları öyle dikkatle seç­miştir ki insan bu sanata, bu yüksek kudrete karşı hayranlık duyuyor. Her ne kadar, bu kitaptaki binlerce rubai, sanat, nükte ve şiir bakımından bir­birinden farklı bir güzellikte olsalar da, mânevi yönden bunların hepsi de lâhûti bir sevgi denizinden, bir hakikat dünyasından yükselen duygu, düşünce dalgaları ile, kucaklarınıza serpilmiş aşk ve imân incileridir.

Bu rubailer, bazen bir hikmet, bazen bir hakikat, bazen bir irşâd, bazen de baştanbaşa güzellik içinde nurlar saçar.

Mevlânâ son derece hür fikirlidir. Fakat ondaki bu fikir hürriyeti, herkesin bildiği, herkesin anladığı fikir hürriyetinden çok daha derin, çok daha engindir. O bambaşka bir hürriyettir. Ondaki bu fikir hürriyeti, dinin, imânın, hakikatin, aşkın özüne, sırrına tam bir bilgiye, tam bir inanca varmış olmasındandır. Adeta, kendisi, o öz, o sır olmuştur da, o öz, o sır kendisinden doğmuştur. . Bu yüzdendir ki Mevlânâ, söylediği herhangi bir hakikati, herhangi bir fikri korkarak, tereddüt ederek, acaba böyle miydi? diye söylemez, kesin bir beyanla söyler. Bizim gözümüz, güneşi nasıl görüyorsa, o, söylediği sözün doğruluğunu, hakikatini bizim gördüğümüzden daha kuvvetli, daha açık bir görüşle görerek söyler.

Mevlânâ'nın sözlerinden sezebildiğimize göre; O, ilâhi isimlerden ziyade, o isimlerin müsammâ ile ve bedeni mücâhededen ziyâde, ruhanî mücâhede ile Hak yolunda yürüyerek ilerlemeyi üstün tutmuştur.

Mevlânâ manen vardığı bir makamda hiç durmamış, daima ileri gitmiş, daima ilerlemiştir. Onun için şunu tavsiye ediyor, diyor ki:

"Kardeş, bu Hak'kapusu, ucu bucağı olmayan bir kapudur. Sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan, sakın yeter deme, durma, ilerle"                                                      

 

Her gün benim için yeni bir yola çıkmak, yeni mesafeler almak gerekir.

Elinizdeki Divan-i Rubâiyyat'in özelliği:

Araştırmacıların, meraklıların, rubai metinlerini bulmakta zorluk çekme­meleri için, her harfe ait rubailerin, ayrı ayrı, alfabe sırasına göre fihristi yapıldığı gibi, kitabın sonuna rubailerin temas ettiği mevzulara ve isimlere dair bir de karma fihrist eklendi.

Metin ve tercümenin bir arada bulunuşu, Farsça bilenlerin çok işine yarayacaktır. Metinlere bakılarak, tercümelerin ne dereceye kadar asıllarına uygun olduğu belli olacaktır. Bu münasebetle, şunu da belirtmek isterim ki, tercümelerimde kelimeler üzerinde durmadım. Rubailerin ruhuna, anlamla­rına sadık kaldım, açıklamalı tercümeler yaptım. Böylece okuyucularımın rubaileri kolayca anlamaları için yardımcı olmaya çalıştım. Aynı rubailerin Gölpınarlı ve Nuri Gençosman tarafından yapılan tercümeleri'nin, Rubai numaralarını da Rubai metinlerinin fihristinde gösterdim ki, Mevlânâ'yı seven okuyucularımda, adı geçen mütercimlerin kitapları varsa, oradan da bakmaları ve aynı rubainin çeşitli tercümelerini birbirleriyle karşılaştırmaları mümkün olsun.

Şunu da açıklamak isterim ki, Mevlânâ'nın bu Rubailer Divanında öyle rubaileri var ki eşsizdir, manasındaki güzellik, nüktesindeki incelik insanı hayran eder, kendinden geçirir. Bu sebeple, bu güzel rubailerin zevkine varabilmek için kitabı her ele alışta ancak bir rubai okumak, onun üzerinde çok düşünmek, onu anlamaya çalışmak, onun zevkine varmak gerekir. Hoşunuza giden rubailerin numaralarını bir yere yazıp, tekrar tekrar okumak, o rubaiyi size çok sevdirecektir.

Hazret-i Mevlânâ hayranlarından

Emekli öğretmen Albay Şefik Can

 

 

Ey gece, nerelisin, hep böyle neş'eli gel. Ömrün bitmesin, kıyamete kadar uzasın, gitsin. Dostun yüzünün güzelliğinden, hatırımda öyle bir ateş var ki, ey üzüntü, eğer cesaretin varsa, gel, benim hatırıma gir.

Ey yolcu aklını başına al, seferin nereye? Hangi diyara gitmek istiyorsun? Nereye gidersen git, sen bizim gönlümüzdesin,. Denizden uzak düşmüş bir balık gibi, o denizin gamını daha ne kadar çekeceksin? Kupkuru kalmış dudakların ne zamana kadar denize hasret ve ayrılıktan şikâyet incilerini âleme saçacak?

Bir kurnazlık ederek sarhoş gibi kendimi oraya atayım, atayım da (bakayım), O cihanın canı orada mıdır? Ya maksadına erişeyim, o yurda ayak basayım, yahut da gönlüm gibi, başımı da, vereyim elden çıkarayım, gitsin.

Sesin, gönlümüzün sesine, gönlümüzün huyuna uysun. Gece, gündüz neş'elensin, söyledikçe söylesin...

Sesin yorulunca, biz de yoruluruz, hasta oluruz. Sesin, kamış gibi şekerler çiğnesin, ballar yesin.

Âşık, bütün yıl sarhoş olsun rüsva olsun olur mu? diye düşünmez olmalıdır. Aşık, coşkun olmalı, deli, divâne olmalıdır. Ayıkken her şeyin tasasını çekeriz gamını yeriz. Fakat sarhoş olunca: "ne olursa" olsun, der, işin içinden çıkarız.

Ömür tükendi ise Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadiyse, işte şuracıkta tükenmiyen ölümsüz ömür... Aşk, hayat suyudur, bu suya dal Bu denizin her damlasında başka bir hayat, başka bir ömür var.

Yazıklar olsun ki vakit geçti, bizse çılgın aşıkız, deli divâneyiz. Kıyısı belli olmayan bir denizdeyiz. Bir gemiye binmişiz, gece, bulutlu bir gece.. Allah'ın denizinde Allah'ın lütfü ile, onun ihsan ettiği güçle, başarıyla gemimizi sürüp durmaktayız.

Güzel sâkiyı rü'yamda gördüm, şarab kadehini eline almıştı.. Bu gördüğüm onun hayali idi. Ben, onun hayaline dedim ki:

-Sen onun kulusun, kölesisin ama bizim efendimiz, sahibimiz olmaya da lâyıksın. Umarım ki onun yerine geçersin de onun gibi bize şarab sunarsın. 

Bu aşk ateşi bizi pişirir, her gece hârâbata doğru çeker götürür. Başkası bizi bilmesin, tanımasın diyet yalnız Harabat ehli ile bizi bir araya getirir onlarla beraber oturtur. 

Ey seher rüzgarı! Bize haber ver; sen geçtiğin yolda, o alev alev yanan, o ateş dolu, o sevda dolu gönlü gördün mü? 0 gönül, yüzlerce yalçın kayaları, mermeri, graniti, ateşiyle yaktı, eritti.

Efendim, sen bizi artık rü'yada bile görmez oldun! Gelecek seneye kadar bir daha, bizi göremiyeceksin Ey gece, her an bize bakıp duruyorsun ama sen seherin aydınlığı olmadan bizi göremezsin.

Ey sevgili, geceleri, gök yüzünde dolaşan "ay" senin çevreni bulamamıştır Geceleri seni bulmak için uğraşana, dönüp dolaşana senin ayından armağanlar gelir. Her ne kadar şafağın çevresi al yanak ise de, bu onun tabii renginden değil senin sap sarı yüzünün güzelliğinden mahcup oluşundan, utanışındandır.

Bir ömürdür ki, senin gül bahçeni (gül yanağını) görmedik. O mahmur, o insanın aklını başından alan nerkis gözlerini seyretmedik...vefa gibi halktan gizlenmişsin, nice zamandır ki biz senin (güzel) yanaklarını görmedik.

Ey dost! Dostlukla sana çok yakınız. O kadar ki nereye ayağını bassan o yerin toprağı oluruz Âşıklık mezhebinde reva mıdır ki, âlemi seninle görelim de seni görmiyelim?

Ben bir müddet taklid İle kendimi bildim, kendimi beğendim. Ben o vakitler kendimde idim ama, asıl kendi varlığımı sezememiş anlıyamamıştım. Çünkü o zaman, ben kendimi görememiş, kendimi tanıyamamıştım, sâdece adımı işitmiştim. Fakat ne zaman ki kendimden çıktım (benliğimi terk ettim) işte asıl o zaman kendimi gördüm (kendimi buldum.)

Ben kendime, bazen "emir'im, bey'im" derim. Bazen de tutar "ben bir esirim" diye haykırırım. 0 haller geçti. Bundan sonra, ben artık kendime gelemem. Zâten kendime gelmemeyi, kendimde olmamayı âdet edindim.

Gönlümü, belânın geçtiği yola koydum özellikle senin arkandan koşsun diye gönlün ayak bağını çözdüm.. Bugün rüzgâr, bana senin güzel kokunu getirdi, ben de teşekkür için ona gönlümü verdim.

Geceleri, uykumu kaçıran sevgilim, mihrabımın gözyaşlarımla ıslanmasını ister. O, bir şey söylemeden geldi, beni tuttu suya attı..,öyle bir suya attı ki şimdi o su, benim suyuma da tatlılık vermede.

Benim zâtım, bahr-i kül, bütünlük âleminin denizi hâline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakkın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizâmı, bana aydınlanıp görünür. Ben ilâhi tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakıflarının bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.

Beni, önce binlerce lütuf ile okşadı. Sonra tuttu binlerce kahır ile, binlerce dertle beni eritti.. Benimle, sevgisinin zarı gibi oynuyordu. Ben, benliğimden geçip o olunca, (ben onda yok olunca) beni bırakıp gitti.

Birisinin destanı, aşk hikâyesi beni coşturdu, bana el çırptırdı. Beni canımdan etli, beni utanmaz, göremez, düşünemez bir halde yollara düşürdü. Hasılı onun gönlü, benim gönlümü evirdi, çevirdi, istediği hâle, istediği şekle soktu.

Bizim ruhumuzu yükselten, canımıza can katan kimdir? Diyorum. -Kim olacak? Ezelde, tâ başlangıçta, bize can lutf eden, can bağışlayandır. 0. bâzan doğan gibi, bizim, gözümüzü bağlar, bâzan da doğan gibi, av avlamamız için, açar, bizi ava salar.

Benim, aşktan başka hiç bir arkadaşım yoktu ve olmadı. Ne dünyaya gelmeden önce, ne de daha sonra aşksız yaşadım. Canım, içimden bana şöyle sesleniyor: Ey aşk yolunun olgun yolcusu bana kapıyı aç!

Adem oğullarının canına, şeytandan gelen gamı, kederi gidermeye 'La havle velâ kuvvete illâ billah" demek faydalıdır. Lâ havle çekenin nefesinden şeytan gamlandı, dertlendi, fakat "Lâ havle" diyenin gücü, arttı, nefesi çoğaldı.

Ey gönül, sakın gama kendinde yol verme, kendini kedere kaptırma. Cihanda, ruhen sana yakın olmıyanların, nâ mahremlerin sohbetine katılma. Madem ki, kuru ekmekte, tereyi yeter buluyor; bunlarla kanaat ediyorsun, el âlemin mağrur bakışlarına, bıyık bükmelerine zerre kadar değer verme.

Aşık, halvet gecesinde, izi belirsiz olan sevgilisinden ötürü, çok defa yıldızları bile ters görür de yolunu kaybeder. Çünkü vuslat gecesinde âşığın gözüne, gözbebeği bile zahmet verir» rahatsız eder.

Ben zerreyim, sen benim güneşimsin; ben gam hastasıyım, sen, tam benim ilâcımsın! Kolsuz, kanatsız arkanda uçar dururum, sanki, ben bir saman çöpü olmuşum, sen de benim kehribarımsın.

Ey durmadan akıp giden gözyaşı, gönlümüzdeki sevdayı artıran güzelimize, o bağımız, o baharımız, o hoş seyran yerimize de ki: Birlikte geçirdiğimiz gecelerimizden bir geceyi anınca, saygısızlıkların terbiyetsizliklerin dışına çıktığımızı düşünerek tasalanma, bizi mâzûrgörsün.

Bu oruç , kalbur gibi, canımı eler temizler. Onda bulunan gizli altın kırıntılarını, meydana çıkarır Parlak ayı hayran eden, ona gölge düşüren bir canın, hakikat güneşiyle arasında perde kalmaz. 0, o kadar parıldar ki, Zühal yıldızına nur verir,

0 cana canlar katan, o güzel, o, tatlı sözler, renksizdir. Amma alıngan mercana renk bağışlar! İman meş'alesine, ne lâtif nurlar verir. Evet, biz de, çok sözler söyledik, söyledik amma, onun gibi söyliyemedik, onun gibi konuşamadık.

Sevgilim, senin gönlün, inci ve mercan denizidir. Sen, incileri, mercanları dağıtmaya, saçmaya bak. Az harcayan nekeslere, hak yolu kapalıdır. Ten, sedef gibi ağzını açmış da âh ederek diyor ki:  -Canın bile yol bulamadığı bir yere ben nasıl sığarım?

Senin canında bir can vardır, sen o canı ara. Senin teninin dağında çok kıymetli bir inci bulunmaktadır. Sen o incinin mâdenini ara. Ey Hak yolunda yürüyüp giden Sofî! Eğer arıya biliyorsan, onu, sen, kendinde ara,, kendinden dışarıda arama.

Vakit geçmiştir, fakat toklar ona doymazlar, ancak bahtsız kişiler vakta doyarlar. Kahramanlara, yiğitlere ha gündüz olmuş, ha gece, arslanlara ister kurt ister koyun ister kuzu (olsun) ne farkeder.?

Dünyâya ârt duygular, üzüntüler senin gözlerini Karartmış da, bahtsız insanların acılarını, günleri karanp giden kişilerin kederli hallerini, göz yaşlarını göremiyorsun. Cehennemde yananların feryadlan, uzaktan duyulmaz...Gönle huzur veren, cana can katan, güzelleri sevdiğini ne diye iddia ediyorsun? Aşk, kendini alçaltanların kârıdır. İyi ad, iyi nâm sahiplerinin aşk ile ne işi var?...

O meftunun, o tutkun âşığın gözlerini, sevgilisinin gö­zünde gör, seyret. O kudretine son olmayan, o yaratma gücüne akıl ermiyen, nasıl yarattığı anlaşılamayan Allâhın halk ettiği güzelliklerde, gösterdiği nükteyi, mânayı, inceliği iyice duy anla sonra da, o nergis gözlerin içtiği kanların hepsinin de benim gözlerimden aktığını seyret gör.

Gam da ne oluyor ki, adını analım, onu, gûnüle değil, toprağa ekelim,..Gam, bir bademdir, Fakat, içsizdir. Gam bize uymaz, başını yere koymazsa, onun başını kıralım beynini çıkaralım.

Ben, güzel huylu sevgilimi denedim o, büyük bir ırmak gibidir bulanık sel suları, onu asla bulandıramaz. Ben, bir gün bile onun kaşlarını çatık görmedim. Onu, tıpkı ölümsüz, fâni olmayan hayata benzetirim.

Zaman, halktaki bu bir birine hiddetle söz söylemeyi, kırıp geçirmeyi, şu gürültüyü patırtıyı kısa keser. Ölüm kurdu, bu sürüyü birbirine, parçalar, gider. Herkesin başında, bir gurur, bir ululuk vardır. Fakat ecelin sillesi, günü gelince bütün bunların başına iner.

Bu sürünün Musa'sında acayip, görülmemiş bir âsâ var. Mûsâ, onu atınca o, şunlarm hepsini bir lokma eder; ne düğün-dernek bırakır, ne de savaş. Her akıl, her fikir, bunların mânâsını bilemez, bu sözün hakikatini kavrayamaz.

Senin aşkın, Türkü de, Arabı da öldürdü. Ben o şehidin de, o gazinin de kuluyum, kölesiyim. Aşkın, "benden. kimsecikler canını kurtaramaz" diyordu. Aşk, pek doğru söyledi. Ey gönül, sen de şu oyunu artık bırak

Ey imân incisini bir ekmek karşılığı veren, Ey gönül mâdenini bir arpaya feda eden; Nemrud, gönlünü Hakk'ın dostu İbrahim'e teslim etmedi de sonunda canını bir sivrisineğe verdi.

Ey nazlı nazlı yürüyen selvi, hazan rüzgârı sana değmesin. Ey cihanın gözbebeği, kem göz senden ırak olsun. Sen göklerin de canısın yerin de Canına rahmetten, rahattan başka bir şey dokunmasın.

Ey gönül, gönlümüzün dumanı, sevdamızın alâmetidir. Ey gönül; gönülden tüten dumanın, aşkla yanan, yakılan gönlün dumanı olduğu apaçık görünür. Ey gönül, bir gönlün kandan dalgalanması, o gönlün gönül değil, belki bir aşk deryası olduğunu gösterir

Dostun hayâli bizimle oldukça, bütün ömrümüz seyirle, seyranla geçer, mutlu bir hayat yaşarız. Ey gönül, gönül nerede muradına ererse, sevdiğine kavuşursa, oradaki bir diken, binlerce hurmadan daha iyidir daha hoştur.

Herkim bizim kâsemizden şerbet içer, dudağımızın ta­dını alırsa, öyfe bir sarhoş olur ki gündüzümüzü gece görür,.. Mezhebimizin kapısından kaçanın kulağını, fe­rahlık yakalar ve çeke çeke bizim gittiğimiz yola getirir.

Bizim bineğimiz aşk yükleriyle, yokluk diyarından yola çıktı... Gece idi, fakat gecemiz karanlık değildi, vuslat şarabıyla hep aydınlanıyordu. Mezhebimizde haram olmayan aşk şarabından, dudaklarımızı, yokluk sabahına kadar asla kurumuş bulmayacaksın.

Ey bizim milletimizden olan, bizim mezhebimizde bu­lunan, bizim gittiğimiz yolda giden kişi, bizim kalıbı­mızda, bizim bedenimizde soyunuk nice canlar görür Bizim bardağımızdan şerbet içen, öyle sarhoş olur İd, gecemizi de gündüz gibi görür.

Mademki Cenâb-i Hakk tezce ayrılmamazı yazmıştı. Bizim o kavgamız, o tiksinmemiz ne içindi? Eğer ben kötü idiysem zahmetten, sıkıntıdan kurtuldum; iyi idîysem, seninle birlikte yaptığımız konuşmaları, tatlı sohbetlerimizi yâd et, an.

Peygamberimizin yolu, izi aşktır. Biz, aşk çocuklarıyız. Aşk, bizim anamızdır. Ey ten çadırında gizlenen anamız. Sen bizim, hakikati örten, gerçeği göremeyen tabiatımızdan, nefsimizden saklanmışsın.

Gevherimiz, mayamız, lâl renkli şarapla yoğruldu. Kadehimiz, çok şarap içtiğimizden ötürü elimizden, şikâyete, feryada geldi. O kadar çok mey üstüne mey içiyoruz ki, ne biz şarabın başından ayrılıyoruz, ne de şarab, bizim başımızdan ayrılıyor.

Eğer ben ölürsem, beni ölü olarak alın, götürün sevgilime teslim edin. Sevgilim, eğer benim porsumuş, çürümüş dudağımı öpse de, ben o anda dirilirsem sakın şaşmayın.

Sevgilim! ne vakte kadar bize, uzaktan seyirci olacaksın? Biz, çâre bulucuyuz. Aşk bizim, çaresiz bir zavallımızdır. Can kimdir? Beşikte yatan aciz bir çocuğumuz. Gönül kimdir? Bir garib, âvâre konuğumuz.

 

 

Bâzan, temizliğimizi melekler kıskanırlar. Bazan, korkusuzluğumuzdan Şeytan (bile) bizden kaçar. Şu topraktan olan tenimiz, Hakk'ın bize lûtf ettiği emâneti taşımaktadır (çevikliğimize, gücümüze, kuvvetimize aşk olsun). Ne güzel, ne kadar iyi bizim çevikliğimiz hareketliliğimiz!

Bizim topraktan yaratılmış olan bedenimiz göklerin nurudur. Bizim Hakk yolundaki çevikliğimizi melekler kıskanırlar. Bâzan, bizdeki temizliğe melekler hased ederler. Bazan da, hayasızlığımızdan, kötülüğümüzden şeytan kaçar.

Sevgilim, incir satan bir kişiye, hangi iş daha iyidir? Ey can kardeşim , elbette, incir satmak daha iyidir... İşte, bize de yaraşan, sermest yaşamak, mest ölmektir Sevgilim, mahşere de koşa koşa mest olarak varmaktır.

Tanbur, "tentenen" diye inlemeye başlayınca ten (beden) zindanında mahbus olan gönül elsiz ve ayaksız zincirini koparmaya koyulur..Çünkü, tanburun nağmelerinin mehtabında, gizlenmiş birinin sesi ona: "ey yolunu şaşırmış yaralı gönül, ger diye seslenir.

Seni, kimseye muhtaç olmadan tek başına yaratan o eşsiz varlık, seni sevda içinde tek başına bırakmaz... Kendi içine kapanıp hayaller, düşünceler meydana getirdiğin evde, yani senin gönül evinde, seni yalnız bırakmamak için, sana yüzlerce güzel yüzlü eş, dost belirtir.

Seninle birlikte olduğum zaman sevgiden, dostluklar yüzünden uyuyamam. Sensiz olduğum vakit de inler dururum, üzüntüden gözümü kapayamam. Şaşılacak şey!... Her iki gece de uyanığım; takat sen bu iki uyanıklığın arasındaki farka bak sen, gör.

Ey dönek huylu felek, türlü kötülüklerle, hile ile gönlümün rahatını kaçırdın, bana ne oyunlar ettin! Ama bir gün beni senin sofrana oturmuş, ay gibi nurdan kâseler yaparken görürsün.

Aşk ateşinden dünyada sıcaklıklar vardır. Aşkın vefası sütünden cefâ bile yumuşar. Güneşin bile utandığı bir aydan utanmayan kişi, ne utanmazdır.

Ey zülüflerinin dağınıklığı yüzünden gönüllere perişanlıklar düşüren güzel! ve yakut dudakları şekerler saçan sevgili! bana:

-"Bizden ayrılırsan pişman olursun" dedin.

-Ey benim canım! Hem de nasıl pişman oldum, bir pişman değil, bin pişman oldum. Bütün pişmanlıklar bu pişmanlıkta.

İçkiden başımda perişanlıklar var. Dudağındaki tatlılıktan ağzıma şekerin doldu. Ey gizli saki! Birbiri ardı sıra bana şarap sunacağına söz vermiştin. Korkarım ki şu anda bütün gizlilikler sözleşmeler açığa çıkacak.

Bizi dirilten o dost, ne kadar temiz ne kadar tatlıdır, ne kadar hoştur, güzeldir... Biz insanlar, ruhlardan, gönüllerden ibaret idik bedenlerimiz yoktu. 0 aziz Dost, bedenlerimizi, ruhlarımıza konukevi olarak yarattı. 0 dostumuz, o efendimiz lütfeder, kerem buyurursa bizi affeder, nasıl önceden yarattıysa, gene öyle yaratır, bizi yeniden diriltir.

Sevgili, hiç kimseler yokken, sarhoş olarak benim odama geldi. Onun nergis gibi çok güzel olan gözleri mahmurdu. Onun dudağını öpmek için yerimden fırladım, kalktım. 0 benim kalktığımı görünce: Burada yağmacı var, yağmacı var diye feryada başladı.

Aşk geldi, beni her şeyden, herkesden ayırdı beni maddi isteklerden alıkoydu, üzdü perişan etti. Sonra bana acıdı, lütfetti, ihsanlarda bulundu. Allaha şükürler olsun ki, şeker gibi vuslat suyunda, eritti beni kendine kattı.

0 dost, beni sevgi ile, nazla, çeşit çeşit nimetlerle besledi. Etden, deri ve damarlardan dokunmuş çok değerli bir kumaşdan arkama usta bir terzinin diktiği süslü püslü bir elbise giydirdi. Aslında, tenimiz bir hırkadır. Onun İçinde bulunan gönül bir sofudur. Şu gök kubbesinin içindeki bütün âlem, bir ibadet yeridir. Benim Şeyhim'de 0 dur.

Seni, kucaklamadığımdan beri (ağlıyorum) ağlamadan kaldığımı gören yok. Sen canımda, gönlümde ve gözümdesin, bu sebeble unutulmamaktasın. Allah için sen de beni unutma.

Bu sendeki gurur ne kadar artacak? Her çeşit görünüşünün hayâli, sende daha ne kadar sürecek?.. Suphanallah, sen de şaşılacak bir tavır, anlatılmayacak bir iş, bir hâl var. Ben sana "hiç" diyeceğim ama, sen "hiç"de bile değilsin. Bu kendini bir şey görmen, hep senin zannın, vehmindir.

Hakk'ın nuruyle nurlanma kabiliyyeti olan gönül sahibinin canı, Hakk'ın sırlarıyla dolar. Sakın benim, etten, kemikten, deriden ibaret olan tenimi o sırlardan habersiz tenler arasında sayma. Çünkü bu ten Hakk'ın ihsan ve lütuf denizine girdi, baştan başa lütuf ve İhsan kesildi.

Allah'ı zikretmekle, değerli bir insanın, değeri artar, nurlanır Yolunu kaybetmiş kişiyi, zikir hakikat yoluna getirir. Her sabah her akşam, her namazda, bu (la İlahe illallah (Allahdan başka tapacak yoktur) sözünü kendine vird edin (dilinden düşürme).

Ey gönül, senin gibi sevdiklerinin çoğunu helak eden, öldüren bir sevgiliyi ne cesaretle istedin? diye gönlüme sordum. Gönül şöyle cevap verdi: Bu sevmeyi, herkes içinde tek olmam için istedim.

Gönül, cana dedi ki: Ey iki cihanın sonradan geleni! Tuttuğun bu işten, uğraşıp durduğun bu didinme yurdundan kurtulmak, göz diktiğin o yüksek yere ulaşman için, sana ötelerden "gel" haberini getiren haberci» gelmeden önce, kalk, ikimiz el ele verelim, seninle birlikte koşalım, ilerliyelim, dosta da çok yaklaşalım.

Eğer yaşıyorsan, canın varsa, gel orada can feda et. Oradaki sen, buraya gelmeden önce orada idin. Orası senin asıl vatanındı. Can, bir nükte duydu, bir buyrukla o yerden ayrıldı, buraya geldi. Burada yüzlerce nükte duyduğu, yüzlerce işaret aldığı halde nasıl oldu da o yere geri dönmedi?

Eğer kendini, gerçek varlığını bulmak istiyorsan, kötü huylarından, nefsani arzularından kurtul, kendi maddi varlığından dışarı çık. Dereyi bırak, Ceyhun nehrine doğru gel. Feleğin yükünü, öküz gibi ne diye çekip duruyorsun? Bir sıçra feleğin üstüne çık,

Hak yolunda, ten pamuğundan, can esvabını ayıran o efendi Mansur' idi, Aslında, Mansur "Ben Hakk'ım" demedi. Bu sözü Hakk' dedi. Mansur nerede? Bu söz nerede? Bu sözü söyleyen Hakk idi, Hakk idi.

Gene gel, gene gel, her ne isen olduğun gibi gene gel Hakk'ı tanımıyorsan, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan, gene gel... Bu bizim dergâhımız, umutsuzluk dergâhı değildir, Yüzkere tövbeni bozmuşsan da gene gel.

(açıklama)

Tahran Üniversitesi profesörlerinden Furuzanfer merhumun H.Şemsi 1342 (M.1963) senesinde Tahran'da bastırdığı (benim tercümeme esas teşkil eden) Rubaîler divanı'nda ve bende bulunan başka yazma rubaîler arasında bulamadığım bu rubainin (baza her ançi hastî baz â) Hazret-i Mevlânâ'ya ait olmadığını söyleyenler varsa da, Mevlânâ'dan bahs edilen her yerde, her toplantıda sanki bu büyük velinin başka güzel şiirleri yokmuş gibi, hep bu rubaî tekrar edilip durulur, Kimin olursa olsun, bu rubai Allahın rahmetinden umut kesilmez. Allah bütün günahları bağışlar, çünkü O, çok bağışlayan çok esirgeyendir (39/53) âyet-i kerimesinin izahından ibarettir. Hoşumuza giden "yüz kere tövbeni bozmuşsan yine gel" sözü, ümitsizliğe kapılma, Allahın rahmetinden ümidi kesme, manasına gelmektedir. Yoksa Hz.Muhammed (A.S,) in yolundan kıl kadar ayrılmayan Hz .Mevlanâ tövbeyi sık sık bozmanın Hakk'a karşı küstahlık olduğunu elbette bilmektedir. Çünkü bir hadîslerinde alemlere rahmet olan büyük ve eşsiz Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: "Günah işlemekte ısrar ettiği halde, günahlardan tövbe eden kişi âdeta Allah ile alay etmiş olur."

Yahya bin Maad Hazretleri de "Bir tövbeden sonra işlenen bir günahı, tövbeden evvel işlenmiş yetmiş günahtan daha çirkin görürüm" diye buyurmuşlardır. İran'ın yetişdirdiği en büyük şairlerden Şirazh Hafız da gönül kırmanın büyük bir günah olduğunu anlatmak için mübalağalı bir ifade ile: "Kimsenin kalbini kırma da ne yaparsan yap, bizim şeriatımızda bundan başka bîr günah yoktur'1 derken» gönül kırma da, her türlü kötülüğü yap mı demek istemiştir- Yukarıdaki rubaiyi okurken bu hususu da düşünmek gerekir.

Gece, şehrin etrafında rüzgâr gibi döndüm, dolaştım, su gibi aktım. .Gece vakti şehrin etrafında dolaşan kişiyi uyku tutar mı? Her şeyi, yerli yerinde isteyen akıldır; yoksa sarhoş olmuş, yerlere yıkılmış olandan, iyiyi kötüyü ayırd etmeyi, edepli olmayı bekleme.

Gönül, senin sevdanla rebâba döndü, rebâba. Gönül rebâbının her parçası, ateşinle yandı, kavruldu.. Sevgili, eğer bizim derdimizden ötürü susup duruyorsa, bu susuşta yüzlerce cevap var, yüzlerce cevap.

Rebâb, İsrafilin nefesiyle seslenmede. Bu yüzden ki, rebâbın sesi, (aşk ateşi ile) kavrulan gönülleri diriltir. Onlara yeniden can verir, onları gençleştirir Zamanın iyi ettiği sevgi yaraları kanamaya başlar, batıp yok olan sevdalanan küçük balıklar gibi, bir bir suyun dibinden yukarıya çıkarlar.

Yâ Rabbi, yâ Rabbi, rebâbın teşbihi hakkı için, çünkü, rebâbın teşbihinde yüzlerce soru, yüzlerce cevab vardır. Ya Rabbi, yanmış, kavrulmuş gönül, yaşlarla dolu göz hakkı için söylüyorum, Biz, küpteki şarabdan daha coşkunuz.

Biliyor musun, şu rebâbın sesi ne diyor? Diyor ki: Benim arkamdan gel, beni izle de yolu bul. Çünkü doğruya varmak için yola çıkmışsın, ama eğri bir yol tutmuşsun..Çünkü sormakla cevâba yol bulunur

Onun ruhu, doğruluk gülşeninden parıldadı, hararetli âşıkane bir edâ ile geldi, çabucak sıçrayıp kalktı...Kaab kadısı buğun, abıhayat aramada, diğer bütün kadıları geçti.

İşsiz, güçsüz oturma çabuk gel, içeri gir. Gönül ehlinin arasına karış. İşsiz olmak, kişiyi ya yemeye sürükler, yahut da uykuya daldırır...Semâ ehlinden rebâb sesi geliyor. O ermişlerin halkasına koş, onlara katıl.

Ey kâtiplerin arasına geç gelen kişi Çocuklar koşsalar bile, sen koşma. Kavmin, hareketsiz kalsa, elden çıksa bile, bu gene senin elindedir. Çabuk, rebâbı etine al, onu seslendir, inlet.

Bir yerde şarab, kebap, rebab bulunursa düşünce ile gam, cesaret edip oraya giremezler. Sarab, kebab ve rebabın olduğu yerde gamın, varlığı ...ve kaderin yetişme gücü yoktur. Ey dostlar, sonsuz, bir mânâ zevkine dalın, gül gibi, çimenler gibi dudağınızı, suyun dudağına değdirin.

Bugün de hergünki gibi yine harabız, yine harab olmuşuz. Kıyamet gününe kadar biz, bu aşk selinden kurtulamayız, Ayışığı bir gece geldi, uykunun boynunu vurdu. Ayışığı kan dökmekten hiç korkar mı?

Bugün de, her günki gibi yine harabız, yine harab olmuşuz. Endişe kapısını açma, içli feryatları ile, yanık sesiyle bize her şeyi unutturan rebâbı eline al, çalmaya başla. Mihrabı sevgilinin ilâhi güzelliği olan kimse için yüz türlü namaz, rûkü ve secde vardır.

 Bizim, sarhoş olmamız için, şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin neş'elenmesi İçin çenk ve rebab da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü görmeden, hoş sesli çalgıcıyı dinlemeden, mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.

Bizim şarabımız, kadehsiz sunulmaktadır. Dumansız bir ateşle bu göğsümüzde yüreğimiz kebab olur. Aşk rebâbının feryadı, inlemesi, gerçek sevgilimizin, gönül sultanımızın yayından, O'nun mızrabındandır. Sakın: "Bu, rebabdır, bu sesi rebâb çıkarıyor deme."

O eşsiz, parlak incinin hayâli, gözümün önüne geldi O anda kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Gözyaşlarını akarken İçim yanıyordu. Heyecandan şaşırmıştım. Gizlice gözümün kulağına dedim ki: biliyor musun? "Gelen konuk, çok değerlidir, çok acizdir. -Ona bol bol aşk şarabı sun,

Subhanallah! Ey parlak, ey eşsiz inci! Sen ve ben, her yönden birbirimize aykırı düşüyoruz. Ben, senin bahtınım, beni geceleri hiç uyku tutmuyor. Sen İse, benim bahtımsın uykudan kendini alamıyorsun, hiç uyanmıyorsun.

Düşünme, boş yere kafanı yorma, kendini uykuya ver, uyu. Çünkü düşünce, gönlün ay yüzüne perde olur. Gönül ay gibidir. Düşünce bulut olur onu örter, nurunu gizler Bu sebeple gönülde düşünceye yer verme, düşünüp taşınmayı suya at

Uyku geldi, göze girmek istedi, fakat gözde yer bulamadı. Çünkü, göz, senin sevdan yüzünden ateşler içinde kalmış, yaşlarla dolmuştu. Göze giremeyen uyku, bu kez gönle doğru gitti. Cıva gibi yerinde dura­mayan, kararsız bir gönül buldu, sonra o, tene doğru yol aldı, oraya yerleşmek istedi, orayı da harab, hem de çok harab gördü.

Ey uyku! sen tadı hoş, içimi hafif bir bengisu bile olsan, bu gece bizim işimize yaramazsın, senin bizimle işin yok. Ey uyku, saçın sayısınca başın olsa, bu gece bir baş kadar işe yaramaz, kendi başını bile kaşıyamazsın.

Sâkî! cananın güzel yüzü aşkı sevabına, bana o toprak ve su görmeyen aşk şarabından sun. Ben, beden hastası değilim, gönül hastasıyım. Ben şerbeti ne yapayım? Sen bana şarap sun, şarap.

Gece geldi. Şu gönüldeki yanışın, acaba sebebi nedir? Ben sanıyorum ki tanyeri mi ağardı, yoksa gündüz mü oldu? Şaşılacak şey! Aşkın gözüne ne gece sığar, ne de gündüz. Şu aşkın gözü, acaba gözleri mi bağlıyor.. insanı kör mü ediyor.?

Sen öyle güzel, öyle eşsiz bir varlıksın ki gökler bile seninle neşelenir. Hal böyle iken, eğer, bir insan sana âşık olursa, buna şaşılır mı? Bu sebeple, sen beni istesen de, istemesen de ben yaşadığım müddetçe sana, kul köle olacağım.

Sen bu gece birdenbire perdeleri kaldır. Korku ve endişeyi üstünden at. İki dünyadan da tamamiyle vaz geç. Onlarla zerre kadar ilgilenme. Dün sen candan gönülden söz etmiş, onlardan şikayette bulunmuştun. Bu gece ben onları yakaladım. Canı, öldürülmüş, ke­silmiş bir halde, gönlü de ağlar ve inler bir durumda önüne bırakıyorum.

Sırlara dalanlar, sırlar içinde varlıktan kurtulanlar, bu gece, kendilerinden geçmişler, sevgili ile perde arkasında, halvetde oturmuşlardı, Ey yabancı varlık! Aşk yolundan çekil, bu gece yabancıların aramızda bulunması bizi üzer, bize zahmet verir.

Sevgilim, sen benim Yusuf'umsun, ben ise senin hasretinle gözlerini kaybeden Yâkub'unum. Sen benim sağlığımsın: ben ise senin derdini çeken Eyyub'unum. Ben neyim? Senin yanında kim olabilirim? Sen herkesin sevgilisisin. Sen oynar durursun, bense sadece durmadan el çırpmadayım.

Dostların hatırı için bu gece uyuma. Gecenin kulağını tut, uyuma. "Fitnenin uyuması daha iyidir" derler. Sen de bir fitnesin, fakat senin gibi güzel bir fitnenin uyanıklılığı daha iyidir. Bu sebeple acele etme, uyuma.

Ey talihimi, bahtımı uyandıran sevgili, uyuma! Ey ilkbaharın, ey gül bahçesinin rengi, parlaklığı uyuma! Ey kanlar içen nergiz gibi göz! Bu gece, zevk gecesidir, neş'e gecesidir, satan uyuma.

Ey nar çiçeği gül yüzüne köle olan, uyuma, Ey ilkbaharın, gül bahçesinin parlaklığı, uyuma. Ey mahmur, kan içici nergis göz, uyuma. Bu gece içki, eğlence gecesi, sakın uyuma.

Ey ay yüzlü, böyle bîr gecede ay gibi sen de uyuma, Şu dönüp, duran gök kubbe gibi dönmeye başla» uyuma. Bizim uyanıklığımız, evreni aydınlatan ışık olur, lâmba olur. Sen de bir gece ışığı bekle, onu koru, gözet uyuma.

Ey yâr, senin gibi bir sevgili yoktur. Senin benzerin bulunmaz. Her iş seninle yoluna girer. Sen uyuma bu gece, senin güzel, nurlu yüzünden yüzlerce ışık parlayacak, etrafı aydınlatacaktır. Zâten sen, bizim içimizdesin, sakın, sakın uyuma.

Ey sevgili yine bize yakınlık göster, dostluk et, bize yâr ol, bizi sensiz bırakma uyuma! Ey mest bülbül, gül bahçesinde uyuma. Garib olan, kimsesiz bulunan dostları düşün, onları gözet, koru, uyuma. Bu gece lütuf gecesi, bağış gecesi ihsan gecesidir, sakın uyuma.

Eğer sonsuz bir hayat ve mutluluk istiyorsan, uyuma dostun aşk ateşiyle yan, yakıl, uyuma. Yüzlerce gece uyudun, ondan ne elde ettiğini, ne kazandığını gördün. Allah nzası için bu gece sabaha kadar uyuma.

Ey gönül, bir kaç gece seher vaktine kadar uyuma. Güneşin aynlığıyla hüzünlü hüzünlü dolaşan ay gibi sen de uyuma. Kova Burcu gibi şu tabiat kuyusunun karanlığından aydınlığa çıkmak için yol al, umulur ki, bir gün, kuyunun başına çıkar da nura kavuşursun, uyuma.

Ağza sığmayan lokmayı iste. Kitaplarda yazılı olmayan ledün ilmini ehlinden öğrenmeye çalış. Kâmîl insanların, ermişlerin gönülleri arasında, öyle bir sır vardır ki Cibril bile, oraya girip o sırrı öğrenemez, işte sen o sırra aşına olmaya çaba göster.

Dînî vazifelerini yapmadan, iyi, yararlı bir insan olmadan Cenneti isteme. Hakk'a lâyık bir kul, onun lûtfuna, ihsanına nail olmadan Süleyman mülkünü isteme. Madem ki, işin sonunda ecel vardır, hiç bir müslümanın kalbinin incinmesini isteme.

Müşkülünü çözen, seni hakikata ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış, Aklını başına al da, şu dünyâyı, yani var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste.

Bu gece, dosta kavuştuğum için mutluyum. Bu gece, ayrılık kaygısından kurtulduk. Dostla kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk. Bu uğurlu, bu mes'ud anlarda gönlüme sesleniyor, diyorum ki: - Allah bana acısa da sabahın anahtarı kaybolsa, kapısı açılmasa ne olur?

Bu, seher rüzgârı, Hakk' âşıklarının gönüllerindeki sırlara âşinâdır, uyuma. Bu uğurlu zaman, yalvarma, yakarma zamanıdır. Bu uğurlu zamanda sen de uyuma iki cihanın halkına, ilâhi bir lütuf olarak, ezelden ebede kadar kapanmayan dilek kapusu seher vaktinde açıktır.

Ansızın bir şeker kamışı bitti, filizlendi. Birdenbire böyle bir âtw hayat, kaynakdı, coştu. Ansızın padişahlar padişahından lûtuflar, ihsanlar, sadakalar gelmeğe baş­ladı...Hazret-i Mustafa'nın aziz ve mukaddes ruhunun şâd olması için salâvat getirin.

Kalk, günahkârlara, kurtuluş yolunu gösteren, kurtuluş kutbunun etrafında, Kabe'yi tavaf eden ve Arafat'a çıkan hacılar gibi dön, dolaş, onun çevresinden ayrılma. Ne diye, balçık gibi yere yapışıp kaldın? Hak yolunda yürüyen kişiler için, uğraşmak, mürşid bulmak için çalışmak, çabalamak gerek. Bilmez misin ki: Ha­reketler, sonunda bereketlerin anahtarı olur.

Biz, aşkın âşıkıyız. Çünkü aşk kurtuluştur. Can, Hızırı gibidir, Aşk İse, bengi suya benzer. Aşk padişahından beratı olmayana yazıklar olsun! Hayvanın, aşkı besliyen, ruha giden manevi tatlılıklardan, can şekerinden ne haberi olacak?

Nuh'dan, bize mîrâs kalmış bir kurtuluş gemisi vardır ki, o gemi hayat denizinde fırtınalara göğüs gererek dolaşır durur, Gönlümüzdeki hayaller, düşünceler, ümitler, neş'eler, üzüntüler hep o hayat denizinin üzerindedir. Fakat, onların gönül gibi ne şekilleri vardır, ne de yünleri bellidir.

Sıfatların şekline bağlanmış olan o rûh, Mustafa'nın   nuru ile zat-ı ilâhiye yükseldi.» O rûh, Hakk'ın zâtına doğru yükselirken, sevincinden, Hazret-i Mustafa'nın ruhunun şad olması için salavât getirmeğe başladı.

 

Ey harmanından başaklar, bengisu ile sulanan, beslenen cihanın anbarı, cansız tohumlarla doludur. Ben o anbardan istemem, senin harmanından isterim, çünkü senin harmanın, hayırlarla, güzelliklerle, iyiliklerle doludur. Bu gece sen harmanından bana verilecek nimetlerin, ihsanların, beratını yaz.

Ey eşek gibi, öküz gibi, saman ve arpa arayıp duran zavallı, zaman seyisi; sana ne vakte kadar terbiye ve edep öğretecek? Her kokmuş ağızlı, senin dudağının tadını tatmışken, sen dudağını, o güzelin dudağına ne uzatıp duruyorsun?...

Sevgilim! Dudaklarının denizinde bağlı tuttuğun her sedefe, dudaklarının ayağına düşürdüğün her inciye ulaşmak için uğraşıyorum, fakat dil yolundan gelen, yolumu kesen eşkiyanın elinden canım ağzıma geldi. Sen eğer o güzelliklerine yol vermezsen bana da yazık, dudaklarına da yazık...

Her iki gözüm, o mahmur gözlerinden mest olmuştur. Şunu anla ki, senin aşkından, senin elinde, ben elden çıktım. B'âri, bana uy da sen de başını salla, peki de. Başında aşk havası esiyorsa bu haller, sende de vardır.

O aşk, oraya doğru at sürüyordu. Haşmetinden çalımından, gönlüm onu tanıdı da, kendi kendine dedi ki; "Sûretden, şekilden kurtulduğum zaman ben aşk İle oyunlara girişeceğim, onunla sevişeceğim"

Senin aşkın, bir otlağın çevresinde at koşturuyordu. Zavallı gönlüm onu gördü de, belirtisinden tanıdı. Gönlüm, varlık bağından kurtulduğu gün, ben yokluğun gizliliğinde, bilsen ne aşk oyunları oynayacağım.

Senin gönlün o kadar hile tuzağı kurdu ki, kendini de beni de rahmet gözünden düşürdü. 0, Firavun gibi Allah'ı tanımadı ve bu tanımamazlıkta Allah'dan o kadar soğudu ki, sanki alemi donduran soğuk kar onun her tarafını kapladı. Kasıp kavurdu.

Yârla hoş geçinen kimse, yarsız kalmaz. Müşterisi ile uzlaşan tüccar, müflis olmaz. Ay, geceden ürkmediği, karanlığından kaçmadığı içindir ki nurlandı. Gül, o güzel kokuyu, dikenle hoş geçinmekle kazandı.

Dediler ki "gönül, bizden gitti. Başka bir havada, başka bir yerin sevdasında dolaşıyor". Gönül, özür dilemek için tekrar bize gelince, sözünden anladım ki böyle yapmasından amacı o gittiği yerde benim İçin yemek pişirip hazırlamakmış.

Sevgilim! Âb-ı hayat senin yüzündeki terden bir damladır geceleri gök yüzünde dolaşan nur saçan ay, senin yüzünün parıltısının bir eseridir. Ben; "Bu uzun gecede ay ışığı istiyorum" dedim, düşünmedim ki, o, gece senin siyah saçlarının karanlığı, Ay ışığı ise senin yanakların,

Feryâd ettim, feryâd ettiğim için beni yaktı yandırdı. Sustum, susanları, ses çıkarmıyanları yaktığı gibi, beni de yakıp kavurdu. Beni bütün kıyılardan sürdü, dışarı attı, ben ortaya gittim ama ortada beni buldu ve yaktı.

O pâdişâh, kötü huylu kullarından yüz çevirmez. Senin gibi yüzlerce kulunun suçuna, saygısızlığına bakmaz. Bu sözü sen söyleme, bunu onun deniz gibi sonsuz olan lûtfu söylesin. O öyle merhamet sahibidir ki, bizim kötülüğümüzden kara şeytan kaçar da O kaçmaz.

Gönlüm beni kavgaya düşürdü, kendisi kaçtı gitti, beni yalnız bıraktı. Can, hâlime acıdı, geldi. Fakat sevdamı görünce, o da dayanamadı, kaçtı. Bu kez zühre yıldızı, benim feryadımı duydu, gökden yere indi, yanıma geldi. Bent ateşler içinde bulunca, korktu, acele ile sazını yere atarak o da kaçtır gitti.

Rüzgâr geldi, bahçede içki içenlerin başlarına güller saçtı. Sevgili geldi, dostların kadehlerine şarap doldurdu. O taze sünbül gibi kokan saçlar, güzel kokular satanların kazancına engel oldu. O mest nergis gözler, aklı başında olanların kanlarını döktü.

Yağmur, aşkla gönlü yanan birisinin başına yağıp durmadaydı. O kadar çok yağdı ki, âşık hemen eve kaçtı. Bu hali gören hoş bir kaz, kanadını çırparak dedi ki: yağmuru benim üstüme yağdır, çünkü Allah benim canımı sudan yarattı, benim su ile aşinalığım, tanışıklığım vardır.

Sevgilim! Gönül seni anınca, şenlendi, neş'elendi, Allaha yemin ederim ki o neş'eyi, zevki şaraptan almayı düşünmedi de elindeki kadehi içmeden, yere döktü. Gönül, sensiz, kendini cansız ölü bir beden gibi gördü. Zâten candan kaçanın layıkı da işte budur.

Rüzgâr, sevgilinin dağınık saçlarını okşayınca, ay, o güzelliğe hayran olur da ona candan dua edip: "ömrün uzun olsun"der. Ey bana öğüt veren kişi, aşkdan, gönlümün aldığı manevî zevki sen de tatsaydın, beni bırakır, kendine öğüt verirdin!

Evet güzelim! senin zâten bahanen azmış gibi şimdi de "uykum geldi" bahanesiyle bizden kaçarsın değil mi? Güzelce yat, uyu. Ben seher vaktine kadar, gözümü kapamadan, senin uykuya bulanmış nergis gözlerin yüzünden feryâd edip durayım.

Senin içinde bulunan, o çok yakın dostun, sana hayat veriyor, seni yaşatıyor, sana konuşma, hissetme, düşünme gücü lütfediyor. Hatta, hareme o güzel, o rûhâni yerlere ulaşmak ümidini de veriyor, sen son nefesine kadar, onun sunduğu şarabı iç, çünkü o, işveden değil kereminden bunu sunmaktadır,

O nedir ki, surete, şekfe lezzet ondan gelir? 0 ne şeydir ki, onsuz şekil de kederlidir, bulanıktır suret de,..? 0 şey, bir ân olur ki suretten gizlenir, Bir ân olur ki mekânsızlık âleminden surete akseder, şekilde parlar, görünür.

Ey câhil nefsinin havasına uyan. Ey başkalarının halinden ibret almayan. Senin bütün hayrın, su içilecek yere bir tas koymaktan İbaret, sen istiyorsun ki, bu tasdan, bütün şehir halkı senin hayrına su içsinler kananlar değil mi?

Ay yüzlü sevgilim, bugün ellerini çırparak gelmiş, can gibi gelmiş, can, nasıl hem açık. hem de gizli görünmez ise o da öyle gelmiş. Sevgilim, kendinden geçmiş, hoş, neş'eli ve aman bilmez bir halde gelmiş. 0 öyle geldiği için ben de bu hâldeyim,

Bugün nasıl bir gündür ki güneş, iki kat güçlü. Bugün ayrı bir gün, günlerden hiç birine benzemiyor. Bugünkü günde başka bir tecelli nuru görünüyor. '"Ey âşıklar! Size müjdeler olsun, bugün sizin gönünüz." diye gökten yer yüzündekilere sesler gelmede, saçılar saçılmada.

“Hayatda olduğum sürece yanlış yoldan gitmiyeyim, doğruluktan ayrılmayayım” diye tövbe ettim. Fakat eğriye, doğruya baktığım sürece görüyorum ki, bütün eğri de, doğru da sevgilimizin doğru ve eğrisidir.

Bu evde bir ışık vardı ne oldu? Şimdi nerededir? O ışık gözde İdi. Şimdi gönüllerdedir. Hoş bir hayâl gibi geldi, gönülde oturdu, kalktı. Hayır, hayır gönülden gitmedi, hâlâ da bizim gönlümüzün içindedir.

Ne aşağıda, ne yukarıda olmayan ay, acaba nerededir? Ne bizsiz, ne de bizimle olan değerli nesne, nerededir? Sakın, orada burada deme. Bütün âlem onun kudretiyle, sanatıyla doludur. Ama bunu gören nerede.?

Dünyâda sabırsız âşıktan daha biçâre, daha zavallı kim vardır? Çünkü bu aşk, çaresiz bir dertdir. Aşk kederinin ilâcı ne cimriliktir, ne de iki yüzlülüktür. Gerçek aşkta, ne vefa vardır, ne de cefa.

Bâzı insanlar gamlıdırlar; bu gamın nereden geldiğini bilmezler. Bâzı insanlar da vardır ki neş'elidirler, onlar da bu neşenin Hak'dan geldiğini bilmezler. Ne kadar solda, sağda bulunanlar, eğri, doğru yolda yürüyenler vardır ki, soldan, sağdan, eğriden, doğrudan haberleri yoktur. Ne kadar, "Ben, ve Biz" diyenler vardır ki onların da "ben" ve bizden haberleri yoktur.

Kalkınız, çünkü o mutluluk veren dost kalktı. Kalkınız, çünkü» aşkın cezası kaldırıldı; kalkınız çünkü o güzel boylu sevgili kalktı. Kalkınız, çünkü bugün kıyamet günüdür, herşey ayağa kalktı.

Gayb âleminin atlısı geçti, gitti. Onun geçtiği yerden bir toz bulutu yükseldi. 0 atlı, yerinden gitti; fakat kopardığı toz hâla, orada yerli yerinde duruyor. Ey Hakkı ve hakikati arayan kişi, sen sağa, sola bakma, dosdoğru bak da gör ki o toz koparanın tozu burada, kendisi ise ölümsüzlük, sonsuzluk âlemindedir.

Dediler ki: "Her tarafta, altı yönde de hep Hakk'ın nuru parlamaktadır." Halk, "Hani, o nur nerede?11 diye feryada başladı Gerçeği göremiyen kişi, sağa, sola, her yöne baktı, bir nûr göremedi. Bunun üzerine, ona, dediler ki. "Bir an İçin olsun sağsız, solsuz olarak bak. O zaman o nuru görürsün, 

Her zerre, aç bir insan gibi, Hakk'ın sofrasına oturmuş, yeyip içmededir. Bütün varlıklar, hiç durmadan, o sofrada yeseler, içseler, yine de o sofra yerinde durur. Bu ezel sofrası başında, halk her ne kadar aç gözlülüklerinden birbirleri ile çekişirlerse de yaratıldıkları günden bugüne kadar yedikleri gibi hâlâ da yemektedirler, yine de yiyeceklerdir. Sofra kaldırılmamıştır. Olduğu gibi yerinde durmaktadır.

Ey dost, böyle yapma, bugünlerin bir de yarını vardır. İyilik de, kötülük de gün gibi görünür, meydana çıkar Âşıklık mezhebinde hainlik reva değildir. Ben doğruyum, sen gerisin, bu doğru değildir.

Birisi diyordu ki: ''Güzeller güzeli bir peri var, fakat ortada yok, görünmüyor, mekândan münezzeh olan o kutsal can acaba nerededir?" İki cihan da onun nimetleriyle orucunu bozmadadır Fakat ağızsız, damaksız oruç bozmak ancak, ona mahsustur.

Seni rüyamda gördüğüm o gece geçip de, gündüz olunca, gönül, gündüz gibi, kavga ve gürültü ile dolar..Dün gece rüyasında Hindistan'ı görüp de ayağının bağını koparan fili tutmağa kimin gücü yeter?

Ay yüzlü sevgilim dâima sağ taraftan parlar, sağ taraftan yüz gösterirdi. Bir gün ona, ''Sola bakmak haramdır, hatadır" dedim. Bu kez o ay yüzlüm, sol tarafını da süsleyince. sol yönünü de nurlandırınca dedim ki: "Sol da sağ da, sağlar da, sollar da hepsi sevgiden ibarettir Her tarafta, her yerde Hak tecelli etmektedir.

Ey saki, eğer bir mutluluk varsa, o mutluluk senin mutluluğundan olur. Sen cansın, sen gönülsün, eğer mest olmuş bir can, mest olmuş bir gönül görürsen, o can da, o gönül de,senin sevginle mest olmuştur. Aşkın, başımızın içinde raksetmede. Bir el çırp çünkü sonsuza kadar kudret, hüküm senindir (el senindir).

Senin aşkın neden böyle hikmet sahibi, üstaddır? Sevgin ve şefkatin neden böyle sağlam ve sarsılmaz bir halde? Aşk, eğer hoş ve güzel değilse, neden onun üstüne böyle titriyorum? nedendir? Eğer Aşk, hoşsa, güzelse, bu feryadlar, neden?

Bana dediler ki: "Sende olan bütün bu dertlerin, bu acıların sebebi nedir? Bu feryadların, bu solgun yanakların sebebi nedir? Dedim ki; "Böyle söyleme, bunda yanılıyorsun. Git, de benim ay yüzlü sevgilimi gör, o zaman sorunun kalmaz. Bütün bunların nede­nini anlarsın."

Bütün bu kadehsiz şarablar kimindir? Biz, yakalanmış kuşlarız. Bizi tutan bu tuzak kimindir? Aşıklara her an saçılmak için hazırlanmış bu sayısız şeker, bu sayısız fıstık ve badem kimindir?

Nasıl kıskanabilirsin ki, bu av, onun avıdır. Nasıl kıskanmazsa ki o Hakk'ın arslanıdır. Bütün avları yaratan Hakk olduğuna göre, Hakk'ın arslanı olmakla hiç övünür mü?

Deli divâne oldum. Bir delinin uyuması hatadır. Çünkü Deli, uykunun yolu nerededir. Bilmez ki onu bulsun da uyusun. Allah uyumaz. O uykudan beridir arınmıştır. Sen Allah'ı o kadar düşün, o kadar sev ki Allah delisi ol ki "nerde olursan ol, ben seninle beraberim'   (Kuran-ı Kerim 57/4) sırrına er de), Allah'la yatıp Allah'la kalkasın.

Şeker mâdeninin üstünde sinekler, birbirleriyle kavga ederler. Şeker bulunan yere, sinekler üşüşür, fakat şekerin, sineklerin hücumlarından birbirleriyle çekişmelerinden, korkusu yoktur. Bütün kavgalara o seyirci kalır. Bir kuş, bir dağın başına konsa, sonra uçup gitse, bu halden dağda bir fazlalık veya bir eksiklik olur mu?

Ezel sofrası üzerinde her ne kadar halk kavgada ise de, yediler ve yerlerse de sofra yine o sofradır, ondan hiç bir şey eksilmez. O olduğu gibi durur Bir kuş, bir dağın üstüne konsa sonra uçup gitse, dağda bir fazlalık, veya bir eksiklik görünür mü?.

Senin bulunduğun yerde hep gam, savaş, cefâ vardır. Fakat, sen kendinden geçer, Hakk'da yok olursan, hep lütuf vardır, ihsan vardır, vefa vardır. Doğru olursan, neyimiz varsa senin olur. Fakat sen doğru olmasan da, kötülük yollarında yürüsen, ben senin kötülüklerini bile iyilik sayarım.

Seni yiyip tüketen bu sâde ateş yarının yüzlerce güzelinden, yüzlerce yakışıklı, gösterişli dilberinden daha iyidir. Görmüyor musun? 0 şehvet ateşi de, ne kadar safdır, ne kadar sadedir, ama o sâde olan ateşten ne kadar yakışıklı güzeller meydâna geldi, yaratıldı...

Gönül her kimin yanında ise, her kime gitmişse, o bizim dilberimizdir. O şimşek, nereden parlar, hangi yönden çakarsa, o bizim cevherimizdendir. Üstünde, Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşı "Evet'diyen her ruhun sevgi ve heyecanını taşıyan her mana altını hangi madende olursa olsun, o bizim altınımızdandır. *Bu rubaide VII. A'raf suresinin 172-173 ayetlerine işaret vardır.

Bizde öyle bir aşk var ki, bu aşk bizi aşıyor, Tuhafı da şu ki, bizim yükümüz, onu taşıyacak, eşeğimizden de ağır.. O eşsiz sevgimizin güzelliği, nerede görünürse görünsün, biz ona lâyik değiliz, onun güzelliğini seyr etmeğe, onun san'at ve kudretini anlamaya gücümüz yetmez; fakat yine de o bize lütfediyor, güzelliğini bize hissetiriyor.

O güzel, bizim meclisimizin güzelliği idi, süsü idi. Meclisimizde yok..Bilmem ki nerededir? Onun, uzun bir boyu vardır. Boyu yüzünden bizim başımıza kıyametler koptu.

Temmuzun sıcaklığı sizin dertli gönlünüzdendir. Kışın soğukluğu ise, sizin soğuk öfkenizden, titreyişinizdendir. Bu sıcaklık, bu soğukluk, yüzlerce kanatfa bile sizin o bütün cihanı dolaşan ayak tozunuza ulaşamaz.

Bizim görebildiğimiz, şu gökteki âlemler, sayısız yıldızlar Allah'ın kudretli elinde bir asadan daha önemsizdir. Her zerre, her damla, birer timsah büyüklüğünde olsa bile, bunların hepsi de denizdeki balıklara benzer.

Def yoksa da, onun şeker kamışından yapılmış (neyi bizim defimiz) olur. Aşıklık şarabı elimizde değil mi? Saflar yaran Kubâd' bizim safımızda değil mi? Gizli Süleyman, Âsafımız değil mi?.

Damarlarımızın içinde bulunan, canımız, özümüz olan bir cihana ayak bas. Kan, nasıl olur da uyur? Hele bizim damarlarımızda olursa, .Damarlarımızda, özümüzde delilik belirtileri görülürse dert değil. Çünkü, büyücü de, büyü de bizim damarlarımız içindedir.

Senin gölgen, yerimiz, yurdumuz, evimiz, barkımızdır. Saçların, bizim deli, divâne olmuş, gönlümüzün bağıdır, zinciridir. Hangi köşede yanan bir mum olsa onun etrafında uçuşan iki üç pervane vardır. Fakat hiç biri, bize pervane kesilen mumumuza benzemez.

Seni gördüğüm gün, bizim cuma günümüzdür. Senin dertlerin sayesinde, her günümüz, dünden iyidir. Eğer Dünya, hatta binlerce dünya bize kin gütse, madem ki yârin sevgisi gönlümüzdedir, bizim için üzüntü, keder yoktur.

Felek, bizim kendi re'yini beğenmiş olan tabiatımızın kutu değildir, bu nedenle gönlümüzün dileğini dinlememektedir. Şu varlık âlemine geliş, bize yokluk sermâyesi olmuştur. Onun sayesinde yokluğa ulaşacağız. Perdelerin arkasında gizlenmiş, bizi terbiye eden bir süt anamız var. Aslında biz, dünyaya gelmiş değiliz. Bu dünyada yaşar gibi görünen dolaşan, gezen bizim gölgelerimizdir. Biz, birer gölge varlıktan ibaretiz.

Senin elinin, gözünün, ayağının iki olması doğrudur. Fakat gönül ve sevgiliyi ayrı ayrı sanmak yanlıştır. Sevgili dediğimiz varlık bir bahanedir Aslında gerçek sevgili Allah'dır. Kim bunları bir bilmez görmez de iki sanırsa ya Yahudi'dir, yahut kâfir.

Geceleri, çeng çalan bir güzel, elindeki sazını düzene sokuyor, hoş bir şekilde çalıyordu. Dinledi mi çengi ile şöyle terennüm etti; "Ben bir gön gazel okuyarak yanına geleceğim". Fakat o beklenmiyen sözü bir türlü doğru çıkmadı.

Bu gece, öyle bir gecedir ki, bütün gecelerin canıdır. Bu gece Öyle bir gecedir ki bütün dualar kabul edilir. Bu gece, ihsan gecesidir, bu gece bağışlarda bulunma, nimetlere erme gecesidir Bu gece, Hakkın sırlarına mahrem olanın gecesidir

O öyle bir güzeldir ki yüzünün sevdasından arşa kadar velveleler yükseliyor. Gönülde, paha biçilmez güzelliği için, yanağının pazarından akseden gürültüler duyuluyor Onun şarab testisinden, canın avucundaki kadehe şarab konurken hoş sesler çıkmakdadır. Gönlün boynunda onun saçlarından örülmüş zincir gibi, bağlar var.

Aşıkların bu naraları zevk ve neş'e mumunun yüzündendir Şaşılacak şey şu ki, mum geldi, yanıyor, fakat pervaneden eser yok; işte bu mum, öyle bir mumdur ki gündüzden de geceden de üstündür. Ey can, acele et koş ki, gönül mumu can istiyor.

Bu gece, sevgilisini ay gibi arayıp duran, onu bulmayı çok isteyen her gönül, Zühre yıldızına benzer. Zevke, safâya, eğlenceye kendini vermiş, onlara arkadaş olmuştur Sevgilinin güzel dudaklarının arzusu ile canım dudağıma gelmiştir. Sus, sus ki, bu gecenin nasıl bir gece olduğunu Allah' bilir!

Ey ten, böyle bir can, böyle ilâhi bir emânet, sende oldukça sen ölmezsin. Ey İmânsızlık sapıklıktan kurtuldun, imâna kavuştun, neş'elen, neşeni artır, çal, çağır. Her ne kadar, nefsine uymuş, cismanî zevklerin etkisi altında kalmış kişilerden bıktın, rahatsız oldun ise de sen nefsini yenmiş, temiz duygulu erlerin düyundasın, ermişlerin himmeti seninle beraberdir.

Ey gece! Sen nasıl bir gecesin ki gündüzler sana kul, köle kesilmiştir Sen bir denizsin, canın canı ise, senin dalgalarının geceleyin gösterdiği bir alevindin bir korundur. Senin başındaki o aşk ateşi, o fitne, o âfet, bu gece, alev alev yanmada ve ışıklar saçmadadır.

Zamanın devri, gelip geçmesi ve bu ab-i hayat çeşmesinin hasreti, beni söndürdü sanma.., İnsanı, can düşmanının öldürmesine şaşılmaz, benim asıl şaşırıp kaldığım şudur ki; Beni düşmanımın değil de, dostumun, canımın canının öldürmesidir.

Kanlı yaşlarla dolan, kedere eş olan bir gözden sen,  uyku bekleme, böyle bir göz, nasıl uyuyabilir? Ondaki bu uykusuzluk halinin geçeceğini sanarak, ona, uykusu gelince uyur diyen kişiye! "Sen aşktan habersiz olduğun için böyle söylüyorsun da."

Ben, tövbeyi ne yapayım? Nasıl tövbe edeyim ki, benim tövbem, senin sayendedir, senin lûtfundadır. Tövbenin bütün aslı, bütün hasılı senin sermâyendir. Huzurunda tövbeden daha büyük bir günah olamaz. Senin büyüklüğüne lâyık tövbe nerede? Böyle tövbeyi kim yapabilir?

Ben seninim, benim isteklerimi yerine getirmen, her hususda beni memnun etmen gerek. Çünkü bu şehirde herkes senden ve benden söz etmektedir. İster gönlünü katılaştır, bana sert davran, ister yumuşak ol, beni okşa.  ne olursan ol, ne şekilde hareket edersen et ben senin o katı gönlünden el çekmem, çünkü seni seviyorum.

İsteklerimi yerine getirmen, çaresiz gönlümü memnun etmen lâzımdır Çünkü bu şehirde, herkes senden ve benden söz etmektedir İster gönlünü katılaştır, bana sert davran, ister yumuşak ol beni okşa. Sert bir kayanın içinden fışkırıp çıkan tatlı bir kaynak gibi akacak ve bana geleceksin.

Bu gece, o yakışıktı, güzel dilberin hayali geldi, Ten evinde gönlün makamını aradı. Gönlü, yerinde bulunca, hemen hançerini çekti eli, kolu sağ olasıca o güzel varlık benim gönlüme sapladı.

Sevgilim! Senin aşkında baş vurduğum her hile hiçe gitti. Senin için boş yere, kan ağladım, yandım, yakıldım, acılar çektim, çektiklerimden haberin bile olmadı, bütün bunlar, sensiz hiç olup gitti.

Bana verdiğin ızdıraba, düşürdüğün derde hiç bir yüzden, hiç bir kimseden derman bulamadım. Aslında, kim bana derman verebilir ki, benim çektiğim derd de bir hiçten ibarettir.

Sana, derdine ortak bir yar olduğu ümidini verenin sözü yalandır. Sakın bu yalana kanma o, seni kandırmak için dil dökmektedir, Sevinç gününde, iyilik ve varlıklı gününde bütün dünya senin dostundur. Fakat, gam gecesinin dostu pek azdır.

O kimseye ki, Allah, senin gibi çok güzel bir sevgili lütfetti ona, kararsız, huzursuz bir gönül, bir can verdi., öyle bir kişiden sakın, bir iş bekleme, bir istekte bulunma, çünkü, Cenab-ı Hakk, ona bambaşka, görülmemiş bir iş vermiştir, onu, aşkla görevlendirmiştir.

O beni mest görünce, ellerini çırptı ve "gene tövbesini bozdu, gene sarhoş geldi" dedi. Bizim tövbemiz, şişe yapanın hâline benzer- Şişenin yapılması her zaman güçtür, ama kırması kolaydır.

Mademki etrafımızda bulunan kişileri gürmekdeyiz. 0 halde, biz yalnız değiliz. Biz bu gerçeği anlamıyor da, sayılara takılıp, kalıyoruz. İyiden de, kötüden de haberimiz var, onları da duyuyoruz, anlıyoruz, aslında bu anlayış bu idrak, bizim için kötü bir haldir. Bu duygular yüzünden, benlikten kurtulamıyor, kendimizden geçemiyoruz. Kendinden geçmeyen gönül, ayak altındadır, işkencededir.

Bugün bir ben varım, bir de elimdeki sabah şarabının kadehi var... Düşünüyorum, kalkıyorum, sarhoş, sarhoş dönüyorum. Selvi boylu sevgilimle ben mestim, ken­dimden geçmişim. Alçalmışım, ondan başka biri var, bir varlık kalmasın diye, ben yok olmuşum.

Tövbe, kendi gönlünü demir gibi katı yapmıştır. Kulunu öldürmek için gözünü açmış, hiddetle parlatmış. Sev­gilim, ben her ne kadar saçların gibi büklümler, kıv­rımlar halinde perişan isem de, ettiğim tövbe bana ne yaptıysa ben de ona, onu yapacağım.

Benim canım, o cana, o cihana yüzünü döndürmüştür. Hem o tarafı kıble edinmiştir, hem de o tarafı saygı ile, sevgi ile öpmektedir. Allan bize bu huyu vermiştir. Huyu veren de o, işleri çeviren de 0.

Bir can ki, aşk şarabını ötelerde, ezelde, ruh âleminde içmiştir. 0 güzel yüzlünün hakikat bağının üzümünden yapılmış mana şarabını tatmak mutluluğuna ermiştir. O bağ, o mutlu canın boğazına sarılır da derdi: "Ben, onun kanını dökerim, çünkü, o bizim kanımız içmiştir."

O gözün kapalı bulunması uyanıp parıldamak, ışık saçmak içindir. Fitneyi, uyumuş sanman gerekir. Sen dün, bizim gözlerimizden ne kadar çok yaşlar akıttındı..Bugün, o akıttığın göz yaşlarımızdan, nice derelerin meydana geldiğini gör.

Dedi ki: "Gel, sema, yoluna girdi, şenlendi." dedim ki: "git, (bu) köle hastalandı" Kulağımı çekti dedi ki; "Buralardan kalk'da geri gel, çünkü o, iki dünyanın fitnesi, uyandı.

Dedim ki "gel, semâ düzenlendi ve şenlendi" dedi ki, "git, bu köle hastalandı" Dedim ki "eğer sen ölmüşsen dirilirsin. Çünkü, zamanın İsa'sı iş başın­dadır. Onun mucizeler yaratacağını görürsün.

Def çalmaz isen akşam oldu, deriz. Çalma, çünkü canım bütün gece semâ etmededir. Özellikle Hakk aşıkları için gece, bir şarab haline gelmiştir. Çalgı def olmasa olmasın, her taraftan ilâhi nağmeler işitilmektedir.

Ey can sakisi, çalgıcımıza ne oldu? Neden hoş bir ahenkle çalmıyor? Onun güzel nağmelerinin yolunu kim kesmiş? Mutrib bilir ki, aşk'ın iyisi de var, kötüsü de. Aşkın iyisine de, kötüsüne de mutribin yardımı vardır.

Bize dost olan, arkadaş olan bir can vardı, o can bize şimdi yabancı oldu. Hekim olup hastalıkları iyi eden akıl da, deli, divâne oldu.

Padişahlar, bütün hazineleri, yıkık yerlere, viranelere gömerler. Bizim viranemiz, yıkık gönlümüzse, dostun hazinesinden ötürü virane olmuştur. Dostun ilâhi emânetine dayanamamış, yıkılmış, bu hâle gelmiştir

Sıçrayıp, kalk, çünkü rûh sema'a başladı. O şeker gibi hoş sesler çıkaran def, ayrılıklardan şikâyet eden neye eş oldu, arkadaş oldu. Ezelî sevda aşk ateşini alevlendirdi. Senin, aşkla coşup hay hay demen nerede kaldı? Şimdi sen hey hey de hey demenin tam zamanıdır.

Sevgilim, senin ayağına sarılmışım, elimi senden çekmem. Gönlüm, aşkınla hastadır, yaralıdır, kimden derman arıyayım? "Cesaretin yok, tahammülsüzsün' djye beni kınamadasın, cesaretim yoksa, kirpiklerimde göz yaşları var ya...

Gece gözü görmiyen gam, niçin bana sarılmış, yakamı bırakmıyor? Acaba, o kör müdür, yahut beni mi kör sanıyor? Aslında ben gökteyim, şu balçıktan yaratılmış fani cismim benim aksimden, gölgemden ibâretdir. Suya akseden yıldızı, bir kimsenin sudan çaldığı görülmüş müdür?

Seni zahir gözü ile, baş gözüyle gören, mânânı görmeyen, gülünç olmuştur. Seni, kendisiyle kıyaslayan yoksulun gözlerinde ne dikenler vardır, ne dikenler!..

Ruhum, dün gece rüyasında bir ay görmüştür. 0 ay yüzlü güzelin gözü nurlandıran parlak bir yüzü, lâtif bir dudağı vardı. Ya, taze bir gülün üstünde şekerler coştu, yahut da, şeker kamışlığında, taze bir gül bitti.

Güneşle ısınan, ateşler yağdıran toprak, yemyeşil olur, çiçeklerle, çimenlerle süslenir. Hele, Özellikle o toprak, konuşan, uyanık bir toprak olursa,..o, neler, nelerle süslenmez. Geline benziyen şu toprağın, kendini süsleyenden haberi yoktur. Ne hoş, ne garip bir habersizlik! Kendini süsleyenden, uyandırandan haberi yok.

Geceleyin yürü zira gece, sırlar rehberidir, herkes uyurken ilâhi aşk sırları, mânâ zevkleri gönle gelir. Çünkü geceleyin gönlün kapılan açılır, yapılan işler, yabancıların gözlerinden gizlenir Geceleyin, gönlümüz aşk ile, gözlerimiz ise uyku ile karışmış olduğu halde, bizim yarin güzel yüzü ile işimiz vardır, buluşmamız vardır.

Bağda, bağçede görülen selviler, güller, aslında o sevgilinin, o güzelin boyunun, yanaklarının aksidir. Düşüncem rûh aleminde verilen ezeli ikrarla mest olmuştur. 0 ikrarın zevki ile yalnız ben mest değilim. Bütün insanlardan bir tane bile ayık varsa, ben dinsizim.

Benim bağımda, bahçemde görülen selviler, güller, aslında o, sevgilinin, o güzelin boyunun, yanaklarının aksidir. Billâh sevgilim; senin ikrarın olan o ad'a yemin ederim ki, bugün benim bir damarım bile kendinde değildir.

Benim bu gecem, pek zayıftır, bitkindir. Bu gece, sırların düzenlendiği, açıklandığı bir gecedir. Sırlardan söz ettim; benim gönlümün bütün sırları, sevgilinin hayâli başka bir şey değil. Ey gece! çabuk geçme, bizim seninle işimiz vardır.

Ayna gibi olan şu gökyüzü, dönüp durdukça, aşkın gönlünden kan dalgaları coşup kabarmaktadır Kan dalgaları, bir gün geliyor görünüyor, bir gün gelmiyor, görünmüyor. Fakat gönlün içindeki dalgalara gece ve gündüz sükûnet yoktur.

İnsaf et, aşk, güzel bir iştir O'nun bozulması, güzelliğini kaybetmesi tabiatın kütü niyetli oluşurdandır. Sen kendi şehvetine, aşk adını koymuşsun, halbuki, şehvetden kurtulup, aşka ulaşabilmek için çok uzun yollardan geçmek gerekir.

Ben, bir dağım, sesim, sözüm, yârin sadasıdır, yârin sözüdür. Ben bir resmim, benim ressamım o güzeldir. Sen sanıyorsun ki, konuştuğum zaman ağzımdan çıkan sözler, benim sözümdür Hayır; anahtar kilide sokulur da açılırken ses çıkarır ya, işte, benim sözlerim böyledir.

Kulağının küpesinden, gönlümün haberi vardır. Gönlüm, onun küpesine, herkesden tazla yapışık olan bir halkadır. 0 sevgilinin gamından göklerin gönlüne bir kararsızlık düşmüş de alt üst olup duruyor Evet güneş gibi her zerre onun derdiyle alt, üst olmuştur.

Aşıklığın sırrından haberi olanın, aşıklığı meydandadır. Aşıklar arasında ünlü olmuştur. Namus yüzünden aşkını gizleyen kişi de, ayrılık nedeniyle perişan olduğundan kendini belli eder.

                 Bayram ayıdır Görüş sahibi halk, gezinmek, rahatlamak için sokaklara çıkıyor. Sen neden davul çalıyorsun? Davul gürültülü, patırtılıdır. Kötülükler doğurur, insanı rahatsız eder. Fakat, o efendi sağırdır da davulcu onun için davul çalmaktadır.

 

Sevgilim, ne dersem diyeyim, senin gamın, hepsinden daha kötü.., 0 gönlün zahmeti, ağrısı tenin ateşi, hastalığı, kalbin yanışı, kavruluşu her hangi bir şey, yenildikçe azalır. Fakat senin gamın öyle değildir. Ben senin gamını ne kadar çeksem eksilmek şöyle dursun, o daha çok artar.

0 efendi ki onun yükü, bütün şekerdir, hem de şekerden daha şekerdir. Sarhoşluğu yüzünden onun kendi şekerinden haberi yoktur. Ona, dedim ki; "Sende olan o şekerden bana, bir az vermez misin?" "Hayır" dedi, bilmedi ki o "hayır" deyişi de bir şekerdir.

Gönlüm, gamınla her gün bir az daha sızlıyor, bir az daha inliyor... Sevgilim, merhametsiz kalbin, her gün benden bir az daha bıkıyor, gamından biz vaz geçtik; ama gamın bizden vaz geçmedi, Gerçekten gamın senden daha vefalı imiş.

Asık suratlı günde, bulutun gözü yaşlıdır. Bulutun bu ağlayışı, yaprakların, meyvelerin gülüşü içindir. Çocukların oyunları, neş'eleri, gülüşmeleri de, annelerinin, babalarının, çalışıp çabalamalarından, geçinmelerini sağlamak için, didinip yorulmaîarmdandır

Gözün, zamandan da daha kan dökücüdür. Kirpiklerindeki ok, mızraktan daha keskindir. Kulağıma gizlice bir şey fısıldamıştın, bir sır söylemiştin. 0 sırrı, açıkça, bir az yüksek sesle söyle, çünkü kulağım pek ağır işitiyor.

Ey Yusuf, senin için kurtuluş yeri, babanın evidir. Ovalar, kardeşlerinin yanı, ölümlerle, tehlikelerle doludur. Kurtla anlaş, arkadaş ol. fakat, sakın sakın kıskançlarla oturup, kalkma, çünkü kıskançlık kurdu, dağlardaki kurttan daha kötüdür.

Ey lâ'l ey akik, ey inci, ey mânâ denizi, ey sağlık, esenlik. Yerden, yurtdan vaz geçmişsin, fakat mübarek ayağını, hakikata sağlamca basmışsın, Hak yolundan dönmüyorsun. Ey ruhların efendisi, ey ruhlara rûh katan, ruhu da, gönlü de yaşatan aziz varlık! Geç gelmişsin, geç gelmen de kutludur, sana yaraşır.

Perde arkasına gizlenmiş olan o sevgilinin canına, başına and olsun ki, sevgiliyi bizden saklayan, bize göstermeyen bu perde, perde değildir! aslında yar, perde arkasında değildir, perde yırtılmıştır. Sevgili, ister perde arkasında olsun, ister perdeyi yırtıp görünsün, sen, onun niyaz kapısını çal, yalvar, yakar, şunu iyi bil ki, sevgilinin kapısı, onu senin gözünden gizleyen perdelerin arkasındadır.

Bir kişi aklına güvenip, düşüncelere kapılarak Hakk'ı inkâr ederse, onun inkârı da Hakk'dandtr, Hakk'ın yazısı iledir, fakat inkarcının bu hakikatdan haberi yoktu.

 

Sevgiliye dedim ki: Lal dudaklarından bana verilecek bir şeker var mı yok, dedi, fakat bilmeli ki; onun "yok demesi de bir şekerdir".

Ayağının bastığı toprak, başlara taç o!an o padişaha dedim ki: "senin ayrılığın ölümünden beterdir, İşte şu sararmış yüzüm benim şahidimdir." Padişahım bana: "yürür git dedi, aşk yüzünden sararmış, altına dönmüş bir yüzün şikâyete ne hakkı var?1'

Zahirde, batında, hayır, şer ne varsa hepsi Allah'ın hükmünden, kaza ve kaderindendir Sen gayret sari ederim, çalışır, çabalarım; fakat, kaza bana der ki: "Senin elinde olmayan senin yapamayacağın, başka bir iş var, o işten senin haberin yok,"

Senin aşkın yüzünden tehlikeye düşmüş, felakete uğramış olan bir can için, bilgisizlikleri, imansızlıkları sebebiyle, ona acıyanlar, ağlayanlar, feryad edenler vardır. Aslında, o âşık canın yüzünde, onun mutluluğundan haberler veren olan binlerce belirtiler vardır, göz onu görur ama, gerçeği anlıyamaz.

Her ne kadar o develerin yükleri şeker ise de, o mest gözlü deve, bambaşkadır... Onun gözü mest ve kendisi daha çok mesttir. Sarhoşluğundan kendi gözünden haberi yoktur.

Şeker, her ne kadar canın ve ciğerin tadı ise de şeker başka, o güzelin şekeri gene başkadır. Ona dedim ki: ''Sende olan o şeker kamışından ver de ağzımın tadını arttır" Bana şu cevabı verdi; ''Hayır, artırmam/' Fakat o sevgilinin "Hayır!" demesi, şekerin şekeri.

Biz, aşkın âşıkıyız, müslüman başkadır. Biz zayıf karıncalarız, Süleyman başkadır. Bizden sararmış bir yüzle, yanıp, yakılan bîr gönül iste. İpekli kumaş satanların pazarı başka yerdedir.

Aşıkların toplantısındaki durum başkadır. Şu aşk şarabındaki mahmurluk da başkadır,.. Medresede öğrendikleri o ilim başka bir iş aşk gene başka bir iştir.

Bizim başımızda başka bir himmet, başka bir iş vardır. Bizim güzel sevgilimiz, başka güzellere benzemeyen bambaşka bir güzel. Allah’a yemin ederim ki, biz yalnız aşk ile de kanaat etmeyiz, aşkı da yeter bulmayız. Bizim bu sonbahardan sonra gelecek başka bir baharımız vardır,

Sendeki bu yan bakış, başka bir nurdandır. Sendeki, bu düşünceler, başka bir hâle, başka bir mertebeye geçişindendir. Ağız oynatarak yutkunman, onun tatlılığından ise de, zevkle el çırpışan başka bir sevdadan, başka bir coşkunluktandır.

Bu, bahar mevsimi değil, başka bir mevsimdir. Her gözdeki mahmurluk, başka bir buluşma sonucudur. Her ne kadar bütün dallar, rüzgârların etkisiyle sallanıyorlar, oynuyorlarsa da, aslında, her dalın kımıldanışının başka bir sebebi vardır

Bizim, bu dilden başka bir dilimiz vardır Cehennem ve cennetten ayrı, başka bir yerimiz vardır. Hür gönüllüler, başka bir canla diridirler. Onların o tertemiz cevherleri başka bir madendendir.

            Hem zâhid, hem kendini ibâdete vermiş, hem de kan dökücü. Şaşılacak şey şu ki: onun, kan dökücü oluşu, günah işlemekten sakınmasının hulasasıdır. Güneş bir kula yardım ederse, o kulun erken kalkması ayıp sayılmaz.

Şurası kesin ki, sana kavuşmayı isteyen binlerce hevesli var. Fakat sen kendin elini vermedikçe, kimin eli sana uzanabilir? Kim sana kavuşabilir? Sana kavuşan, seni bulan kişi, tam bir rahat elde eder, mutluluğa erer. Seni bulamayan kişiye de, bulmamak zahmeti yeter.

Sevgilimiz her ne kadar, yumuşak huylu olduğundan çok cefalar çeker, çok sıkıntılara katlanır ise de, aşıkların ağlayıp inlemeleri de hoştur. Aslında aşıkların bedenleri sıtmaya yakalanmış hastalar gibi tir tir titrerse de, canlan, gül bahçesi gibi güzel kokular yayarak güler.

Gönül, işrete oturunca, seni yâd etti de sakiden kadehi aldı, yere attı, kırdı. Sonra perişan bir halde coştu, dışarıya fırladı. 0 ne kendini kaybetmiş, mest bir halde idi, ne de aklı başında uyanık bir halde, etrafa, "o delirdi, divane oldu" diye bir söz yayıldı.

Ey benim gönlümün İçinde oturan! Gel, gönülde oturma vakti geldi. Ey tövbe bozan! Gel, tövbeyi bozma zamanı geldi. Ey böyle güzel, hoş renge giren, gül renkli şarab, gel, gül gibi elden ele gezmek zamanı geldi.

Yar, düşmanımla birlikte çok oturup, kalktığı için, artık benim, yarla oturmam yaraşmaz. Dikenle oturup, kalkan bir gülden sakın. Yılanla dost olan sinekten kaç,

Aşk ile beline kemer bağlamak ve basma külah giymek, bir yandan da bir müzik enstrümanının yürek yakan inleyişlerini dinlemek ne hoştur. Ey çalgıcı; defi, neyi seher vaktine kadar okşayıp, böyle terennüm et. Bu güzel nağmeleri, sabaha kadar dinlemek ne hoştur.

Derler ki: "aşk, akılla birleşirse, hoş olur Böyle olmaz da, aşk, aklı bırakır, nefisle dost olursa, böyle aşktan, çekinmek daha iyi " Evet, sözün halis altın gibi değerli. Fakat, canın Tebrizli Şems'e feda olması da ne hoştur.

Bensiz, bizsiz olduğu halde hoş olanın, benlikten kurtulduğu için mutlu olanın, kulu, kölesiyim. Şikâyet etmeden, kimseye yük olmadan, kendi acıları ile başbaşa kalarak yalnızlıktan hoşlanan kişinin gamı ile arkadaşım. Sevgilinin vefakarlığı ne kadar hoştur? 0nun vefalarında ne zevkler vardır? diye sordular, onlara dedim ki: Onun vefalarından haberim yok, bence onun nazları, cefaları hoştur.

Gönül, bizi bıraktı da, kalktı, bensiz, bizsiz olduğu halde hoş olanın, benlikten kurtulduğu için mutluluğu elde eden birinin yanına gitti. Aslında keder, hoş bir şey değildir, fakat, sevgilinin verdiği ıztıraplar, dertler çok hoştur.

Sevgili, can almak istiyor. Ben, isteğini hemen yerine getirmîyeceğim. Canımı bir kaç gün vermiyeceğim. Fakat sevgilinin uğrunda canın, can vermenin ne önemi var? asıl önemli olan, hoş olan şey, onun isteğidir, edasıdır.

Sevgilinin, yalnız gülüşü, yüzü güzel değil onun öfkesi, hiddeti, katı yürekliliği, kini ve sinirliliği de güzeldir. Benden başımı istedi. Versem de, vermesem de, bu önemli bir şey değil Sevgilinin uğrunda başımın ne değeri vardır? Yalnız onun isteyiş şekli, edası çok güzel, çok hoşdur.

Sen cansın, sen cihansın. Cihan, ancak seninle hoştur. Sen beni yaralasan, mızrağının tenimde açtığı yara, senin açtığın yara olduğundan benim için bir lütuf olur. Avucuna aldığın bir toprak parçası bile bir kimya mâdenidir. Hulâsa; hoş olmayan her şey, seninle hoştur, güzeldir.

Şu yer yüzü, cansız, aklı, fikri yok sanmayasın diye tavşan uykusuna yatmış, sessizce uyur gibi görünü­yor, halbuki, o uyanıktır; canlıdır, O da senin gibi kendi hayatını yaşamakta, Hakk'ın kendisine verdiği görevleri yapmaktadır. Görmez misin? Ocakta ateş üstünde kaynayan tencerenin ağzına binlerce köpük yükselir, durur. O köpükleri gören insanlar tencerenin kaynadığını anlar Şu yer yüzünün kalbinden fışkırıp çıkan çeşitli renkli çiçekler, sayısız bitkiler, ağaçlar neyi anlatır?

Kendi kusurunu gören, kendi benliğini yok etmeye uğraşan her dervişi, hayal peşinde koşuyor sanma.  O hoş gidişlinin otağının bulunduğu yer, varlıktan da,   mekândan da ve bütün evrenden de ileridir.

Dediler ki: "Bağa gel, bahçeye gel, orada eğlence var, zevk var, ferahlık vardır. Orada ne gezme, do­laşma yorgunluğu var, ne de kuzgun sesi... Halbuki benim gönlümün İçinde, boyaları çok güzel kullanan büyük bir ressam var ki, çiçeklerin, bağların; asma­ların rengini çok hoş bir şekilde boyamaktadır. O, öyle eşsiz bir sanatçıdır ki, bir kuzgunun kanadında bile yüzlerce bağ ve bahçelerin rengi yardır.

Def, vuruşlara, dövülmeye, yırtılmaya hedef olduğundan her mûsiki topluluğunun, her sema' meclisinin, her zevkin, neş'enin parlaklığı onun sesiyle güzelleşmededir.

Ona vurmak, onu seslendirmek için elini defe uzatan kişiye def der ki: Bu birbiri ardı sıra bana vurduğun için ellerin dert görmesin. Çünkü senin bu vuruşların gönlümün besini olmaktadır.

O nedir ki, semâlara şeref ondandır? O  nedir ki o gidince değerli bir şey'in oradan eksildiği belli olur? Meclis bozulur, neş'esi kalmaz? Semâlarda duyulan mânevi zevkin, ruhani şevkin, neyden, defden olmadığı anlaşılsın diye, o, gizlice gelir, gizlice gider.

Canı, âşıklar safının önünde olan o aziz yol gösterici, bilir ki, sen bir denizsin, evren ise, o denizin köpüğü gibidir Senin âşıkın defsiz, neysiz dans ederse, her taraf neyle, defle dolu olan böyle bir gecede bilmem ki, ne yapacaktır.

Kadehinin süsleri aşk olan bir şarabla mest olmuşum. Öyle bir at üstündeyim ki onun ağzına aşk gemi vu­rulmuştur Benim, ay yüzlü sevgilimin aşkı az bulunur aşklardan değil, o çok büyük bir aşktır. Fakat, ben aşka köle olanın değil de, aşka hakim olanın, aşkı kendisine köle yapanın kulu, kölesi olmuşum.

Aşk geldi ve tövbeyi bir şişe gibi kırdı. Şişe kırıldıktan sonra, onu kim yapıştırabilir. Eğer kırığı yapıştıracak biri varsa, yine aşktır. Aşkın şişesini kırıp onarmasından nasıl kurtulabiliriz, nerelere kaçmamız gerek.

 Ayrılık, her ne kadar ümidin belini kırsa, ıztıraplar, cefâlar, isteklerin, emellerin ellerini bağlasa da, Allah sevgisi ile mest olan âşikın gönlü, ümitsizliğe düşmez, Hak'tan ümidini kesmez. İnsanlar, uğrunda çaba gösterdikleri her şeye ulaşırlar.

Sevgili kucağında, aşk şarabı elinde, kendini kaybetmiş bir halde, elest meclisinden çıktı, geldi».Ben, aşk şarabının sütünü içerken, akıl bana: "Ey aşka tapan, afiyet olsun" diyordu.

Şu toprak bedenim, gönlün «kadehidir Pişkin ve olgun düşüncem de, gönlün henüz olmamış ham şarabıdır Bilgi tanelerinin hepsi, gönül tuzağıdır Bu sözleri ben söyledim sanma bu sözler gönülden gelmektedir.

 

0 yüz, aşık değildir. Onun görünüşü böyledir. Yer, içer, söyler, işte o kadar...Bütün işi, gücü bunlardır. Gökyüzünde bile işi böyle hatalı ve suçlu olanın, yer yüzündeki işlerine şaşmamalıdır.

Derler ki: "Bilgiler, fenler, hünerler sahibi akl-ı Kûll'dür. Şu başaşağı göğe sermaye veren, onu kuran, onu döndüren, şaşmaz kanunlarla onu idare eden akl-ı kûll'dûr. 0 aklın ki aklı vardır, O, akl-ı kûll'den bir cüzüdûr. Eğer, akıldan, akıl giderse işte böyle akıl, o zaman akl-ı küll'dür."

Aşkta, her ne kadar kıdem içinde evvellik vardır. Fakat asli evvellik, o evvellikten daha evveldir, daha eskidir... Yokluk evi olan şu dünyada, bir çok varlar, varlıklar görünmektedir. Halbuki gözlerimizi iyice oğuşturur da bakarsak gördüklerimizin çoğu yoktur yok.

O mest sevgili, ansızın kapımdan içeri girdi. Elinde bulunan, la'l renkli şarab kadehinden İçerek oturdu. Onun güzel saçlarını görmekten, onlan tutup, hayranlıkla okşamaktan ötürü, yüzüm bütün göz kesildi, gözlerim de, bakışlarım da, bütün el oldu.

O mest güzel, her gün yeniden, güzel bir sîmâ ile gelir. İnsanın aklını, fikrini bozan, fitnelerle, fesatlarla dolu bir kadehi elinde tutarak bana gösterir. Ben ne yapayım? Eğer, o kadehi alsam akıl testisi kırılacak, aklım başımdan gidecek, almasam, bilmem ki, o güzelin elinden nasıl kurtulurum.?

0, temizdir, güzeldir. O Hakken hareminin incilerindendir. Kıymetli inci, nerede peşin para varsa oraya gider. Kalpazan, ona yar olamaz, arkadaş olamaz. O kendine uymayanlardan, zıd düşenlerden kaçar da değerlilerin, muhterem varlıkların yanına gider.

Sarhoş bir halde, o, güzel ayaklar sultanın harem dairesinde yürür dururdu. O nazik eller gül bahçesinde, güiler devşirir, demetler yapardı. Ecel tuzağı ağzını açıp kapayınca o eller kesildi, o ayaklar kirildi.

Ey sabahleyin perişan ve mest olarak gelen sevgili! Halinden bellidir ki, dün akşamki şarab, seni iyice tutmuş. Bugün yıkılma, harab olma günüdür, gezip tozma günü değildir. Sarhoş, sarhoş evde oturman daha uygun olur.

Sana yüz kere söyledim: "ne ayık, ne de mest olarak şuhluk etme, her kapıyı çalma; her dala el atma. Halbuki, gönlün, şuna buna o kadar çok bağlandı kif senin güzelliğin azaldı, benim de gönlümdeki ateş yatıştı"

Ayrılığın ne olduğunu bilmek mi istiyorsun. Bil ki, ayrılık, âşıkların yoludur. Balık olanın canı, denizdir. Bu yüzdendir ki, denizden ayrı düşen balık, daima denizi özler. İnsanlar bazan gölge isterler, bazan güneş; ama gölge istemeyen bir zerre varsa, o da candır

Ben, canlara can olan o candanım. Ben, sonsuz olan o şehirdenim. 0 şehrin yolu sonsuz bir yoldur. Oraya varmak için ne başa, ne ayağa ihtiyaç vardır. Bu sebeple o şehre başsız, ayaksız git, çünkü baş ve ayak hep o'dur.

Sevgilimizi sevindiren, her cânın başı, dâima nerelidir ve gönlü, dâima güler… Öyle bir güzellik, öyle bir lütuf cana göre değildir. Cana nisbet edilemez, canda olamaz.Yavaş söyliyelim, bunlar olsa olsa canandadır.

Bu dünya işleri ile uğraşanlar, bu dostlardan, bu Hakk âşıklarından değillerdir. Çünkü bizim işimiz, sanımız, işsizlerin işi, işsizlerin sanatıdır. Hırsızların, düzenbazların yolu olan bu yolda, zenginlerin, altını çok olanların ne işi var?

Senin etrafında döndüğüm zaman: saki de var, şarab da varT kadeh de var, devran var, herşey var. Lütfettin bir de tecellide bulundun mu? İşte o zaman can, İmranoğiu Musa gibi hayrete düşer, şaşırır kalır.

Senin yanında geçen bir günüm, benim için sâkîdir, şarabdır, kadehtir, devrandır. İhsanın bana tecelli ettiği an, bedenimdeki can Musu’yi imran gibidir.

Senin heveslerinin, isteklerinin üzümü bitmiş, sarhoş gibi asmanın dallarına yapışmış, sallanıp durmada. Eğlence dalı, bir oğula gebe kalmışsa, o eğlenenlerin, zevke dalanların göz bebeği olur.

Bütün arzulardan isteklerden vaz geçebilirim, üstüne düştüğüm her şeyden, herkesten kopabilirim. Ancak canımıza can olan aziz varlıktan imkânı yok ayrılamam. Birinden ayrılan, kopan herkes, senin için ayrılır. Ama senden bir an bile kim ayrılabilir? Buna imkân var mı?

Can güneşinin çehresi parıldadıkça, Hak aşıkları zerreler gibi raks ederler. Bâzıları derler ki: "Bu, şeytanın vesvesesidir." Eğer öyle ise o, güzel bir şeytandır; canlara, can katmaktadır.

Buğün, bu evde bir dans eden var. Onda öyle bir kemâl, öyle bir olgunluk vardır ki, onun huzurunda bütün kemaller, bütün olgunluklar noksandır, eksiktir. Eğer sende onu inkâr ile atan bir damar varsa o ay senin inkârından da parıldar.

Ne, seninle rahat, düzenli bir şekilde bir an bile oturabiliyorum, ne de sensiz bir an yaşamama imkan var. Düşünce, bu olaydan başı döndü, sersemleşti. Hayır, bu olay değil, dermanı olmıyan bir derttir.

Senin sevgi gamının diyarında, sabır, ferman, emir dinlemez. Göz, senin için yaş döküyor, onda sabra karşı mahrumiyet vardır. Gönül de senin dermanı olmıyan derdlerini çekmektedir Ben şikâyetçi değilim, seni çok sevdiğim için bunların hepsine razıyım. Bu sözleri sadece dilim söylemiyor. Bu sözleri gönlüm söylüyor, bu sözler candandır

Geceye dedim ki; "Seni aydınlatan" ay'ı seviyorsan ona inancın varsa, bu çabucak geçüp gitmen, ona vefasızfıktır, sevgi noksanlığıdır. Gece, yüzünü bana dönerek şöyle bir özür beyan etti: ''Bizim ne günahımız var? Aşkın sonu yok ki,"

Geri gel; sevgili sözünde durmaktadır. Yüz kez olduğu gibi yine de senin sevginden vaz geçmedi. Senin bir tek canın olduğu halde sevgide vefalısın. Ya o canın canının canı nasıl olur, ne yapar?

Ayağını bas, kî burası âb-ı hayat çeşmesidir. Senin gönül verdiğin ay yüzlü sevgili döndükçe, sen de gök yüzü gibi dön, dolaş. 0 hazretin etrafında dönüp duran bir canın var. Zâten bu can da, o canın dönmesinden dönmektedir.

Şeytanların evi olan bu hamam, şeytanın halvete çekildiği, dinlendiği bir yerdir... Fakat, şeytanların yurdu olan bu hamamda bir peri yüzlü güzel, gizlenmiştir. Böylece, küfür ile yakîn, imânın pusu yeri olmada.

Açıklama: Eski bir halk inancına göre hamamlar, harabeler, kırlardaki çeşme başları, perilerin, cinlerin ve şeytanların bulundukları yerlerdir: Bu rubaide hazreti Mevlana bu inanca dayanarak hamamı şeytanın evi olarak tavsif ediyor. Burada Hamam insan vücudunu temsil etmektedir- Bu vücudda neftini isteklerle, rahmaniyetin mücadelesi anlatılmaktadır Gerçekten de, tenimizde şeytanî ve nefsânî arzular halvete çekilmiş, pusuya yatmışken, gönlümüzde, güzeller güzeli bir peri gizlenmiştir. Bu münasebetle içimizde küfürle iman çarpışıp durmaktadır.

Havadaki, gökteki, her zerre, bizim gözümüzde bütün gül bahçesi, elma bahçesidir Altın, her ne kadar, altın mâdeninin yolundan geliyorsa da, her damla bir tılsımdır; içinde ise umman gizlidir.

Bu gece, o sonsuz devlet gecesidir, saadet gecesidir Bu gece, gece değildir, Allahı arıyanların düğün günüdür O güzel varlık. Bir diyenlere, tevhid ehline eş olmuştur. Bu gece, güzel yüzlülerin, yüzlerini örten, gizliyen bir duvak olmuştur.

Yol ne kadar uzun, sonsuzsa da, sen o Hak yoluna ayağını bas. Çünkü o yola uzaktan bakmak, insan olmıyanların işidir...Bu yolu gönül diriliğinden elde et. Zira, gönül diriliği insanın, bedenin diriliği ise hayvanın vasfıdır.

Bîr ömürdür ki Can, benliğini terk etmiş bir kişinin kulu, kölesi olmuştur. Bu yüzdendir ki, dünyâda bulunan erkekler de kadınlar da onu parmakla gösteriyorlar. Candan, cihandan vaz geçmek zor değildir. Sevgilim, asıl zor olan şey, senin mahallenden kalkıp gitmek, senden uzak düşmektir.

İnsaf et, bu kadar gönül kıran, o acı sözler, bu güzel ağıza hiç yakışır mı? Şu var ki, sevgilinin o latif, o tatlı dudaklarından hiçbir zaman acı söz çıkmaz. Fakat onun gönül kıran acı sözler söylemesi, benim kendi acı bahtımdandır.

Artık bildim ki, aşk benden ayrılamaz, bana bağlanıp kalmış. Onun örülmüş saçları benim elimdedir. Dün, her ne kadar ben kadehin sarhoşu idim. Fakat bugün Öyleyim ki, kadeh, benimle sarhoştur.

Sevgilimin bana karşı olan sözünde, vefasında, gösterdiği ilgisizlikten ötürü, gece ve gündüz gözlerimden kanlı yaşlar dökmek âdetim oldu. O bir başka sevgili bulmuş, benden vazgeçmiş. Rahat rahat oturuyor. Ben ise aptallar gibi oturmuşum, o benim sevgilimdir diyip duruyorum.

Benim kanımı dökene; kimse gönül vermez. Canım gitti. Pabucumun, sarığımın lafı mı olur? Ey, gönül sen de git. Çünkü bu fedakârlık, senin işin değil. Benim işimdir, benim işimdir, benim işim.

Dedim ki: "gönlüm benim İletimdir, edevâtımdır. Rebâb gibi benimle aynı sesde, aynı terennümdedir." Ben bu gönlümü, kendime dost sanıyordum, meğer, bu gönlüm başka Dirinin dostu imiş de, haberim yok.

Sevgilim, senin sayende gönlüm, güllerle, yaseminlerle dolu. Senin lûtfuna, ihsanına, nail olmuş benim gibi kim var? Candan ve cihandan vaz geçmek zor değildir, asıl zor olan şey senin mahallenden ayrılmak senden uzak düşmektir.

Dedim ki: "aşkın benim akrabamdır. Aslında, gam yoktur. Gam benim fesat kalbimden, kötü düşünen gönlümdendir.' Dedi ki: "yayına, okuna mı güveni­yorsun? Okunu küstahça atma. Yayın da, okun da bana rehindir"

Bedenimin her cüz'ünde sevgilimin bir belirtisi vardır. Vücûdumun her parçası sevgilimin bir dili gibidir. Ben sanki bir cenk olmuşum da onun güzel göğsüne dayanmışım. Bendeki bu inleyiş, bu feryâd sevgilimin parmaklarındandır.

Ayağının bastığı toprak, canimin mutluluğudur. Toprak, onun ayakları altında çiğnendiği için, baştanbaşa gül olmuştur, yasemin olmuştur. Sevgilim, ayağını bastığın yerler sana meyveler verir, çiçekler, çimenler bitirir. O ayağını bastığın topraktan nasıl yüz kaldırılabilir?

Kavuşma, buluşma zamanında güzel yüzü, benim gülen bir gülümdür. Ayrılık anında, hayali, benim gönlümdür, imânımdır. Gönül benimle, ben de gönülle hep kavga ediyoruz, bir türlü barışamıyoruz. Herbirimiz, "o güzel, senin değil, benimdir" diyoruz.

Bu güzel ses, benim Zühal yıldızımdan geliyor. Bu güzel koku, benim gül bahçemden esip gelmekdedir..Benim gönlümde, canımda bir şey vardır. 0, canım gitmedikçe nereye gider? O, benimdir.

Güzelliğin, sevimliliğin sultanı, benim o düzgün endamlı ay yüzlümdür Şu deli gönlüm onun aşk zincirine vurulmuştur.. Ben o ay yüzlünün kapısının toprağını, gönül kanıyla sulamaktayım. Halbuki onun kapısının toprağı, kanımdan daha değerlidir.

Ahitten bahsetme, ahitte durmak, benim kârım değil. Benim ahdim, benim verdiğim söz, senin saçların gibi perişandır, darmadağın olmuştur. Dudağındaki kıvrımdan, yahut o güzel dudaklarının ağzıma düşürdüğü alevden hiç söz açma.

Gönlüme dedim ki: "Ey gönül, sevgilinin aşkından coşmuş, Ceyhun nehrine dönmüşsün. Oysa, sevgili yüzünü ekşitmiş, sana karşı değişmiştir," Gönlüm güldü de dedi ki: "Bu bir masaldır, çünkü aslında sevgili bir şekerdir. Hiç şeker ekşi olur mu? Bunu kim görmüştür?

Sevgilim, senin yüzünün güneşi, göklere sığmaz. Çünkü güzelliğin, dille anlatılacak bir güzellik değil. O bambaşka bir güzellik...Senin aşkın, cana, cihâna sığmazken, şaşılacak bir şeydir ki, geldi, benim içime, benim gönlüme sığdı Gönlümü kendisine yer edindi.

Güzelliğinin anlatılmasına, tasvirine imkân olmayan sevgili, eve geldi de, günlün nasıl, hoş mudur? diye sordu... O eteğini sürüyerek yürürken, gönlüm ona dedi ki: Sevgilim, eteğinizi toplayınız, çünkü evin içi kanlı gözyaşlarıyla doludur.

Yerde ve gökte olan har zerreye iyi bak ki, onlar da bizim gibi bir kudretin meftunu ve mecnunudur. Neş'eli, neş'esiz, iyi, kötü, her zerre, eşsiz bir güneşe gönlünü kaptırmış, dönüp durmaktadır.

Sevgili zariftir, incedir; günahı da budur. Güzeldir zarifdir, hoştur, günahı ise budur Acaba hangi kusurunu gördüler de ondan kaçıyorlar?...Onun kusuru yoktur, iffetlidir, günahı budur.

Eğer sevgiliye kavuştun ise, bağlı, bahçeli cennet budur. Eğer, ayrı düştünse, cehennem ve ateş budur Aşk, kadimdir, ondan önce hiç bir şey yoktur, fakat aşk cihanda örtülmüş, bir sır olarak kalmıştır. Ne garipdir ki örtülü olan, kendini örteni meydana çıkarıyor Aşk, Allah'ı buluyor, oyun, şaka işte budur.

Ey kul, bil ki, şarkın efendisi budur. Ezelin inciler yağdıran bulutundan çıkan şimşek budur. Sen ne söylesen bir karşılaştırma yaparak söylersin, halbuki o, gördüğünü anlatıyor, işte aradaki fark da budur

Benim yaşadığım sürece san'atım, işim, gücüm budur. Avcılığım, avlanmam, avım budur. Günüm, zamanım, budur. Rahatım, huzurum dert ortağım budur.

Ey gönül, bir sen varsın, bir de O'nun derdi var. O'nun dertlisi olmak ne hoştur! O'nun derdi senin dermanındır. Bu sebeple, o'nun verdiği ıztırabi çek, sakın  şikâyet etme. O'nun takdiri, onun fermanı, budur. Maddi arzulanın ayak altına alırsan, o zaman, nefsin köpeğini öldürürsün ki asıl kurban da budur.

Gözümden uzaksın, bakış ve görüşüm sana varamıyor. Sebebi şu: Bizim gözlerimiz hala sureti görmekte, renk ve şekil üzerinde durmaktadır. Senin yüzünü görmeye, Allahsal güzelliğini müşahede etmeye ehliyeti, kabiliyeti yoldur. Bununla beraber gönül senden kendini nasıl çeksin? Sen cansın, can da tatlıdır.

Ölümde, adalet ve din ehline bir başka hayat vardır. Ölümden, temiz ruhlara, huzur ve sükûn gelir. Ölüm, Hakk'a kavuşmadır, cefa etmek, kin gütmek değildir. Fakat, ölmeyen bir kimse (Öleceğim diye) boyuna ölür, durur, En büyük derdi de budur.

Bu ruba'i "ölmeden evvel ölünüz" hadisinin yandımı ile de mânâlandırılabilir.

Aklı başında, ayık kişi, ister altın olsun, isterse altınla süslenmiş olsan, o bir atdır, ama değeri eğerden azdır. Aşk meyhanesine girmeyenler kısır kişilerdir. Çünkü, bu hârâbat, dinin temelidir.

Sözün altın gibi değerli olsa da, işlediğin ister kötü ise, kimsenin yanında bir pul bile etmezsin. Değeri, sırtındaki eğerden aşağı olan bir ata, nasıl güvenir de yola sürersin.

Derler ki; aşk sükûnet bulur, yatışır. Aşk da, önce karışıklık, coşkunluk, sonra temkin, ağırbaşlılık görülür. Can, aşkın değirmeninde alttaki taşdır. Bu kararsız şekilse, üstündeki taşdır.

 

Bizim güneşimiz, yıldızlarımız, dolunayımız odur. Bostanımız, gül bahçemiz, sarayımız, baş köşemiz o'dur. Kıblemiz, orucumuz, sabrımız odur. Bayramımız o, namazımız o, kadir gecemiz O, her şeyimiz O'dur..

İşle, güçle dolu olan bu gönül, onun mektebindendir Bugün ben aşk hastasıyım. Bu hastalık, onun verdiği sıcaklıktandır. Hekimin bana emrettiği her şeyden perhiz ederim, sakınırım, ancak onun, güzel dudaklarının şarabından ve şekerinden asla perhiz edemem.

Her nereye başımı koysam, secde edilen ancak Odur. Altı yönde ve altı cihetten dışarda mâ'bud ancak O'dur. Bağ, gül, bülbül, güzel hepsi birer bahanedir. Bunların hepsinden maksad bütün O'dur.

Senin başını kesen, seni öldüren, aslında sana iyilik eden, seni gamdan, ıztıraptan kurtaran bir kişidir. Başıma taç koyan kişi ise, seni aldatan, senin iyi huylarını, tevazuunu alan, insanlığını çalıp, çırpandır..Sana yükveren, metâveren, dünyalık veren senin yükün olmaktadır. Senin gerçek dostun, seni, senden alan, kişidir.

Bu rubâ'iyi daha iyi anlamak ve zevkine varmak için "Hallac-ı Mansur hazretlerinin (gerçekten de benim Öldürülmemde hayat vardır) sözünü hatırlamamız iyi olur.

Gönlümün içi de, dışı da o'dur. Bedenim de, can da, damar da , kan da bütün o'dur. Artık böyle bir yere, imansızlık ve imân nasıl sığar? Bu halde, nasıl olur da benim varlığım kalır. Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.

Ey özden, içten haberi olmıyan, dış görünüşe aldanan, madde ile gurura kapılan, aklını başına al. Senin ruhunda, gönlünün içinde bir dost var: Duygu, senin teninin özüdür, duygunun özü ise, senin canındır. Fakat, tenden, duygudan ve candan, öteye geçersen her şeyin yalnız O' olduğunu anlarsın.

Eğer, sevgili benim derimi yırtar, parçalarsa feryâd etmem, ağlamam, bu derd' Ondandır demem, bu derdi sevgiliden bilmem. Aslından herkes, bize düşmandır; dostumuz yalnız Allah'dır. Dosttan, düşmanlara şikâyette bulunmak, hoş bir şey değildir.

 

 

Sevgilinin yakın dostluğundan ötürü, mutluluğumdan kabıma sığamıyorum. Çünkü gönül verdiğim sultan, eşsizdir, pek güzeldir. Sevgili, asla, âşıkın gönlünce yaşamaz. Fakat aşığın muradınca yaşayan, meramına uyan sevgili ancak o'dur.

Aşk geldi, derimin damarlarımın içinde akan kan gibi oldu. Beni, benden boşaltarak dost ile doldurdu. Vücudumun bütün zerrelerini dost kapladı. Benden, bana ancak bir ad kaldı ve geri kalan hep, oldu.

Aşkla beraber ol, birlikte yaşa. Çünkü aşk, canın cevheri, özü, mayasıdır. Gelip geçici sevdaların peşinde koşma: sonsuza kadar senin olacak dostu ara. Canına derd olana, can diye seslenme. Eğer o, senin ekmeğin bile olsa, onu kendine haram kıl.

 

Sen bu cihanın en değerli bir mâdenisin Herkesin peşinde koştuğu şu dünya, sana göre bir yarım arpadır, Cihanın aslı, temeli sensin cihan senin yüzünden yaratılmıştır, alemi, meş'âleler, mumlar kaplasa, aydınlatsa, çakmak olmayınca bunların hepsi de rüzgarın esmesiyle söner.

Dost, visal dudağını, benden esirgiyor. Günlümü cefâlarla, acı sözlerle kırıyor.

Bundan sonra, ben ve gönül kırıklığı, her ikimiz birlikte dostun kapısındayız. Çünki dost, kırık gönlü seviyor, kendine dost ediniyor.

Burada........... = Ben kalbi kırıkların yanındayım hadisine, işaret var.

Ey dost senin adını anmak, güzel yüzünü görmeğe, seyretmeğe engel olmaktadır. Yüzünün nuru, yanağının şimşeği, Latif çehreni perdelemektedir. Dudaklarını tahayyül edince, dudaklarından mahrum kalıyorum. Bu yüzdendir ki dille dudakla, dudaklarının güzelliğini söy­lemek, onları hayal etmek, dudaklarına perde olmuştur.

(Bu rubâîde, gönül gözü ile, Baş sözünün görüşleri ifade edilmektedir.)

Dostun varlığının, sana açılıp aydınlanmasını istiyorsan, özün içine gir, deriden vazgeç. Dost, etrafında kat kat perdeler bulunan bir Zât'tın O, kendi varlığına gark olmuş, iki cihan da onda gark olmuştur.

Bu gece, durmadan dostun köşkünü tavaf ediyorum. Sabaha kadar dostun evinin içinde dönüp dolaşıyorum. Çünki sabahleyin içilen her şarab için şöyle denilmiştir: "Bu baş kâsesi, dostun kadehi olmuştur "

Hergün, senden yeni yeni lûtuflara, ihsanlara nail olurum. Kulağım, cömertliğinin müjdeli haberlerini duyar. Fakat iyiliklerine doymam da yine, denize benzeyen lütuf avucundan başka ihsanlar elde etmek isterim. Bir başka isteğim de ekmeğe, balığa rehin kalmış.

Sarhoşun biri yoldan geldi, bizim meclisimize karıştı. Bu sırada kadeh, elden ele dolaşıyorken, birden bire elden düştü ve kırıldı. Bir kadeh, bu kadar sarhoş arasında ne kadar dayanabilir?

Ey Can! senin gönlünden, benim gönlüme bir yol vardır Benim gönlüm, o yolu araştırmak hususunda uyanıktır. Çünkü gönlüm, berrak, duru saf su ise, aya ayna tutar. "Burada, saf lekesiz, temiz gönülde Hakkın tecellisi belirtilmektedir."

Padişahın çadırına girip, onun huzuruna çıkmak mutluluğuna eren kişi, bu saadete ancak padişahın lutfu üe, keremiyle, ihsaniyle ulaşır. Her çeşit kendinden geçişte, sen aşka ulaşabilir misin? Buna imkân var mı? Her kendinden geçisin ötesinde, Hakk'a varmak için daha binlerce yol vardır.

 

Gerçeği bilen, bu yolu tanıyan her aziz can, bilir ki, başına ne gelirse gelsin, hep ondan gelmektedir. O'nun takdir tezgahından çıkmaktadır. Dünyadan ve hâdiselerden niçin şikâyet ediyor ve dünyayı suçluyorsun? Bu dünya, kendi dönmesinden sorumlu değildir,günahı yoktur.

 

"Heme ust= her şey o'dur"görüşünün mânâsı, s­nin suretinde, maddi varlığında tecelli etmiştir, "Her şey ondan ibarettir. iddiasında sana mânâ olmuştur. Dinin ve dünyanın "Salah’ı, düzeni bütün ondan ibaret olan, bir ilâhi nuru, bozulmaya, çözülmeğe mahkûm olan, şu fani bedene acaba nasıl koydular? Bu şaşılacak şeydir

 

Bir inci tanesi olan o, şeker satan güzel'den, evde oturup kalan kimse şeker alamaz... Kötü niyetli, çirkin kişi o güzel yanaklara kasdetmiş, bir acele, oradan birkaç şeftali koparalım.

Belli ki bu rubai, Hazret-i Mevlâna"nın çok sevdiği Salahaddin Zerkübi için söylenmiş.

 

Her hangi bir suret, her hangi bir güzel gelir, görünürse, ondan daha güzelinin de bulunmasına imkân vardır. Şu halde, madem ki, ondan daha iyisi vardır, bu karşıma çıkana, gönül vermem doğru değildir, o, benim sevgilim olamaz.

Sen gönülden bütün suretleri, fâni güzellerin hayallerini sür, çıkar, çıkar ki, o sûretsizin sureti, ele geçsin.

 

 

Nasılsın? diye sordun, nasıl olacak? Kulun bildiğin gibidir. Sevdan başında, eli şakağındadır. Başında bir şey dönüp dolaşıyor. Beni düşündürenin, meşgul edenin adını söylemiyorum. Fakat o, çok hoş, çok tatlı birisidir.

 

Bize hep, yanlışlar yapma, günahlar işleme yazısı yazılmış. Bizim aşkta adımız kötüye çıkmış, aşk rüsvalığı, çılgınlık, sarhoşluk hepsi de bizde toplanmış. Ey dost! Mademki zamaneden, yaşayıştan amaç sensin, şu halde, şikâyete yer yoktur. Madem ki sen varsın, her şey vardır.

 

İnle ki, bu iniltiyi işiten bir komşun vardır. Bu komşu, sana şah damarından daha yakın olan birisidir. İnle ki çocuğun inlemesi, ağlaması süt annesinin sevgisini uyandırır. Her ne kadar, ruh çocuğunu terbiye eden, Büyük terbiyeci, kendi düşüncesini, (kendi bildiğini yapar,), seni dinlemez gibi davranırsa da, seni sevdiği için, sana zararlı olacak istekleri yerine getirmese de, sen yine, inle, ağla, çünkü ağlamak, aşkı besler, ona sermâye olur.

 

Eğer baş gözünde, seni hak yolundan alıkoyacak arzular tuzağı varsa ve istekler, başkalarından gördüğün şeyler seni rahatsız ediyorsa, istek tuzağından vazgeç, bu tuzağa düşme, gönül ehli olanlar bilirler ki: onsekiz bin âlemde maddî yönde, ne zevk vardır, ne de rahatlık.

 

Her gün gönlümde sema var, sevinç var, zevk vardır. O'nun güzelliği bana diyor ki: Burada da durma, bu mânâ neş'esini yeterli bulma, daha ileri gitmeğe çalış, Bana "neden beş parmakla yiyorsun, diyorlar." "Beş parmağım var, altı parmağım yok da ondan"

 

Bunalmış, daralmış gönlümdeki şu fitne nedendir? Aşıkın belini büken, onu cenge çeviren, bu aşk nereden geliyor? Bu hasta gönül bedenimde gece, gün­düz, benim ile onun yüzünden cenk ve cidaldedir, bunun sebebi nedir?

 

Sevgilim dedi ki: "Filan, ne ile diridir? Mademki ben onun canıyım o, cansız nasıl yaşar?" Ben dayanamadım, ağladım... Dedi ki! "Bu daha şaşılacak bir şeydir? Ben ki, onun iki gözüyüm, o bensiz nasıl ağlıyabildi?"

 

Sen, o güzele doydun, ama ben doymadım. Bu derdime çare nedir? Beni teselli edecek, kandıracak bir karşılık göster Fakat sevgilinin yerini tutabilecek bir karşılık ne olabilir? Dedin ki: "Senin sabır ve imânın vardır ya, sabır et" Ey imânın gözü, senden başka imân nedir ki? Var mıdır?

 

Bizim cansız sandığımız her zerre, her varlık, her hayal, uyanıklık gibidir Ve uyanıklık içindedir. Bu sebeple, bizim neşelerimizden, kederlerimizden dilsiz, dudaksız bize haberler verir, bizi uyandırırlar. Ey insanlar, derler, hısımlarınız, ne diye birbirlerinizi sevmiyorsunuz? Neden birbirlerinizle anlaşamıyorsunuz? Birlik ve varlık âleminden haberi olanlardan, habersiz yaşamak kötü bir iştir, kötü bir haldir.

Bu rubaide, atomların uyanıklılığından bahsediliyor. Bütün Evrenin bir birlik halinde olduğu anlatılıyor

 

Bil ki, senin için bir mağaraya benzer; O mağaranın Ötesinde acayib bir çarşı vardır. Herkes, o çarşıda, kendine uygun bir iş seçmiş, ve bir dost edinmiştir. Bu dost görünmez, O, gizli anlaşılmaz bir dosttur.

 

Âlemde senden daha güzel bir yar, senin yüzünü görmekten daha güzel bir iş olur mu? Haşa olmaz, iki cihanda da, güzelim, yarim olman bana yeter. Ben senden başkasını istemem. Esasen, her nerede bir güzelik varsa, Bir güzellik görülüyorsa, onların hepsinde senin güzelliğin görülmede, hepsinde senin nurun parlamaktadır.

 

Gönlümde, perileri bile kıskandıran bir güzel varken, bu dünyada, benim gibi neş'eli ve mutlu kim vardır?

Allah'a and olsun ki, ben neş'e olmadan yaşıyamam. Ben gam denen bir şey varmış diye işitiyorum, fakat onun ne olduğunu bilmiyorum.

 

Güzel yüzü perileri bile kıskandıran o dilber, bir seher vakti, ansızın geldi, benim, yanan, yakılan harab gönlüme baktı. Acılanma dayanamadı da ağlamaya başladı. Ben de ağlıyordum. Sabaha kadar her ikimiz de ağlaştık. Sonunda, sabah geldi, her ikimizi de ağlarken gördü ve "acaba bu ikisinden hangisi aşık? diye sordu.

 

Gözümün biri, ayrılık gününden ötürü ağlıyordu. Öteki gözüm, ona: "neden ağlıyorsun diye?" sordu. Ayrılık günü bitip de sevgiliye kavuşunca, ağlamayan gözüme dedim ki: "Sen madem kir ayrılık günü ağlamadın, şimdi sevgiliye bakmaman gerekir."

Dûndan yüzünden bize bakan, ya bir meleğin canı, yahut bir perinin ruhu idi,,. Onun güzel yüzünü görmeden yaşıyan kişi, ölü bir kişidir. Onsuz bir şeyden haberdar olmak, hiç bir şeyden haberi olmamaktan ileri gelir. 

 

Dün, sevgili lütfetti de yüzümüze baktı ve sordu: "Bizsiz, nasıl yaşıyabiliyorsun?" "Bizsiz, yaşamak mümkün mü? "Dedim ki: "Allaha yemin ederim ki, susuz kalmış bir balık, nasıl yaşarsa, ben de öyle yaşıyorum," Sevgili; "Bu suç senin" dedi, hâlimize ağladı.

 

Gözüm, senin yüzünü gördüğü günden beri, bir an bile geçmedi ki, ayrılık derdinle kan ağlamasın, Sensiz elime bir kadeh alırsam bana zehir olsun. Sensiz yaşamam gerekse, bana, yaşamak ölüm olsun.

 

Bir kez öldüm, bana kimsecikler ağlamadı. Tekrar dirilirsemr yaşamanın tadını çıkaracağım. Ey beni öldürmek isteyen, benimle ne işin var? Ahmaklarla sohbet, boş yere nefes tüketmektir,

 

Sevgiliye, "gel" dedim. O öfke ile bana baktı. Ben "bu öfkeli bakışın, gönülden değildir. Bu bir hiledir Benden ne diye kaçıyorsun, burada korktuğun bir şey mi var?" dedim. Sen aşk yolunda ölmüş bir varlıksın. Bir ölüde utanmak duygusu, şundan bundan, arlanma kaygusu olur mu?

 

Bir aşk ki, balçıktan yaratılmış olan şu cansız bedenimiz, onun yüzünden hayata kavuşuyor, bu aşk neden bu kadar güzel bu kadar tatlı? Bu aşk acaba bizim bedenimizin içinde mi, yoksa dışında mıdır? Tebrizli, Hak Şemsi'nin bakışında, görüşünde midir?

 

Senin varlığın, benliğin, seninle beraber oldukça, emin olarak rahatça oturma zira senden putperesttik gitmemiştir. Hala benlik putuna tapmadasın. Diyelim ki; şüphe putunu kırdın, tutalım ki zan putunu akıl baltası ile parçaladın, Böylece zandan, şüpheden kurtulma başarısına ulaşınca bu kez'de, kendine güvenme sana put oldu kaldı.

 

Neye dedim ki: Senin kim canını yaktı, kim sana zulüm etti? Kimden feryâd ediyorsun? Dilsiz olduğun halde, bu inlemenin, bu ağlamanın bu şikayetin, sızlanmanın sebebi nedir? Ney bana dedi ki; "Beni bir şeker dudaklıdan kesdiler, ayırdılar. Bu yüzden inlemek ve feryâd etmeksizin yaşamağı ben bilmem,"

 

Ey beden eşeği, haberin var mı? Senin sırtında kim var? Sırtında eşsiz, benzeri bulunmayan bir peri var, sen yere değil, gökyüzünün başına, arşa ayak bas. Şöyle birisini taşıyorsun ki güneş bile bütün ömrünce, bir defa bile onun yüzüne bakmağa cesaret edemedi.

 

Ey can, haberin var mı? Sevgilin kimdir? Ey gönül, haberin var mı? Senin konuğun kimdir? Ey ten! Sen her türlü hile ile, bir kaçamak yolu arıyorsun. Halbuki, o sevgili seni çekiyor. Bak gör ki, seni ariyan kimdir?

 

Bir yarın ki, yanında gül de, diken de birdir. Mezhebinde mushaf da, zünnar da birdir. Sakın onun yanına kimseyi göndermeyiniz. Çünkü onun yanında topal eşek de, yürük at da birdir.

 

Ey aşk hastası gönül! Kendine gel, cesur ol. Bugün yiğitlik gösterecek bir gündür. Ben senin aşkına bağlıyım. Yabancı gibi durmanın yeri değildir. Aklın tedbirine giren her şeyi bırak, şimdi çoşgunluk, çılgınlık zamanıdır.

 

Varlığa da, yokluğa da yabancılığın vardır Ne varlığa seviniyorum, ne de yokluğu istiyorum. Fakat her ikisinden de el çekmek, İnsanlık, erlik değildir. Gönlünde öyle garip, sayılacak şeyler var ki, deli olduğum için çıldırmıyorum. Eğer aklım olsaydı, gönlümdeki tuhaf şeylerden kesinlikle çıldırırdım.

 

Aklın sermâyesi, divaneliğin sırrıdır. Aşkın divânesi ise, dünyanın en akıllı, en derin düşünceli adamıdır. Bir kimse iztırab ve derd yolundan giderek, gönül sırlarına aşina olursa, onun kendinden haberi olmaz, hatta onun, kendine karşı bile binlerce yabancılığı vardır.

 

 

Hak yolunda giden erenlere, ayak olmayan baş, eksik olsun, o gönül ki candan o sevdaya dalıp gark olmaz, yok olsun. Dediler ki; "Aşıkta, ma'şukun arasına bir kıl bile sığmaz. Bu sebepledir ki, ben bir kıl kesildiğim halde oraya sığamadım."

 

Ey akıl, var git, burada hep aşıklar var. Tek akıllı bile yok. Sen kıl kesilsen, yine burada sığacak yer bulamazsın. Gündüz oldu. Gündüz yakılan her ışık, uyandırılan her akıl mumu, aşk güneşi karşısında hiçbir işe yaramaz, rezil, rüsva olur.

 

Bu aşk, bir padişahdır. Sancağı görünmez, Bu Hakk'ın Kur'anıdır, âyetleri, esrarı gizlidir. Her âşık, aşk avcüsûndan bir ok yemiştir. Kan ağlar, kan yutar, ama yarası görülmez.

 

Bengisu, bizdeki, ilâhi emânet, su ve topraktan yaratılmış olan balçık ten içinde, gizlenmiştir. Bu yüzden görünmemektedir. Nefis de, gönlün kapısına mühür vurmuş, sevgiyi hapsetmiştir. Sen, o mührü kopar ve sevgiyi kurtar. Kimden korkuyorsun, utanıyorsun? Sen, gönlünü kurtar, onun görünmeyen yoluna düş, gerçek sevgiliyi bul.

 

Dünyada hiç kimse yoktur ki bir hevesle deli, divâne olmasın. Hiç kimse yoktur ki, başında bir sevda bulunmasın. Şevk, istek uyandıran o zevkin ip ucu meydanda, sezilmekte, ama, kendisi görünmez, gizlidir.

 

Bu bizim sarhoşluğumuz, kırmızı şaraptan değildir. Bizim şarabımız, aşk kadehinden başka yerde bulunmaz. Sen, benim şarabımı dökmek için geldin. Fakat ben, görünmez bir şarabın sarhoşuyum. Bu sebeple benim şarabımı görüp, dökemezsin.

 

Can kuşunun hep yükseğe doğru uçmağa meyli yoktur Çünkü onun altı yöne de kanat çırparak uçmasında yükselmesinde bir sakınca bir güçlük yoktur. "Ya, onu bulmak için hangi yöne uçsun?" diyorsun. Hayır ken­disi nereye uçarsa uçsun orada o, yok mudur?

 

De ki: gece oluncaya kadar, bizim gündüzümüze gece yoktur. Çünkü, bizim gündüzümüzün güneşi, aşktır, Aşk mezhebinde aşka yol bulunamaz. Aşk, öyle bir engin denizdir ki, ne kıyısı, ne de ucu bucağı vardır. Aşıklar, o denize öyle dalmışlar, batmışlar da onların inlemesi, feryadı, "ya Rab" demeleri duyulmaz.

 

Neden suratın asık? Yoksa senin tatlı dilli, çok latif, çok güzel yüzlü sevgin mi yok? Yoksa şekerin var da, alıcın mı yok? Yahut iş mi bilmiyorsun da şaşırıp kalmışsın? Yahut iş bildiğin halde, iflas mı ettin de, bu yüzden işin gücün kalmadı?

 

Ah etsem, ah buna yetmez, onun lûtfuna karşı bir şey yapmış olmam onun uğrunda toprak olsam, yerlere serilsem, bu hali, sultanım yeter bulmaz. Bütün gece, gölge gibi, her yana secdeler etsem, neden gizliyeyim? Ay yüzlüm, bunu da yeter bulmaz.

 

Büyük kişinin küçülmesi, alçak gönüllü olması, küçüklük değildir. Şüphe yok ki, küçülmek, çocukluk etmek, çocuk gibi olmak, kemalden gelir, olgunluk alâmetidir. Bir baba, çocuk gibi konuşursa, akıllı kişi bilir ki, o baba çocuk gibi konuşuyor ama çocuk değildir.

 

Ruh gibi hafif ve lâtif olmayan kişi, âşık değildir

Geceleri, yıldız gibi, ay'ın etrafında dönüp dolaşmayan âşık olamaz. Bu sözü benden duy; bu söz boş değil: rüzgar esmedikçe sancağın dalgalanmasına imkân yoktur.

 

Güzeller içinde, sevgilim gibi bir güzel yoktur. Onun evren gibi, yok olması, sonu yoktur. Şaşkının biri çene çalar, lüzumsuz sözler söylerse ona de ki: Sen ne dersen de, sevgilimin bundan daha güzel olmasına imkân yoktur.

 

Sen de herkesi, aramamak huyu var. Her dolap senin ırmağının suyu ile dönmüyor,.. Herkes, yay çekemez. Yay çekmek, her kişinin yapacağı iş değil, yay çekmek için kahraman Rüstem olmalı. Bu iş yiğit olmıyanların işi değil.

 

Dünyada, senin huyundan daha güzel bir huy olamaz. Dünyada hiç bir gönül yoktur ki, senin mahallende oturup, kalmasın, kendisini sana adamasın. Baş kılı da nedir ki? Dünyada bulunan bütün insanların başlarını düşünüyorum. Şöyle bir bakıyorum ki, onların hepsi de, senin başındaki saçın bir kılına feda olup gitmiş.

 

Sevgili, sonu olmayan ötelerden, perde arkasından, benim için "güzelliği çekiciliği kendine huy edinmemiş, yakıştıramamıştır. O, benim kötü kişimdir." dedi. Sonra beni görünce, hemen sözünü değiştirerek; "O, benimdir, o benim sevgilimdir, bu söz ona ait değildir." diye buyurdu.

 

Ey gece, ben senin şarabınla, kendimden geçmiyorum. Uykusuzluğum da, mânâsız, boşyere değildir. Uykum gökyüzünü dönmüş, göklere uçup gitmiştir. Çünkü onu, bu kirli dünyada suçlarla, günahlarla dolu bu aşağı yerde çok aradım bulamadım.

 

İnsana, dostsuzluktan daha güzel bir dost olamaz. İşsizlikten daha hoş bir iş de yoktur. Hileden, yankesicilikten elini çeken, bunlardan vazgeçen kişi kadar anlayışlı, yankesici olamaz.

 

Azlık, çokluk, zenginlik, yoksulluk bağlarından kurtulmuş olan kişi rahatdır, mutludur. Böyle bir kişi, dünyaya da aldırış etmez, dünya halkının derdiyle de, kendisiyle de onun zerre kadar ilgisi onun zerre kadar varlığı ve benliği de yoktur, O, Allah'dan başka her şeyden kurtulmuştur.

 

Bizim kadımız, başka kadılara benzemez, değerli kumaşa, terziye ilgi duyması yoktur. Bizim kadımız, ezel gününden beri aşıktır. Aşkın hükmünden başkasına razı değildir.

 

Ey can, ey cihan, her şey geçip geçicidir. Kadîm olan aşkdan başka ne güzel vardır, ne de saki. Aşık yokluk kâbesini tavaf etmektedir, Aslında aşık, yokluk kâbesine mensubdur, kendisi Kabe'den başka yerden değildir.

 

Ey sevgili, dünyada senin gibi temiz bir varlık yoktur Senin gibi bir güzel, latif, çevik ve canlı bir dilber bulunamaz. Aşk yolunda bu çeşit ayıplamalar, kınamalar çok olur ve olacaktır. Sen bizimle dostsun ya, bu bize yeter.

 

Vuslatının eteğini çekersem, kavga olmaz, bana darılmazsın. Eğer aşkından ötürü, kınanır, ayıplanırsam, bu halden utanmam. Senin hoş olan vuslatın, benim için her şeydir. Çünkü senin vuslatında ayrılık rengi, ayrılık kokusu yoktur.

 

Aşk yolunda bir sır vardır, fakat bir dâva, bir yorum yoktur. Gerçekten de aşık, fetvaya cevap vermez, bu mes'ele, yokluk mes'elesidir, varlık mes'elesi değildir.

 

Sende bir şey vardır ki o şey sensiz onu arar. Senin toprağının içinde bir inci vardır ki o inci, onun mâdenindendir. Ata o binmiş, top, onun çevgeninin önünde, o onundur, o onundur, o ancak, onundur.

 

Ey şaşırmış gönül! Dosta, candan giden bir yol vardır. Ey yolunu kaybetmiş kişi! Dosta apaçık da, gizli de bir yol vardır. Eğer attı yönden de, senin yolunu keserler, kapatırlarsa korkma, çünkü senin gönlünün derinliklerinden sevgiliye giden gizli bir yol vardır.

 

İmansızlık ve imân âleminden dışarda bir yer vardır Orasî her genç ve toy kişinin, her güzelin yeri değildir. Öyle eşsiz bir yere, bir makama ulaşmak İsteyen kişinin, can şükrânesi olarak, can vermesi, gönül bağışlaması gerekir.

 

İmansızlıktan ve müslümanlıktan  da dışarda bir ova vardır. O ovanın ortasında, bizim  bir sevdamız bulunmaktadır. Arif olan kişi, oraya, varınca başını yere kor, secdeye varır. Çünkü orada,  ne kâfirlik vardır, ne de müslümanlık.

Eğer şundan, bundan utanmak gerekiyorsa, insanların ayıplarını, kusurlarını görmemek, örtmek, yer altına gömmek gerek. Ayna gibi iyiyi, kötüyü olduğu gibi göstereceksen, ayna gibi katı yüzlü ve duygusuz olmalıdır.

 

Bir padişahın parası ve gücü kuvveti olmadıkça asker besliyemez, ordu sahibi olamaz. Gönülsüz, cesaretsiz bir hükümdar memleketin selâmet yollarını koruyamaz. Testisini koruyabilecek kişi, ancak onu taşlara çarpmaktan koruyabilen kişidir.

 

Biz, yaşlandığı halde, Hakk'ı idrak edememiş kişinin, sözlerine kulak asmayız. Bizi, gönlü olaraktan, ruhu sıkan bir evde tutamazsın. Sana gönül vermiş, senin güzel saçlarına bağlanmış bir kişiyi, zincire de vursan, hoşlanmadığı birisinin evinde oturtamazsın,

 

O, avucumda altın var sanarak yanıma geldi. Altın olmadığını görünce vefasızlık etti, beni bırakıp gitti. O öyle sanıyor ki, "nerede altın varsa, oraya kulak vermek" sözünü kulağına küpe yapmalıdır.

 

Sünbülde, senin güzel saçlarını kıskanmak, sitem etmek, onları azarlamak düşüncesi yoktu. Onda, güzellik âleminde senin saçlarının parlaklığı da yoktu. Sünbül, parlaklıktan, güzellikten, bir hayli lâf etti, bir hayli kıvranıp durdu ama, yine de senin saçlarının büklümlerini, güzelliğini elde edemedi.

Lûtfum, öyle bir cihan yarattı, öyle bir mutluluk bağışladı ki,. Bütün bu tertipleri, bu şaşırtıcı şeyleri bir nesneye yazdı, O yazdığından bu cihan denizine, bir katre damladı. Sonra sonsuz lütuf anbarından tek bir tohum, şu varlık sahrasına ekti. İşte, cihanda gördüğümüz güzellikler, gördüğümüz nimetler, ihsanlar hep o tohumun feyzinden meydana geldi.

 

Deredeki sel gibi akıp gittiği, çölde esen rüzgar gibi çabucak geçtiği için, gündüzle çekişip duruyoruz. Bu gece de ay tutuldu; onun kurtulması, aydınlığa kavuşması İçin sabaha kadar oturalım, tas çalalım, leğenin kenarına vuralım, ses çıkaralım.

Ey güzel yüzüne, bütün dünya güzellerinin hasret oldukları güzel varlık! Ey iki hoş kaşının bütün zahitlere kıble olduğu güzel. Ben bütün beşeri sıfatlarımı üstümden attım, soyundum, senin o güzellik ırmağına çıplak olarak dalmak istiyorum.

 

Ey sevgili, her gönlü uyanık kişi, senin haberlerine aşinadır, senin varlığından haberdardır. Her uyuyan kişi de, senin iyiliğine, ihsanına nail olmuş, lütuf kapısında yatmış uyumuştur. Aslında, şu evrende görünen, görünmeyen, senden başka hiç bir varlık, hiç bir şey yoktur. Fakat korkuyorum da bu hususta, fazlasını söyliyemiyorum.

 

Geçici bir zaman, bir iki gün, beden de konuk olan, (can) ile, öyle anlaşmış, öyle kaynaşmış dost olmuşsun ki, sana ölümden söz etmem yersiz ve anlamsız geliyor. Fakat, senin çok sevdiğin, bir türlü ayrılmak istemediğin (can) ise, sonunda gideceği konak yerini istemektedir. Konak yeri ise ölümdür. Bilhassa ölmeden evvel gelen mutlu ölümdür. Ne yazık ki, canı, varacağı yere götürecek olan beden eşeği, yolun yarısında, yol ortasında yattı uyudu.

 

Sevgilim, aşkın gönlüme geldi, sonra ne'eli bir halde gitti, tekrar geldi. Bu defa aşk yükünü bırakıp gitti. Giderken, ona nezaket gereği iki üç gün daha kal!" dedim ''hemen peki" dedi ve kaldı... Şimdi gitmeyi unuttu.

 

O, şah ki, her günâhın şefatası idi, gitti. Bin ay'dan da daha iyi olan gece de geçti, gitti... O gece döner gelirse bizi bulamaz. Sen, ona de ki: "o da senin gibi yolun başında idi, gitti"

Bu Rubaide herkesin, Allahdan başka her şeyin fâni olduğu ifâde buyrulmaktadır, peygamberimize ve kadir gecesine ve hazret i Mevlana'nın Kendisine işaret var.

 

Aşk şarabının küpünün ağzını kapattım, bağladım ama kokusu çıkıp gitti; her yola, her diyara yayıldı. Onun kokusundan, âşık gönüllerin kanı ırmaklar gibi aktı. O geldiği (ezel Alemine) doğru aktı gitti.

 

Senin güzelliğinin büyüsü, bütün dünyâyı kapladı. Herkes o, güzelliğe hayran oldu, kapılıp kaldı. Hal böyle iken, haset ederim derdi ve haseti, ona nasıl te'sir etti. Senin yüzünün sarılığı, sıcaklıktan kuruluktan değildir, O yüz çok aşık öldürdü, o öldürdüğün aşıkların kanı seni üzdü de yüzünü sararttı.

Her tarafı keder, üzüntü kaplasa, bütün insanlar kederli olsalar, âşka sıkıca tutunan kişi, kedersizdir. Zerreye bak o zerre aşka ayak bastı da, öyle br hâle geldi ki, o zerre bir cihan oldu, iki cihanı da tuttu,

Şeyh galip, merhum, bu rubâiden ilham aldı'da aşıkta kader neyler = gam Halk-i cihanındır" dedi. Burada aşkın kudreti, insanı, ne hale getirdiği belirtilmiştir.

Beni, vefalı, eşsiz sevgilimin aşkı tutunca, bakır iken kimya gibi, altın haline geldim. Ben onu bir el ile değil, bin el ile tutmak için aradım... O, elini uzattı, ayağımı tuttu.

Gönül gitti, güzelimin geçeceği yolun başını tuttu, orada bekledi. Sevgilim oradan geçerken, saçlarını öptü, onları dişlerinin arasına aidi. Sonra "sen kimsin?" diye sordu. Söz söylemek için ağzımı açınca da, ağzımdan saçını kurtardı, sonra yolunu tuttu, gitti.

Akıl geldi, âşıklara öğüt vermeyi tasarladı. Gitti yola oturdu. Yol kesmeye başladı. Gelen geçen aşıklara öğüt veriyordu. Fakat, aşıkların başında öğüt kabul edecek yer bulamayınca hepsinin ayaklarını Öptü, sonra başını alıp gitti.

 

Dedin ki: "usandım, sevda beni perişan etti Bu işten, bu aşk kadehinden, gönlüm bıktı. Sevgilim! Bu usanmanla, korkarım ki, yanımdan gidersin de, sonra üs­tünü başım yırtarak gene gelirsin ve dersin ki: o yırtıcı kurt, gene beni yalnız yakaladı."

Sevgilim, senin mahmur gözlerinin badesinden içerek, sarhoş olmadan, hiç kimse, olta gibi olan saçlarının halkasına el uzatamadı. Düşmanlarım, gece-gündüz beni kınıyorlar ve diyorlar ki: "sen sorhoş oldun, yürüyemedin de sevgilin elinden tutmadı”

Sen gönül sahibi olamadığından ötürü senin elinden tutmadı, sevgiden nasibini alamadın; sevmek mutluluğuna eremedin, kimseyi sevemedin Şunu iyi bil ki' , gönül kimin elinden tutarsa, o kimse, kirli arzuların çamuruna düşmez, kirlenmez. Bir kez bile, benim gülüm, rengi ile, kokusu ile, gönül sıfatından, gönül huyundan başka bir huy edinmedi. Benim elimde bir şey yok, ben yokluk içindeyim. Fakat bu yokluk beni her şeyi elde etme yoluna, aşk yoluna sevk etti.

 

Gönlümün kuşu, şu yemden vazgeçti. Dünyalık istekleri bıraktı. İnsaf et, doğruyu söyle, o gerçekten çok iyi, erkekçe hareket etti. Gönlü terkedince, benlikten kurtulunca, sevgilisi elinden tutu. Candan vazgeçince cananını buldu, onun ayaklarına kapandı,

 

 

 

Eğer, şehvetin ve nefsin hevesine kapılır gidersen, Ben sana haber vereyim ki, eli boş, nasipsiz gideceksin. Eğer, şehvetden vazgeçersen, bu dünyaya niçin geldiğini ve nereye gideceğini apaçık görürsün.

 

Dedim ki: "güvercin gibi avucundan uçar kurtulurum." O, bana dedi ki, eğer sen avucumdan uçar gidersen, "derdim" seni hafiflikle, vefasızlıkla suçlar, ayıplar. Dedim ki: " Ben senin uğrunda hor görüldüm, alçaldım mahvoldum." Dedi ki: "Benim uğrumda yok olmak, horlanmak senin için şeref'dir, yüceliktir."

 

Bir kimsenin gönlünde bir gamı olupta, onu sevdiğine açabiliyorsa, açsın, söylesin çünkü, gönülde bulunan gam, söz ile gidebilir. Fakat günlümüzde açılan şu garip, şu güzel gülü bir düşün, onun ne rengini gösterebiliyoruz, ne de gizli kokusunu duyurabiliyoruz.

Sana dilsiz, dudaksız sözler söyliyeceğim. Bütün kulaklardan gizli olan şeylerden söz edeceğim. Sana anlatacağım bütün bu sözleri herkesin içinde söyliyeceğim; fakat, senin kulağından başka hiç bir kulak, bu sözlerini duymayacak, anlamayacak,

 

"Ben Hakk'ım" diyen Hallâcın Mansûr, o sözü söylemeden önce, Hak yoluna düşmüş, o yolun toprağını kirpiklerinin ucu ile süpürür olmuştu. O kendi yokluğunun denizine daldı, daldı da ondan sonra "Ben Hakk'ım" incisini deldi.

 

Her hangi bir kimse ile birlikte oturduğun zaman, ruhun zevk almaz, gönlün huzur içinde olmaz ve beşeriyyet halinden kurtulamazsan, o kimsenin sohbetinden sakın, yoksa ermişler ve aziz varlıkların canları, haklarını sana helâl etmezler.

Gönül kanatlarını açtın, varlık ovasına uçtun, gittin. Senin gönlünün o geniş alanında, sonsuzluğunda ova küçüldü, küçüldü kayboldu, yok oldu. Senin gönlün yanında ova nedir ki? yedi gök bile, senin gönül denizine açılmış bir avuç gibidir.

Hazreti Ali'nin "Sen kendini küçük bir varlık sanıyorsun halbuki sende büyük bir Alem gizlidir”; sözünü hatırlatıyor

Derdinden gönlüm, hasta, yaralı, ağlayıp, inlemedeyim, perişan bir haldeyim, güçsüzüm, dermansızım. Senin derdinden gözlerimden kanlı yaşlar akıyor. Senin için duyduğum kederden can vermek üzereyim. Fakat senin derdinden ayrılacağım diye daha çok dertleniyorum,

"Ben seni dönen değirmen gibi döndürür, şaşkına çevirir, hayran ederim. Dönen top gibi seni evirir, çevirir, kendinden geçiririm. Sen dedin ki: "Ben de gider, başkasıyla uzlaşırım, başkasıyla dost olurum." Sen, beni bırakıp gider de başkasıyla uzlaşırsan, seni hemen yıkar perişan ederim.

İnsânı büyüleyen o mahmur nerkis gözlerinden mest olmuşum. Sevgilim, senin mahallene gelince, beni neden kovuyorsun? Sadece dudaklarımı ıslatmakla, sana doyamıyorum, en iyisi beni vuslatının ırmağına at.

Sevgiliye dedim ki; "gözlerim, senin mahallenin toprağıdır. Güzel yüzünün hasretiyle onları ağlatma!" Bana cevap verdi dedi ki: "Benim, lûtfumun sayesinde bulunmam, bir ömür boyunca, senin için şeref değil midir:

Güz ayrılığınızdan ötürü çokça gözyaşları döküyor gönül, hasretlerle, çok çok sizi anmaktadır. Geçip giden zaman, bize döner gelir mi? Yazık!,., zaman, hiç geri gelir mi? yazık!

O, madeninde, bilhassa haremde bulundukça tertemizdir. Geçer akça olup kalp para olmadığından da kesa girmiştir, Kalıp para basan kişinin, onunla dost olmasına imkân yoktur, İster bey olsun, ister saygın bir kişi, herkes kendisine benzemeyen, kendine ters düşenden kaçar.

 

Gökyüzünde, arşda, yüzünün sevdasından velveleler var. Gönülde, yanaklarının güzelliğinden söz edenlerin gürültüleri duyuluyor. Şarabında can köpüğünün kabarcıkları görülüyor. Gönlün boynunda ise, sevgilinin saçlarından zincirler var.

 

Üzülür ağlarım. Sevgilim der ki: "Bu gösteriştir" Nasıl gösteriş olabilir ki gözlerim kan ağlamaktadır? Sen, zannediyorsunki her gönül, senin gönlün gibidir. Hayır, hayır güzelim! yanılıyorsun, gönülden gönüle fark vardır.

 

Ben öyle bir içkiden içtim ki, ruh onun kadehidir. Öyle bir güzelden mest oldum ki akıl onun delisi, divanesidir. Yüzünden nurlar saçılan bir güzel, yanıma geldi, içime öyle bir ateş düşürdü ki, güneş onun pervânesidir

 

Gönlün daralmıştır, çok kederliyim. Hakka şükürler olsun ki güzel yüzün imdadıma yetişiyor, bana ferahlık veriyor. Yanaklarının hoş rengi olmazsa, bu yaşayışım bana bir zindan hayatı olur. Ayrılığının getirdiği kederden içime düşen ateşi, canımın çektiği üzüntüyü, hiç bir gönül, bir beden çekmesin, yazıktır.

 

Puthanede, sevgilimizin hayali bulundukça, Kabe'yi tavafa gitmek, aynı hatadır.

 Kabe, eğer ondan (gerçek sevgiliden) koku vermiyorsa, ateşkededir Sevgilimizin kavuşma kokusu ile ateşkede, bizim Kâbemizdir.

Bu rubâide, Hakk'ı gönülde bulmak bahis konusudur. Evi değil, ev sahibini aramak, bulmak tavsiye edilmektedir Yoksa Kabe'yi tavaf, durumu musâit olan her müslüman için dini bir farizadır.

 

Ezel kılıcı, velîlerin elindedir. Sonsuzluk topu, Hak çevgenin kıvrımındadır.

Sen Tur Dağı, gibi parıldayan bedenden, Allah'ın nurunu iste, çünkü o beden, Hakk'ın madenidir.

 

Sevgilime: "gönlüm senden bir öpücük istiyor" dedim. "Bizim öpücüğümüzün değeri candır." diye cevap verdi.

Bu cevabı duyan gönül, geldi ve canın yanına gitti.

Gönül, bu hareketiyle ona: "güzelim! gel; bu satış, bu değer ucuzdur." demek istedi:

 

Sevgili, kararsızdır, şarab içer, kan döker, şûhdur, cilvelidir, ferman dinlemez

o tapınılacak kadar güzel yarin saçlarının uçunda küfür, Küfür değil imandır.

Yüzyıllar geçti de aşk derdinin dermanı bulunamadı gitti.

 

Ben Hakken mahviyim, Hak'da benimdir. Hakkı, sağda, solda, başka yerlerde aramayın.

Hak, benim canımdadır. Sultan benim, fakat ben size yanlış görünüyorum. Biri vardır ki, benim sultanımdır, diyorum.

 

Hergün, kararsız olan kişilerin perdeleri, artmakta olup bu nedenle de benim derdim, yağmur damlalarından daha çoktu.

Benim bulunduğum yerden, gideceğim yere kadar olan yolun mesafesi, İki cihan nedir? daha uzundur.

 

Hakk'ı arayanların yolunda akıllı ile deli birdir. Aşk dilinde, yakın ile yabancı birdir.

Hakkı idrak eden kişinin, mezhebinde, Kabe ile puthane birdir.

 

Aşkta içki, ancak ölümsüzlük şarabını içmektir. Aşkta yaşamağa, canlanmaya delil, ancak can vermektir.

Sevgilime dedim ki: "Seni tanıyayım da ondan sonra öleyim." Sevgilim: "Beni tanıyana, ölüm yoktur." diye cevap verdi.

 

Dervişlikle, âşıklık bir arada olursa sultanlıktır. Aşkın kederi, keder değil, çok değerli bir hazinedir.

Fakat bu hazine gizlidir. Ben gönül evini kendi elimle yıktım, harab ettim.

Çünkü definenin harap yerde saklı olduğunun bildim.

 

Gönlümün diriliği, zindeliği, senin aşk derdin içindir. Derdini sevdiğim, onunla dost olduğumdandır.

Gönlüm halka yabancıdır. Bu hal, senin bu aşk derdin, bana Allahnın bir lutfudur, bir ihsanıdır,

yoksa benim dar gönlüm, senin aşk derdine nasıl yer olabilirdi?

 

Bizim dilimizden, gönlümüze giden bir yol vardır. O yola, cihânın ve canın sırları bağlıdır.

Dil sustuğu sürece o yol açıkdır. Dil konuşmaya başlayınca o, yol kapanır.

 

Alnımızdaki o parlak nûr, Hak âşıkının gönlündeki o iman ışığı, secde eseri olarak mü'minlerin yüzlerinde görülen bütün bu nurlar,

bilki her nurun nuru, Allahın sevgili peygamberi Muhammed'in nurundandır.

 

Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse, Hak yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı, Aslında tesbih, seccade, tövbe, sofuluk, günahdan sakınma bunların hepsi yolun başıdır. Hak yolcusu aldandı da, bunları, varacağı yer sandı...

 

Ey efendi! sende maddi güzelliğin derdi, yüksek yerlerin özlemi var.

Sen bağlara, bahçelere, çayırlık ve harman yerlerine sahib olmak istiyorsun.

Bizler ise tevhid âleminin yanıkları. Bizde (la ilahe illallah-AIlahdan başka ilah yoktur) daki sır vardır.

 

Ey gönül, anlamıyanlar, seni üzerler, rahatsız ederler; hatta seni deli, divâne ederler, elini ayağını bağlarlar

Sen içi tatlı, özlü bir yemişe benzersin, bu yüzden seni hep kırarlar.

 

Ey Hak yolunun yolcusu! eğer sende bu yolun tutkusu varsa, senin başında bu kapûnın, bu dergâhın sevgisi bulunuyorsa,

Hak ehlinin açtığı iman ve sevgi kapılarının anahtarı nedir? Biliyormusun?

O, "La ilâha illallâh = Allahtan başka bir ilâh yoktur kelimesini çokça, hoşça söylemektir.

 

Bu görünen ben, ben değilim. Şu halde, "ben, ben" dediğim kimdir? söyle, söyleyen, ben değilim.

Peki "benim dilim ile söyleyen kimdir? söyle. Aslında, ben baştan ayağa kadar bir gömlekden fazla bir şey değilim.

Benim, gömleği olduğum varlık, kimdir? Söyle;"

 

Padişahla birlikte, hoşluk ve ferahlık sarayında oturan kimseye, bu lûtfu ve ihsanıdır

Sen padişahla beraber olursan, nereye varırsın? biliyor musun? Kendinde olmamaya.

İşte o, kendinde olmamak yönünde mutluluğa giden binlerce yol vardır.

 

Bizim ezelden geçmiş başka bir yerimiz vardır. İçinde bulunduğumuz bu cesetler âlemi, başka bir diyardır, bizim asıl yerimiz değildir.

Ey geceleri kalkan, namaz kılan zahid! Sen kıldığın namazlarla övünüyorsun,

halbuki namazın da dışında, ötesinde başka bir hal, başka bir zaman vardır,

 

Görmiyerek yol yürürsen, bu hatanın ta kendisidir. Eğer herşeyi görüyorum sanarak, gözüne güvenirsen bu belâ okudur.

Kilisede, medresede bulunanların gerçeklerini bilmeden, mecaz yolundan,

onların gerçek yerlerini, onların nerede bulunduklarını sen ne bilirsin?

 

Cihandan ve candan dışarı, bize bakan, bizi yediren, bizi büyüten bir dadımız vardır.

Onun hakkında ancak şunu biliriz: Biz onun gölgesiyiz, cihan da bizim gölgemizdir.

 

Beden ve candan dışarı olan derviştir. Yer yüzünden ve göklerden yüksek olan dervişdir.

Cenab-ı Hakk'ın, bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu, Hakk'ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir

yani, Derviş olmasaydı, Allah cihanı yaratmıyacaktı.

Burada dervişden murad peygamber efendimiz ve dolayısıyle (Kamil-insan)dır.

 

Derdimin getirdiği acılar, kederler, dermana sebeb olunca, kötü huylarım gitti, iyi huylar geldi.

Günahlarım sevab, imansızlığım imân oldu. Can, gönül, ten, bu üçü yolumu kesiyor.

Hakk'a varmama engel oluyorlardı. Şimdi, ten, gönül oldu; gönül, can oldu, can da cânân oldu.

 

Hep dostun suretiyle, hayaliyle dolu bir gözüm var. Dostun hayali orada bulundukça, gözümle aram iyidir.

Aslında, gözden dostu ayırt etmek, göz ile dost arasında fark görmek hoş değildir.

Çünkü ya dost, gözüm yerindedir, yahut da gözüm, dostun kendisidir.

 

Herhangi bir kimsede, gizli bir aşk derdi yoksa, o yaşıyormuş gibi görünse de, onun gönlü ve canı yoktur.

O âdeta gezen, dolaşan bir ölüdür. Eğer aklın varsa, git de Hak'dan derd iste,

çünkü derdsiz olmak, aşk derdine düşmemek, tedavisi imkansız bir hastalıktır.

 

O, öyle bir sevgilidir ki, onun aşkının getirdiği derd, her hastanın devâsıdır.

Her kim onu sevmiş, ona yar olmuşsa o da onu sevmiş, ona yar olmuştur.

Bana diyorlar ki: "Boş durma, dâima bir işle uğraş." Ben işsizim, bir işle meşgul değilim ama,

herkesin uğraştığı şu dünya işlerinden uzak durmak da aslında büyük bir iştir.

 

Sevgilim, senin güzel kokun, ben kölenin burnundan asla gitmedi.

Güzel yüzünün hayali de, gözümün önünden gitmedi.

Senin istediğin gibi, gece, gündüz ömrümü harcadım durdum, bütün ömrüm geldi geçti; fakat senin isteğin, arzun bitip tükenmedi.

 

Ey can, dünyada senden daha değersiz bir yaratık yoktur.

Senden daha üstün, daha büyük, daha güçlü bir kimse de mevcut değildir.

Sevgilim, sen, bensiz olarak, benden hep korkup duruyorsun. Ben seninleyim, eğer sen de benimle isen korku kalmaz.

 

Dostun sır sözünü, dile getiremem. O çok kıymetli eşsiz bir incidir, onu ben delemem.

Hatta, uykuda sayıklar da söz arasında ağzımdan kaçırırım korkusu ile, ne kadar geceler varki uyuyamam.

 

Yüzü dâima taze, dudakları daima gülümseyen o, candan, gönülleri kendine çeken sevgilimiz hoşlanır.

Öyle bir yüzün güzelliği canla ölçülemez, yavaş söyliyelim;

-Yoksa o, canan mıdır?

 

Ey evreni yoktan vareden Allah'ım! unutmaktan, sonradan var olmaktan sen münezzehsin,

başımda seni düşünmek, seni sevmekten başka ne varsa hepsi hatanın kendisidir.

Dilde seni zikretmekten, tesbih etmekten başka ne varsa, hepsi sapıklıktır, boştur.

 

Devam Edecek...

Üftâde Sempozyumu
Mehmet Demirci
Hz. Muhammed (s.a.v.) 'den Özür...
Muhsin İlyas Subaşı
GERÇEK VE SAHTE DİN REHBERLERİ
Misafir Yazar
Beş Duyu ile Yetinmek
M. Sait Karaçorlu
Hüdhüd ile karga arasındaki kavga
İsmail Güleç
MESNEVÎ HİKÂYELERİ
Adnan K.İsmailoğlu
CELALEDDİN ÇELEBİ (II)
Lokman D. Solmaz
Sufi ve Tasavvuf
Cemalnur Sargut
KİMİN MÜRŞİDİ YOKSA
Mahmut Erol Kılıç
Hz. Mevlâna'yı yadediyoruz
Bilal Kemikli
MEVLANA DOSTLARINA TARİHLER-I
İsmail Yakıt
Bir zamanlar adalet deyince
Cuma Mektupları
MESNEVÎ HİKÂYELERİ ÜZERİNE
Nuri Şimşekler
Sahte Şeyhler
Editör'den
Derviş...
Mehmet Fatih
Dünyanın düğünü var
H. Nur Artıran
İSLAM TASAVVUFU - Soru ve Cevaplar
Editör'ün Seçimi
MEVLÂNA'YA GÖRE HZ. MUHAMMED (SAV)
Yakup Şafak
Anasayfa | Hakkımızda | Site Haritası | İletişim | E-mail
Semazen.net'in resmi web sitesidir.
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Copyright © 2005, Tüm Hakları Saklıdır.
Sayfa oluşturma zamanı: 0.0448 sn.
Programlama: CMBilişim Teknolojileri Görsel Tasarım: Capitol Medya